CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ'YI ÜZMEK (P - S - Ş)

Anadolu velîlerinden Pîr Emir Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin mezarı üzerine, Bursa'nın Yunan işgâli sırasında Pîr Emîr mahallesine bakan korucu, bir gün elindeki sopası ile vurarak; "Mâdem velîsiniz neden Yunanlıları Bursa'dan kovmuyorsunuz? Bu nasıl velîliktir?..." şeklinde konuşunca, korucu rüyâsında Pîr Emir'i görür. Pîr Emîr ona; "Vatan ve iffeti korumak size âittir. Canlılar ne gün için var. Biz mi gerek..." der. Sonra korucuya bir tokat atar. Sıçrayarak uyanan korucunun ağzı çarpılır ve kısa zaman sonra ölür.

Karabağ'da yetişen meşhur velîlerden Şeyh Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hanımı Zeyneb ananın iki erkek kardeşi vardı. Bunlardan biri Gencevî hazretlerini severdi ve ona talebe olmuştu. Diğerinin hiç muhabbeti yoktu. İki kardeş birlikte Gürcistan'a askere gitmişlerdi. Bir gün Gencevî hazretleri hanımı ile evinde otururken; "Eyvâh!" dedi. Hanımı ne oldu diye sorunca; "Birâderine bir kâfir tüfek attı. Bizi seven kardeşine gelen kör kurşuna bir pelit ağacını eğdim. Kurşunu meşe ağacı tuttu. Birâderin kurtuldu." deyince, Zeyneb ana; "Öbür kardeşime gelen kurşun ne oldu?" diye sordu. "Göğsünü delip geçti!" deyince; "Aman böyle söyleme!" dedi. "Allahü teâlâ bilir ama, böyle oldu." Askerler dönünce, Gencevî hazretlerini seven kayın birâderi sağ sâlim geldi. Sevmeyip muhâlefet edenin ise vurularak öldüğü haberi geldi.

Türkistan'ın büyük velîlerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ileri gelen talebelerinden Mevlânâ Alâeddîn anlattı: "Hasta idim. Hocam ziyâretime gelmişti. Yatağımın kenarına oturup, sesli olarak üzerime Kur'ân-ı kerîm okudu. Sonra sessizce başını önüne eğerek murâkabe etmeye başladı. O sırada odamın tahtadan yapılmış tavanındaki bir delikten bir miktar toprak, hocamın başına saçıldı. Toprağın bir fâre tarafından atıldığı belliydi. Hocam, bu hâle önce bir şey demedi. Bu hâl üç defâ tekrar edince, Sa'düddîn-i Kaşgârî başını yukarı kaldırarak; "Ey edebsiz fâre!" deyip dışarı çıktılar. Bu durum beni oldukça üzdü. "Bu fâre, Allahü teâlânın evliyâsı olan bu mübârek zâtı incitti. Dur bakayım bunun sonu neye varacak? Bu fâreye gazab-ı ilâhî gelecek ama nasıl?" diye düşünmeye başladım. Biraz sonra o deliğin kenarında bir kedi göründü ve beklemeye başladı. Yine aşağıya toprak dökmeye gelen fâreyi bir anda yakalayıp öldürdü. Yine beklemeye devâm etti. Biraz sonra bir fâre daha geldi. Onu da öldürdü. Bu şekilde o gün akşama kadar tam on sekiz fâreyi öldürüp yedi."

Anadolu'da yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bolu'ya insanları irşâd için geldiği ilk sıralarda, Bolu'da Kara Hacı Hâfız Kavvam Efendi adında meşhur biri vardı. Bu zât âlimlerin ve halkın bulunduğu bir mecliste Mustafa Sâfî Efendi hakkında dedikodu yaptı. Onun bu uygunsuz davranışı, Mustafa Sâfî Efendi tarafından duyuldu. Onu huzûruna çağırıp nasihat etti. Böyle şeyleri yapmaktan vaz geçmesini söyledi. Ancak o, bu hâlini terk etmeyip, meclislerde aleyhinde yine konuşuyordu. Tam o mübârek zâtın aleyhinde konuştuğu bir sırada dili ağzından dışarıya çıkıp, acı acı bağırmaya başladı. Meclistekiler onun bu hâline çok şaştılar. Bu ne haldir diye sorduklarında, Mustafa Sâfî Efendinin aleyhinde konuşması sebebiyle ondan mânevî bir okun kendisine isâbet ettiğini, gidip ondan kendisini affetmesini arzetmelerini söyledi. Bunun üzerine gidip hâlini arzettiler. Ölecek dediler. Affetmesi için yalvardılar. Mustafa Sâfî Efendi gelenlere; "Evliyâullahın terbiyesi böyle de olur. Onun vefât etmesi, hakkında hayırlıdır." buyurdu. Dedikleri gibi o gün öldü.

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Sâkıb Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri her kimden gelirse gelsin ezâ ve cefâlara karşı şikâyette bulunmaz, onlarla güzel ve tatlı bir şekilde konuşarak, dost olmayanları da dost yapardı. Başına gelen her türlü sıkıntıları şükr ile karşılardı. Aleyhinde olanların bir kısmı onun bu halleri karşısında tövbe edip, ona talebe oldu. Diğerleri ise bir musîbete dûçâr oldular. Bir Cumâ günü İbrâhim Efendi isimli bir zât Aksu'ya giderken, yolu Sâkıb Dede'nin dergâhının yanından geçti. Dergâha girip; "Bana bir fırsat verseler bütün dedelerin ayaklarını kırardım." dedi. Ayrılıp giderken, dergâha yakın bir yerde düştü ve ayağı kırıldı. Ömrünün sonuna kadar bu derdi çekti.

Cezâyir'de yetişen Hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin sözlerini anlıyamadıkları için, az da olsa ona îtirâz edenler oldu ise de, çoğu vazgeçip tövbe etmişlerdir. Senûsî ölüm hastalığında iken, daha önce kendisine îtirâzda bulunanlardan bir âlim gelerek özür diledi ve affını istedi. O da o âlimi affedip, duâ etti. Senûsî vefât edince, o âlim çok ağladı ve çok üzüldü. O büyük zâtın yüksekliğini anlıyabilmekte çok geciktiğini düşünerek çok üzülür, ne zaman Senûsî'nin ismi geçse hemen ağlardı.

Büyük velîlerden Seyfeddîn Menârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini yetiştiren Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretleri'nin Seyfeddîn isminde dört talebesi vardı. Biri mahbûb (sevilen), biri makbûl, biri makhûr (kahra uğramış) ve biri de merdûd (kovulmuş). Seyfeddîn Menârî, mahbûb (sevilen) olanı idi. Makbûl olan Seyfeddîn Hoşkan'ın, Şâh-ı Nakşibend'e bağlanması şöyle olmuştu. Seyfeddîn Hoşkan, ticâret ile uğraşırdı. Bir gün, ticâret maksadıyla, Buhârâ'dan, Harezm'e geldi. Orada Alâüddîn-i Attâr'ın sohbetine kavuştu. Sonra Buhârâ'ya döndü. Alâüddîn-i Attâr'dan aldığı feyz ile Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin sohbetine devâm etti. Şâh-ı Nakşibend'den yolun edeb ve usûlünü öğrendi. Bu yola sımsıkı sarıldı.

Şâh-ı Nakşibend'in kahrına uğrayan Seyfeddîn ise, Seyfeddîn Bâlâhâne idi. Bu Seyfeddîn ile Muhammed Pârisâ'nın amcası Hüsâmeddîn Yûsuf Seyfeddîn Hoşkan, gece-gündüz berâber sohbet edip, birbirinden ayrılmazdı. Seyfeddîn Hoşkan, Şâh-ı Nakşibend'in yoluna girince, bir gün Seyfeddîn Hoşkan'ın evinde toplandılar. Şâh-ı Nakşibend'in yüksekliği, kemâli üzerinde konuştular. Seyfeddîn Hoşkan, arkadaşlarına, kendilerinin de Şâh-ı Nakşibend'in yoluna girmeleri ve büyük saâdete ermeleri için ısrârda bulundu. Seyfeddîn Bâlâhâne de şöyle anlattı: "Bir gün Şâh-ı Nakşibend hazretlerine rastladım. Üzerlerinde yeni bir hırka vardı. Gönlüm o güzel hırkaya meyletti. Kalbimden o hırkayı bana verse diye geçirdim. İçimden geçeni keşfedip, o hırkayı bana verdi. O zâtın evliyâlık yolunda kemâl derecede olduğuna ben de şâhidim. Lütfedip bana vâsıta olun beni Şâh-ı Nakşibend'in sohbetine eriştirin." dedi. Bunun üzerine, berâberce Şâh-ı Nakşibend'in huzûruna gittiler. Kabûl edilmesi için yalvardılar. Şâh-ı Nakşibend, bu yalvarmaları üzerine onu kabûl etti. Fakat bir müddet sonra, Seyfeddîn Bâlâhâne, Şâh-ı Nakşibend ve birkaç talebesi ile berâber Buhârâ sokaklarından gidiyordu. Birden karşılarına yüksek tanınan, fakat Şâh-ı Nakşibend'in üstünlüğünü inkâr eden biri çıktı. Şâh-ı Nakşibend, yükseklikleri ve yaratılışları îcâbı o kimseyi gâyet nâzik ve güleryüzle karşıladı. İltifât etti. Hattâ birkaç adım da yanında yürüyerek uğurladı. Fakat Seyfeddîn Bâlâhâne, Şâh-ı Nakşibend geri döndüğü hâlde, birkaç adım uğurlama ile kalmayıp, o bid'at sâhibi kimseyi tâkib etti. Şâh-ı Nakşibend, bu edebe uymayan işten dolayı çok müteessir oldu. Seyfeddîn Bâlâhâne geri dönünce; "O kimseyi uğurlamakta mübâlağa gösterdin. Bu hatâ yüzünden kendini rüzgâra verdin. Belki Buhârâ'yı da harâb ettin!" buyurdu. Şâh-ı Nakşibend'in bu üzüntüsünden, Seyfeddîn Bâlâhâne o gün öldü. Özbekistan taraflarından gelen bâzı kimseler de Buhârâ ve çevresini yağmalayıp, her tarafı harâb ettiler. Birçok mâsum insanı da öldürdüler.

Diğer Seyfeddîn ise; başlangıçta, Şâh-ı Nakşibend hazretlerini severdi. Ticâretle uğraşır, bütün zamânını para kazanmaya sarf ederdi. Bu sebeple kendisinde hasislik alâmetleri başgöstermişti. Bir gün Şâh-ı Nakşibend hazretlerini, talebeleri ile berâber evine yemeğe dâvet etti. Şâh-ı Nakşibend hazretleri dâimâ yemeğin sonunda tatlı veya meyve yerlerdi. Meyvesiz veya tatlısız ziyâfetlere ise, latîfe ederek; "Bu ziyâfetin demi yok" derdi. O günde yemek yenilip, yemeğin sonunda tatlı veya meyve gelmeyince; Seyfeddîn'e latîfe yollu; "Verdiğin yemek demsiz oldu." buyurdu. Bu söz Seyfeddîn'e çok ağır geldi. Kalbinde Şâh-ı Nakşibend hazretlerine karşı bir soğukluk meydana geldi. Bu hâl, Şâh-ı Nakşibend hazretlerine de mâlûm olunca, üzüldü ve hep parayı hesâb eden bu Seyfeddîn'e; "Nasıl, on iki bin altın sermâyen olsa yeter mi?" buyurdu. Meğer, Seyfeddîn'in bütün maksadı, on iki bin altın sermâye sâhibi olmak imiş. Bundan sonra Seyfeddîn de dünyâ menfaatleri hırsına düşüp, sohbetlere gelmez oldu.

Bir gün bu Seyfeddîn'i bir kervan ile giderken, konakladıkları çimenlik ve yeşillik üzerinde yuvarlanırken görmüşler. Dünyâ malına düşkün olmak hâli onu o kadar kaplamış ki, hem yuvarlanıyor, hem de; "Oh! Oh! Birisine bağlanmamak ne tatlı, ne tatlı!" diye bağırıyormuş. Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri: "Bu Seyfeddîn ne nasîbsiz kimseymiş. Hâce Behâüddîn gibi bir zâtın sohbetlerinden ayrılıyor da, bundan zevk alıyor. Böylelerine yazıklar olsun!" buyurdu.

 

EVLİYÂYI ÜZMEK

 

Seyyid Emîr Külâl'le, bir gün talebeleri,

Ziyârete giderken, birlikte kabirleri,

 

Yolda, koca bir aslan, çıktı karşılarına,

Talebeler korkarak, çekildiler bir yana.

 

Ve lâkin Emîr Külâl, korkmadı zerre kadar,

Buyurdu ki: "Korkmayın, o bize yapmaz zarar."

 

 

Sonra ona yaklaşıp, tutunca yelesini

Başını yere koyup, çıkarmadı sesini.

 

Hürmet gösterir gibi, hareketler yaparak,

Ayrılıp gitti, geri, sanki mahcûb olarak.

 

Talebeler bu hâle, taaccüb ettiler hep,

Dediler ki: "Efendim, bu nasıl iş ki acep,

 

Aslanın size karşı, olan bu hareketi,

Çok hayret verdi bize, nedir bunun hikmeti?

 

Aslan sizi görünce, mahcûb oldu âdetâ,

Bir vahşî hayvan iken, sizden korktu o hattâ."

 

Buyurdu: "Kardeşlerim, kim korkarsa Allah'tan,

O'nun mahlûkları da, çekinir, korkar ondan.

 

Aksine, bir insan ki, Allah'tan korkmaz ise,

Mahlûklara karşı da, korkak olur o kimse."

 

Bir gün talebesiyle, câmiye giderlerken,

Bir çocukla, babası, geliyordu ilerden.

 

Çocuk, Emîr Külâl'i, görünce sevdi onu,

Ve sordu babasına, onun kim olduğunu.

 

O ise sevmiyordu, "Seyyid Emîr Külâl'i,

Hattâ onun hakkında, konuştu lâübâli.

 

Emîr Külâl işitip, buyurdu ki adama;

"Bana değil, kendine, zarar verdin sen ama.

 

Bir Allah hadamına kimse ederse hakâret.

İflâh etmez o artık, fecîdir ona gâyet."

 

Çok zaman geçmedi ki, uyuz oldu o kimse,

Bir çâre bulmadı, her kime gitti ise.

 

Nereden geldiğini, anladı bu illetin,

Dedi: "Emîr Külâl'e, çabuk beni iletin."

 

Giderek arz ettiler, bunu Emîr Külâl'e,

Buyurdu ki: "Mâlesef, o dönmez iyi hâle.

 

Hakkını ona helâl, etse de Emîr Külâl,

Önceki evliyâlar, kat'iyyen etmez helâl.

 

O, büyük insanlardan, ok'u yedi bir defâ,

Ona çâre bulmaz, gitse de ne tarafa."

 

Oradan ayrılarak, gidiyorken evine,

Düşüp öldü, bir çâre, bulamadan derdine.

 

Buyurdu: "Ey insanlar, sevmeyin bu dünyâyı,

Ve aslâ unutmayın, Allahü teâlâyı.

 

Bir günah karşısında, korkun ki O'ndan gâyet,

Bundan daha kıymetli, yoktur başka ibâdet.

 

Kim Alah'tan korkarsa, siz dahî korkun ondan,

Ve lâkin hiç korkmayın, Allah'tan korkmayandan.

 

Bir günah işlerseniz, âcilen tövbe edin,

Tövbe etmek, başıdır zîrâ her ibâdetin.

 

Her namazı kılınca, tövbe edin siz yine,

Zîrâ güvenmemeli, bir kul ibâdetine.

 

Öyle düşünmeli ki, kul kendi günahını,

Görmemeli kat'iyyen, başkasının aybını.

 

Siz her hangi bir işi, getirirken yerine,

Bakın ki, uygun mudur, o iş dînin emrine?

 

Eğer uygun değilse, vaz geçin siz o işten,

Zîrâ kul böylelikle, halâs olur ateşten."

 

Konya'da yetişen velîlerin büyüklerinden Sultan Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Mustafa isminde zâlim bir kimse vardı. Malı, mülkü ve akrabâlarının çok olmasından istifâde ederek, bâzı kimselere eziyet ederdi. Bunu Sultan Veled'e şikâyet eylediler. Sultan Veled onu huzûruna çağırıp nasîhat ettiğinde, kaba sözlerle îtirâz etti. Mustafa'nın bu kaba sözlerine sükût eden Sultan Veled hazretleri, o çıkınca; "Bunun bir hafta ömrü kaldığı hâlde, hâlâ yiğitlik taslayıp sıhhatine güveniyor." buyurdu. Mustafa, dergâhtan çıkıp evine giderken, nereden geldiği belli olmayan bir ok, göğsüne saplandı. Bir hafta sonra öldü.

Konya'ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şam'dan Konya'ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak: "Burada yatılmaz kalk!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak: "Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım." dedi. Câmiyi kilitlemek için gelen kişi; "Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim." diye karşılık verdi.

Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı. Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, âniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine; "İmdât boğuluyorum!" diye bağırmaya başladı. Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona; "Ne oldu, niye bağırıyorsun?" diye sordu. Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti. Kendisine; "Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde: "Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim." buyurdu.

Meşhûr velîlerden Şeyh Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu yerde, bir genç yoldan gelip geçenleri rahatsız ederdi. Bir gün Hasan Efendinin yolu oraya düştü. Genç atını Hasan Efendinin üzerine sürüp; "Bana şarap parası ver." dedi. Parası olmadığını söylediği halde ısrar etti. Hakâret dolu sözler söyleyip uzaklaştı. Biraz sonra bir kağnı arabasına çarpıp öldü.

Yemen taraflarında yaşamış büyük velîlerden Şeyh İbni Hatîb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin talebelerine ders verdiği mescidin yakınında bulunan birkaç evde, uygunsuz işler yapılıyor, fakîh hazretleri, talebeleri ve diğer insanlar da bunlardan fevkalâde rahatsız oluyorlardı. Nihâyet bir gün talebelerinden bâzıları ile o evlere gidip, yapılan uygunsuz işlere mâni oldular. Böylece kendileri ve diğer insanlar rahata kavuştu. Bu evlerde bulunanların borçları vardı ve borçlarını, yaptıkları uygunsuz işlerden elde ettikleri paralarla ödüyorlardı. Fakîh hazretleri onların bu işlerine mâni olup son verince, bunlar vâliye gidip şikâyet ettiler. Vâli, Muhammed bin Mikâil isminde, kendini beğenmiş, dikkafalı, genç bir kimse olup, sultânın yakınlarından idi. Hemen hizmetçilerinden birkaçını fakîh İbnü'l-Hatîb hazretlerine gönderip, kötülük yapmak istedi. O gece öyle bir sırt ağrılarına yakalandı ki ağrının şiddetinden ölecek hâle geldi. Ayrıca karnı da şişti. Vâli rahat yatamayıp, birçok defâ kalktı. Her defâsında ölümü yaklaşmış, ölecek gibi oluyordu. Arkadaşları kendisine; "Bu hâl, fakîh hazretlerine kötülük düşünmen sebebiyledir. Hâlini düzelt, yoksa helâk olursun." dediler. Hatâsını anladı. Kendisini fakîh İbnü'l-Hatîb hazretlerinin yanına götürmelerini istedi. Sonunda fakîhin mescidinin kapısına güçlükle vardı. İbnü'l-Hatîb dışarı çıkıp; "Ey genç! Seni bu hâle getiren nedir?" diye sordu. Vâli; "Ey efendim! Ben Allahü teâlâya tövbe ve istigfâr ediyorum. Allahü teâlâ size rahmet eylesin! Bana acıyınız! Beni affediniz!" diye yalvardı. Fakîh onu tuttu. Onun için Allahü teâlâya duâ etti. Hemen orada, vâlinin bütün rahatsızlıkları yok oldu. Sıhhat ve âfiyet içerisinde evine döndü. O gün de vâlinin babası, Yemen'de Tâiz beldesinde sultanın yanında bulunuyordu. Aden'e geldiğinde olanları öğrendi. Oğluna kızdı ve; "Sâlihlere karşı niçin edebli davranmıyorsun?" diyerek azarladı. Sonra İbnü'l-Hatîb hazretlerinin yanına gelerek, oğlunun yaptıklarından dolayı kendisinden özür diledi ve onun gönlünü hoş-etmek, rızâsını almak için çok iltifâtlarda bulunup, çok hediye verdi. Böyle şeylerde gönlü olmayan fakîh hazretleri, buradan ayrılıp Mevzi şehrine yerleşti. Oranın ahâlisi kendisini çok sevdi. Çok ikrâm ve iltifâtta bulundular. Kendisine çok hürmet ettiler. Şânı yüce oldu. İsmi her yere yayıldı.

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Şeyh İbrâhim Ca'berî (rahme tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerine sıkıntı verip eziyet eden bir hıristiyan vardı. Durumu kendisine haber verdiklerinde, çok üzüldü. Hıristiyana adam gönderip onlara bir daha eziyet etmemesini tenbîh ettirdi. "Eğer yaptığında ısrâr eder ve onlara bir daha eziyet etmeye kalkışırsa, Allah'a yemîn ederim ki, onun kafasını şu kalemi kestiğim gibi keserim." buyurdu. O hıristiyan bu sözleri duyunca, "O, dediklerini yapamaz." diye düşündü. Eline fırsat geçtiği bir sırada yine o mübârek insanın talebelerinden birine eziyet etmeye kalkıştı. Durumdan haberdâr edilen İbrâhim Ca'berî hazretleri, cebinden çakısını çıkardı. Kalemin ucunu önceki târifi gibi tutup, kalemi açar gibi yaptı. O anda mâsûm insanlara zulmetmekten zevk alan o zâlim kimsenin başı gövdesinden ayrıldı. Bu hâdiseden sonra kimse onun talebeleri hakkında kötü düşünemez oldu.

Zamânın Mısır sultânı, Kelb-i Zevberî'ye mektup yazıp, İbrâhim Ca'berî'den şikâyet etti. İnsanların, ona kendisinden daha çok hürmet etmesini çekemiyordu. Bâzı âlimler de toplandılar ve sultânın hürmete daha lâyık olduğu husûsunda fetvâ verdiler. İbrâhim Ca'berî hazretlerine durumu haber verdiklerinde, onların bu hâllerine üzüldü. Allahü teâlânın bu sevgili kulunu üzmenin cezâsı olarak fetvâ verenlerin hepsinin ve hükümdârın idrâr yolları kapandı. Doktorlar çâre bulamadılar. Çok sıkıntı çektiler. Çâresiz kalıp, Ca'berî hazretlerinin huzûruna, başta hükümdâr olmak üzere, fetvâ veren ulemâ, sıkıntılı bir şekilde geldiler. Özür dileyip, kendilerinin affedilmesini istediler. Allahü teâlânın kullarına merhamette zamânının en önde gelenlerinden olan İbrâhim Ca'berî hazretleri de onları affedip, kendi ibriğini verdi. Ondan aldıkları suyla istincâ ettiler. Hepsinin idrâr yolları açıldı. Tövbe edip, Allahü teâlânın sevgili kullarına sataşmayacaklarına söz verdiler.