|
EVLİYÂ'YI ÜZMEK (C)
Anadolu velîlerinden
Celâl Ali Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine karşı birisi
hasedinin şiddetinden edepsizlik etmeye cüret gösterdi. Bir gün, büyük küçük,
şehir ve devlet ileri gelenlerinin de bulunduğu bir meclisde, Dede kelimesinin
kökünü ve nereden türediğini veya alındığını anlatıyordu. Bu esnâda hasedci;
"Dede lafzı, Arapçadır. Oyun, eğlence mânâsındadır." dedi. Onun bu sözleri Celâl
Ali Dede'nin gayretine dokunup; "Dede lafzı Farsçadır. Parçalayıcı mânâsınadır.
Dedekân, saflar hâlinde dizilmiş olan nefsânî ve benlik düşüncelerini parçalayan
orman arslanları demektir." buyurdu. Bunun üzerine o hasedci, bu açıklamayı
kabûl etmeyip, kabalık edip daha ileri gitti ve böyle olduğuna dâir ısrarla
delil istedi. O zaman Celâl Ali Dede; "Şâhidim, delilim odur ki, bu fakir cihâd-ı
ekber arslanları arasındayım. Bugün seni parçalayacaklar." dedi. İkindiden
sonra, o meclisde bulunanlar dağılıp herkes işine gitmek için dışarı çıktılar. O
hasedci de giderken yolda pusu kuran düşmanları tarafından öldürülüp parçalandı.
O mecliste bulunanlar bu olaydan sonra, dede kelimesinin şeyhin buyurduğu gibi
Farsça olup, parçalayıcı demek olduğunu anladılar.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında
bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca, talebelerine; "Bugün Mevlânâ'ya
gidip, onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular hazırlıyalım ki, hiç birisine
cevap veremesin." dedi. Talebeler soru hazırlamaya koyuldular. Kendisi de
çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı Sirâceddîn'in yanında Mevlânâ hazretleri
tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn'in yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu. Kâdı,
talebelerine; "Mevlânâ buraya geldi." deyince, talebeler; "Biz görmedik
efendim." dediler. Bu hâl, Kâdı Sirâceddîn'in zihnine takıldı, düşüncelere
daldı. Bir saat kadar sonra Mevlânâ hazretleri tekrar orada göründü. Bunu kâdı
ve talebeleri gördüler. Hepsine selâm verdi ve oradan ayrıldı. Biraz sonra kâdı
talebeleri ile namaz kılmak için büyük odaya geldiklerinde duvarlarda bir takım
yazılar gördüler. İncelediklerinde, Mevlânâ'ya soracağı sorular ve bu soruların
cevapları geniş olarak, yazılmış idi. Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri,
hayretlerinden dona kaldılar. Böyle büyük bir âlim ve velînin hakkında
besledikleri kötü düşüncelerine pişmân oldular. Hep birlikte gidip Mevlânâ'nın
talebesi olmakla şereflendiler.
İslâm âlimlerinden ve
evliyânın büyüklerinden Seyyid Cemâleddîn Ezherî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) bir defâsında meclisinde bulunanlara vâz ederken kendisini bilmez biri
gelip, edepsizce bâzı sözler sarfetti. O da bu sözlere üzüldü. Fakat cevap
vermedi. O kimse, çıkıp gitmek üzere kapıdan adımını atar atmaz, dışarıda
bulunan bir köpek ayağını öyle bir ısırdı ki, etraftan yetişenler ne kadar
uğraştılar ise de, köpek, o kimsenin ayağını bırakmadı. Üstelik sürüyerek oradan
uzaklaştırdı. Başı taştan taşa çarpan o edepsiz kimse, feryâd ederek fecî
şekilde can verdi. O köpek, o kimsenin ayağını ölmedikçe bırakmadı. Bu hâdiseyi
ibretle seyredenler, büyüklere dil uzatmanın ne kadar tehlikeli olduğunu daha
iyi anladılar.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin sohbetinde
bulunanlardan biri, kendisini imtihan için bir gün yanına geldi ve bir suâl
sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu suâle söz ile mi, yoksa mânevî olarak mı cevap
verelim?" dedi. O kimse; "İki şekilde de cevap ver." deyince, Cüneyd-i Bağdâdî;
"Keşke kendi kendini deneseydin. O zaman beni denemeye lüzum görmezdin. Mânevî
cevap istiyorsan, böyle yapmakla artık bizim yolumuzdan ayrıldın. Allahü
teâlânın dostlarını tecrübe etmeye, onları yaralamaya senin gücün yetmediğini
bilmez misin?" buyurdu. Bunun üzerine hemen o kimsenin yüzü, simsiyah olup,
kalbindeki bir parça yakîn de kayboldu. O kimse çok pişman olup yaptığına tövbe
etti. Çok istiğfâr etti. Cüneyd-i Bağdâdî yine de o kimseye merhamet edip
teveccüh etti. O kimsenin hâli bundan sonra daha düzgün oldu. |
|