CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ'YI ÜZMEK (K - M - N)

Hindistan'ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu beldede meşhûr, herkesin kendisine baş vurduğu, ilim sâhibi Abdünnebî isminde biri vardı. Bu zât bir gün, Kerîmüddîn'i yemeğe dâvet etti. Yemekten sonra, istek ve arzusu ile Kerîmüddîn'e; "Bana büyükler yolunu tâlim eyleyin." dedi. Kerîmüddîn de; "Evin dışındaki mescide gel! Orada sana arzu ettiğini vereyim ve seni büyükler yoluna alayım." buyurdu. Abdünnebî; "Mescidde herkesin yanında olmaz. Yalnız yerde söyleyiniz." dedi. Kerîmüddîn, onun zâten meşhûr olduğu için, insanların yanında talebe olmaktan utandığını anladı ve bu işte esâsın nefse muhâlefet etmek olduğunu bildirmek için; "Yalnız yerde olmaz!" buyurdu.

Bunun üzerine o zât edebe riâyeti terk ederek; "Ben meşhûr bir kimseyim. Sözüm dinlenir. Eğer bana yalnız yerde, yolu tâlim etmezseniz insanlara sizin bid'at sâhibi olduğunuzu söyler, onların size gelip talebe olmalarına mâni olurum. Böylece kimse size gelmez." gibi şeyler söyleyerek, kendine göre, güyâ Kerîmüddîn'i tehdid eder bir ifâde kullandı.

Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî o münâsebetsiz kimsenin bu sözlerine üzülüp gayrete geldi. "Elinden gelen her şeyi yap! Halka istediğini söyle!" buyurdu. O kimse de, hakîkaten bundan sonra onun hakkında iftirâlara, bozuk sözler sarfetmeye başladı. Bu çirkin işe tevessül etmesinden birkaç gün geçmeden evi barkı harâb oldu. Kısa zaman sonra da kendisi ve oğlu öldü. Büyüklere Allahü teâlânın sevdiklerine karşı gelmenin cezâsını hemen çekmiş oldu.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Seyyid Gulâm Ali (Abdullah-ı Dehlevî) hazretleri şöyle anlatır: "Bir gün Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunuyordum. İhtiyâr bir adam gelip; "Şeyhin şöhreti Rahmânî mi, yoksa değil mi? Onu anlamağa geldim." dedi. Bu küstahça söz karşısında, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri son derece müteessir oldu ve öfkelenerek o ihtiyâra, keskin ve dik dik baktı. O esnâda ihtiyâr yere düşüp çırpınmağa başladı. Sonra; "Tövbe ettim. Allah için beni affet." diye yalvardı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, Allahü teâlânın ismi araya girince, kalktı ve ihtiyârın kolundan tutarak kaldırdı. İhtiyâr hemen düzel di."

İstanbul evliyâsının büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Sultan Bâyezîd hamamında tellaklık yapan bir Arnavud, bâzı töhmetler sebebiyle terbiye edilmesi için Ağa kapısında bulunuyordu. Bu Arnavud, Mehmed Emîn Efendiye düşman olup, suikast yapmak için gece gündüz tâkib ediyordu. Yine bir gün bu maksatla pazarda dolaşırken, Mehmed Emîn Efendiye bir köşe başında rastladı. Arkasından yavaş yavaş yaklaşıp benden haberi yoktur diyerek, belindeki kocaman bir bıçağı eline alıp arkadan vurmak için kaldırdı. Bu sırada Mehmed Emîn Efendi; "Vurma Arnavud!" dedi. Kendisini hiç görmediği ve arkaya dönmediği halde böyle söylemesi Arnavud'u şaşkına çevirdi ve Arnavud titremeye başladı. Olduğu yerde dona kaldı. Biraz gittikten sonra toparlanıp beni nasıl olsa görmedi diyerek tekrar peşinden tâkib edip, yaklaştı. Elindeki bıçağı arkadan vurmak için kaldırdı. Yine; "Dur Arnavud!" deyip onu uyarınca, korkup vurmaktan vazgeçti. Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına bakmadan yoluna devâm etti. Ancak Arnavud vazgeçmeyip üçüncü defâ peşinden yaklaştı. "Ne olacak vurma dese de dinlemeyip vururum." dedi. Yine bıçağı kaldırıp vurmak istedi. Bu sırada Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına dönmeden işin farkına varıp; "Arnavud elin öylece kalsın!" dedi. Bunun üzerine Arnavud'un eli başı üstünde havada dona kaldı. Hiç kıpırdatamıyordu. Kolunu oynatamadığını gören Arnavud, korkuya ve dehşete kapılıp; "Aman efendim! Affeyleyin." diyerek feryâda başladı. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; "Bak bre habîs, nedir bu senin ettiğin! Bizi görmez mi zannedersin? Bak şimdi ne hâle düştün?" dedi. Arnavud; "Aman efendim! Bir daha böyle işler yapmayayım." deyince; "Koy bıçağını beline." dedi. Arnavud bıçağı beline koyup Mehmed Emîn Efendinin ayaklarına kapandı. Bundan sonra günahlarına tövbe edip, Mehmed Emîn Efendinin sohbetlerine devâm etti. Zamanla makbul talebelerinden oldu.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; malına ve makâmına güvenip başkalarına zulmeden birisi, dil uzattı ve; “Varsın Şeyh beni üflesin.” diye alay etmeye başladı. O kişinin bu küstahlığını işiten Metbûlî, haber gönderip; “Ben üfürükçü değilim. Ancak okumu hangi hedefe yöneltirsem tam isâbet eder.” buyurdu. O esnâda helâya girmiş bulanan o kişi gecikince, adamları helânın kapısını açtılar, helâ çukuruna yüzünü koymuş bir şekilde can verdiğini gördüler.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Süleymâniye'deyken, Berzencîler'den silâhlı iki yüz kişi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin öldürülmesine karar verdiler. Cumâ günü, silâhlı olarak mescidin dış kapısında beklemeye başladılar. Cumâ namazı kılındıktan sonra, bütün halk câmiden dışarı çıktı. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar bu silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri, mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli kimselere heybetli bir nazarla bakınca kalblerinde müthiş bir korku hâsıl oldu. Öldürmek için gelenlerden bâzısı nâra atarak kaçıştı, bâzıları da yüzüstü düşerek perişân oldu. Bundan sonra, Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey olmamış gibi, Cennet misâli olan hânekâha gittiler. Kaçan bu düşmanların çoğu; "Mevlânâ câmiden çıkınca, onun omuzlarında heybetli bir arslanın ağzını açmış, üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık." dediler.

Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çiftliğinde değirmeni olan bir ortağı vardı. Köyünde bu değirmeni çalıştırarak geçimini temin ederdi. Köyün ileri gelenlerinden birinin de değirmeni vardı. Bu kimse sâdece benim değirmenim çalışsın diye o kimsenin değirmeninin oluğuna taş bırakır çalışmasına mâni olurdu. Bu durumu Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine birkaç defâ açıp zulme uğradığını söyledi. Adam da bu işinden bir türlü vaz geçmedi. Bir gün gene şikâyet etti. Muhammed Çelebi Sultan hazretleri; "Ayruk (gayrı) etmesün." buyurdu ve başka söz söylemedi. Şikâyette bulunan kimse bu sözden pek bir şey anlayamadı. Hattâ talebelere şeyh hazretleri fazla bir şey söylemedi ve kâdıya (hâkime) göndermedi diye yakındı. Talebeler şeyh hazretleri sana ne buyurdu diye sordular. O da; "Ayruk etmesün." dediğini söyledi. Talebeler bu sözü duyunca; "Öyleyse söz tamam oldu. Artık kurtuldun. Var git sen artık işin sonunu gözle." diye teselli etti. O kimse değirmenine gidip baktığında, değirmenin suyunun taştığını ve dışarı aktığını gördü. Yine taş bırakıldı zannederek oluğu yokladı. Değirmenin çalışmasına mâni olan kimse yine bir taş bıraktırmak için bir adam göndermiş, bu adam da taş bırakırken oluğa kendi düşüp ölmüştü. Bu hâdiseye çok şaşıp köye döndü. Köye gidince de, değirmenin oluğuna taş bıraktıran kimsenin de âniden öldüğünü öğrendi. Zâlimin elinden kurtulduğu için Allahü teâlâya şükretti. Muhammed Çelebi Sultan'a muhabbeti ve bağlılığı arttı.

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, bir gün İran kumandanlarından râfızî îtikâdlı biri, Hindistan'ın başşehrine gitmek üzere yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma'sûm hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Misâfir kâfir de olsa ona ikrâmda bulununuz." sözü gereğince, misâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye kadar beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi. Maksadı, Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma'sûm ile alay etmek, onu küçük görüp hafife almakmış. O sırada, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî misâfir geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf, hediye olarak birkaç tâne bıçak getirmişti. Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma'sûm hazretleri bıçaklardan birini alıp; "Bir salatalık getirin." buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla salatalığı kesti ve buyurdu ki; "Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının kesildiğini gördüm." Hakîkaten buyurduğu gibi oldu.

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Pârisâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Semerkand'da Mirzâ Halîl Şâh, Horasan'da da Mirzâ Şâhruh pâdişah idi. Muhammed Pârisâ, Semerkand pâdişâhı Mirzâ Halîl'e zaman zaman mektuplar göndererek, müslümanlara yardımcı olup, işlerine alâka göstermesini istiyordu. Mirzâ Halîl, bu mektupları kendisi için ağır görmeye başladı. Hasedçilerin de tahriki ile, Muhammed Pârisâ'ya karşı hoş olmayan bir tavır aldı. Nihâyet adamlarından birini göndererek; "Deşt (çöl) tarafına gitsinler! Orada bulunan nice kimseler onların bereketiyle müslüman olma şerefine ersinler..." şeklinde haber yollayıp, memleketinden çıkmalarını bildirdi. Muhammed Pârisâ hazretleri bu haber üzerine gelen elçiye; "Tamam kabûl ettik. Fakat önce büyüklerimizin kabirlerini ziyâret edeceğiz. Sonra da gideceğiz." dedi. Hemen atının hazırlanmasını istedi. Derhâl atını eğerleyip hazırladılar. Atına binip yola çıktı. Yanına, talebelerinden büyük bir kalabalık yaya olarak katıldı. Önce Kasr-ı Ârifân'a gidip, hocası Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Hocasının kabrini ziyâret edip ayrıldıkları sırada, yüzünde bir azamet ve heybet belirmişti. Oradan Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin kabrini ziyâret için de Sûhârî'ye gitti. Orada da ziyaretini tamamlayınca, atını sürüp yola çıktı. Sûhârî yakınında bir tepeye çıkınca, tepe üzerinde durup, Horasan'a doğru dönüp; "Hepsini yerle bir et; böylece bugün meydanda er kimdir, anlasınlar!.." mânâsında bir beyt okudu.

Bundan sonra Buhârâ'ya döndüler. Tam bu sırada, Horasan pâdişâhı Mirzâ Şâhruh, Muhammed Pârisâ hazretlerinin gönlünü kıran Semerkand pâdişâhı Mirzâ Halîl'e bir mektup yazdı. Mektubunda savaş ilân ettiğini bildirerek; "Geliyorum, harp meydânına çık!" diye yazmıştı. Bu karar önce kendi halkına duyurulmak için câmilerde okunup ilân edildi. Sonra da mektubu Mirzâ Halîl'e gönderdi. Mektubu gönderdikten hemen sonra da üzerine yürüyüp, Mirzâ Halîl'i mağlup ederek öldürdü.

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Şemseddîn bin Ketîle dedi ki: "Muhammed Şâzilî'yi tanıtan ilk hâdise şudur: "Sultan Ferec bin Berkûk, bir sebebten dolayı halkın üzerine ok attırıyor; Muhammed Şâzilî de buna karşı geliyordu. Muhammed Şâzilî'nin arkasından askerler gönderdi, yanına getirtti. Ona sert sözler söyledi ve; "Bu memleket benim mi, yoksa senin mi?" diye sordu. Muhammed Şâzilî de; "Bu memleket, ne benimdir, ne senindir. Kahhâr ve tek olan Allahü teâlânındır." dedi. Sonra gönlü kırık kalkıp gitti. Akabinde Sultâna bir hastalık ârız oldu ki, az kalsın ondan dolayı helâk oluyordu. Hastalığın tedâvisinden bütün doktorlar âciz kaldı. Sultânın husûsî danışmanlarından durumu anlayan bâzıları; "Bu, Muhammed Şâzilî'nin kalbinin kırılmasındandır." dediler. Sultân'a, Muhammed Şâzilî'nin gönlünü almanın, ancak hastalığa çâre olabileceğini anlattılar. Bunun üzerine Sultan; "Hatırını almam için ardından adam gönderip getirtiniz." dedi. Komutanlar ona gittiler. Onu Mısır'ın dışında bir yerde buldular. Sultân'ın isteğini haber verdiler. O, Sultân'ın yanına gitmeyi kabûl etmedi. Gelenler, Muhammed Şâzilî ile Sultan arasında tereddütte kaldılar, geri dönmediler. Sonunda Şâzilî, Sultân'a acıdı. Ona, temiz ve helâl zeytin yağı ile pişirilmiş bir ekmek parçası gönderdi ve onlara dedi ki: "Ona, bu ekmeğin hastalığını iyileştireceğini söyleyin. Fakat bir daha büyüklere karşı edebi terk etmesin." Sultan gönderilen ekmeği yiyince, iyileşti. O günden sonra, bu hâdise insanlar arasına yayıldı. Sultan, şükran borcu olarak, ona bir torba gümüş gönderdi. Gümüşü getiren, onu kürsüde vâz ederken buldu. Muhammed Şâzilî, gelen kişinin yanındaki gümüşler bitinceye kadar, avuç avuç alıp insanlara attı. Bu olanlar Sultâna ulaştı. Bunun üzerine Sultan, Muhammed Şâzilî'nin yanına gelip, ellerinden öptü. Muhammed Şâzilî, ona; "Kalk, şu kuyuya git. Ondan abdest suyu alarak şu fıskiyeyi doldur ki, kıyâmet günü bu senin için defterinde sevab olarak bulunsun." diye emretti. Sultan elbisesini çıkardı. Bir kova doldurdu. Ona bu kova çok ağır geldi. Güçlükle çekebildi. Baktı ki, altın doluydu. Muhammed Şâzilî'ye durumu söyledi. O da; "Onu kuyuya dök ve yeniden doldur." buyurdu. İkinci ve üçüncü dolduruşunda da böyle oldu. Muhammed Şâzilî buyurdu ki: "Kuyuya, bizim sudan başka bir şeye ihtiyâcımız yok de!" Bunları gören sultan, Muhammed Şâzilî'ye gönderdiği şeyin ne kadar değersiz olduğunu anladı.

Muhammed Şâzilî hazretlerinin bir komşusu vardı. Onu hiç sevmezdi. Devamlı aleyhinde konuşurdu. Ziyâretine gelenleri kapısından çevirerek; "Geldiğiniz zât, büyük kimse değil, o benim komşumdur, o sihirbâzın biridir." derdi. Muhammed Hanefî hazretleri, defâlarca ona nasîhat etti fakat fayda vermedi. Yine bir gün, uzak bir yerden kalabalık bir grup insan ziyâretine geldi. Bu zât, hemen bunların önüne geçip, aynı şeyleri tekrâr ederek, gelenleri geri çevirdi. Bunun üzerine Muhammed Hanefî hazretleri; "Yâ Rabbî! Yol kesicilerin cezâsını ver." diye duâ etti. Kısa bir müddet sonra, o kimse hastalandı. Ağzından kan ve ciğer parçaları geldi. Ve o hastalıktan kurtulamayıp öldü.

Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir kimse bir meseleden dolayı yalancılıkla suçladı. O da ellerini kaldırdı; “Yâ Rabbi! Eğer bu kimse sözünde yalancı ise onu helâk et.” diye duâ etti. Bu kimse orada cemâatın içinde can verdi. Askerler Mutarrif hazretlerini kâdıya götürdüler. Kâdı; “Sen adam öldürmüşsün.” dedi. Mutarrif hazretleri; “Hayır ben sâdece duâ ettim ve duâm o kimse hakkında kabul olundu.” diye cevap verdi. Bunun üzerine durum anlaşıldı ve müslümanların Mutarrif hazretlerine sevgi ve muhabbetleri bir kat daha arttı.

Fıkıh, hadîs âlimi ve büyük velî Yahyâ Münâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Ebü'l-Hayr Nehhâs isminde bir kimse vardı. O, halktan malların zekâtını ve uşrunu toplamak için sultan tarafından görevlendirilmişti. Fakat o görevini kötüye kullanarak, halkın elinden malların büyük bir kısmını karz-ı hasen (ödünç) olarak zorla alıyor, sonra ödemiyordu. Bir gün Ebü'l-Hayr Nehhâs, Münâvî'nin yanına gelerek; "Sultânın selâmı var. Sizden on beş bin dînâr karz-ı hasen (ödünç) istiyor." dedi. Onun gâyesi, bu parayı sonra ödememekti. O anda Münâvî'nin değil on beş bin, on beş dirhemi bile yoktu. Durumu Ebü'l-Hayr Nehhâs'a söyledi. Ebû Zekeriyyâ isminde, Münâvî'nin hizmetini gören bir talebesi vardı. Ona; "Sen bu gece İmâm-ı Şâfiî'nin türbesine git. Yüzünü onun mübârek yüzüne çevir. Hüsn-i edeble dur ve; "Hizmetçiniz Yahyâ Münâvî, başına gelenleri size arz eder." de. Ne cevap işitirsen, iyice ezberle ve gelip bana söyle." dedi. O talebe, İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin türbesine gitti ve hocasının dediklerini yaptı. Fakat İmâm-ı Şâfiî'den hiçbir ses işitmedi. Bunun üzerine hocasının dediklerini bir daha tekrâr etti. Yine bir şey işitmedi. Sonra birkaç defâ daha tekrar etti ise de, cevap alamadı. Sabahleyin hocasının huzûruna gelip durumu arz etti. Hocası; "Allahü teâlânın izzeti ile yemîn ederim ki, ben bu mecliste, sana verilen cevâbı işittim. İmâm-ı Şâfiî hazretleri buyurdu ki: "Yahyâ'ya de ki, on beş gün sonra Ebü'l-Hayr Nehhâs, yalın ayak, elleri kolları bağlı olarak senin yanına gelecektir. Şu üç şey arasında serbest bırakılacaksın. İster öldürtürsün, ister dövdürürsün, istersen bu beldeden sürdürürsün." dedi." Bu olaydan on beş gün sonra, sultan, Ebü'l-Hayr'ı elleri bağlı olarak Ebû Zekeriyyâ Münâvî'nin huzûruna gönderdi. Öldürtmekte, dövdürtmekte ve sürgün etmekte serbest bıraktı. Yahyâ Münâvî de onu sürgün etti. Ebü'l-Hayr Nehhâs, ölünceye kadar sürgünde kaldı.

Evliyânın büyüklerinden Ni’metullah Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün makam ve mevkî sâhibi birisinin yanına gitmişti. Orada, Mekke-i mükerreme âlimlerinden Şeyh Ferrûh da bulunuyordu. Ni’metullah Geylânî içeri girince, Şeyh Ferrûh derhal ayağa kalkıp hürmette bulundu. Makam ve mevkî sâhibi şahıs ise, Allahü teâlânın sevgili kullarından olan bu zâtı küçümseyerek, ona karşı gereken saygı ve hürmeti göstermedi. Ni’metullah Geylânî, o kibirli şahsın yanından ayrılınca, o şahıs humma hastalığına yakalandı. Bunun üzerine o şahıs hatâsını anlayarak, Şeyh Ferrûh’u, Ni'metullah Geylânî’ye gönderdi. Onun vâsıtasıyla özür dileyip af taleb etti. O zaman Ni’metullah Geylânî; “Ondaki o kibir hâli gidip tevâzu sâhibi oluncaya kadar, üç gün humma hastalığı onda devâm edecek” dedi. Nitekim, humma hastalığı üç gün devâm etti. Hummadan dolayı çok perişân oldu. Yaptığı işten dolayı pişmân oldu ve tövbe etti. O olaydan sonra herkese karşı tevâzu ile davranmaya başladı.