CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Osmanlı velî ve âlimlerinden Muhammed Zâhidü’l-Kevserî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası aslen Kafkasyalı olup, memleketleri Ruslar tarafından işgâl edilince, hicret ederek Anadolu’ya geldi. Bolu’nun Düzce ilçesi yakınındaki bugünkü adı Çalıcumâ olan o zamanki adıyla Hacı Hasan Efendi köyüne yerleşti. Muhammed Zâhidü’l-Kevserî bu köyde dünyâya geldi. İlk tahsîlini babasından gördü ve Düzce âlimlerinden ilim öğrendi. Sonra İstanbul’a gelerek Kazasker Hasan Efendinin Dârülhadîs Medresesinde yerleşti. Fâtih dersiâmlarından Eğinli İbrâhim Hakkı Efendi ile Alasonyalı Ali Zeynelâbidîn Efendiden dînî ve Arabî ilimleri okuyarak, icâzet, diploma aldı. 1907 senesinde yapılan rüûs imtihânını kazanarak ders vekîli oldu. Ahmed Âsım Efendinin başkanlığındaki Ahıskalı Ahmed Esad Efendi, Dağıstanlı Mustafa bin Azm Efendi ve Tosyalı İsmâil Zühdü Efendilerden meydana gelen heyet huzûrunda dersiâmlık imtihânını kazandı. Bir müddet Fâtih Câmiinde müderrislik yapan Muhammed Zâhidü’l-Kevserî, 1913 senesinde İstanbul Müderrisliği rütbesine ulaştı. Fâtih Câmiinde müderrislik yaptığı sırada ayrıca Dârüşşafaka’da Arapça dersleri okuttu.

Zâhidü’l-Kevserî, Dârülfünûnda (İstanbul Üniversitesi) fıkıh ve fıkıh târihi derslerini okutmak için açılan imtihânı birincilikle kazanmış ise de bu vazîfeye, mevcut öğretim üyelerinden birisi vekâleten getirildiğinden, tâyini gerçekleşemedi. Ürgüplü Mehmed Hayri Efendinin şeyhülislâmlığı sırasında ıslâh edilen medreselerde belâgât, aruz ve ilm-i vâd' derslerini okuttu. Bu sırada Kastamonu’da açılan yeni bir medreseyi faâliyete geçirmekle vazîfelendirildi. Üç yıl kadar bu vazîfeyi liyâkatle yürüten Zâhidü’l-Kevserî, istifâ ederek İstanbul’a döndü. İstanbul’a dönüşü kış mevsimine rastlıyordu. Her taraf karlarla kaplı olduğu için Karayolundan gitmeyi tercih etmeyip deniz yolundan gitmeye karar verdi. İnebolu Limanından bindiği eski bir gemi kâh durup kâh dolanarak Ereğli’ye yaklaştı. Zâhidü’l-Kevserî yola böyle devâm etmektense inmeye ve Akteşşehir’e geçmeye karar verdi. Orası Düzce’ye yakındı. Sefere ara verip Düzce’ye gitmeyi ve şartlar yolculuğa müsâit oluncaya kadar orada kalmayı düşünüyordu. Gemiden inip bir kayıkla Akteşşehir’e gitmek üzere yola koyuldu. İkindi vaktine doğru deniz hırçınlaştı. Ard arda vuran dalgalar, Zâhidü’l-Kevserî ve Akteşşehir yolcularının bulunduğu kayığı devirdi. Fakat yolcular devrilen kayıktan ayrılmayıp kayığın kenarlarına tutundular. Dalgalarla uğraşmadan dolayı bir müddet sonra Zâhidü’l-Kevserî de diğer yolcular gibi kendini kaybetti. Denizden çıkarıldığında tek hissettiği şey kulağındaki çınlamaydı. Diğer yolcular da güçlükle fakat sağ olarak sâhile çıkarıldılar. Zâhidü’l-Kevserî’nin Kastamonu’ya götürüp de, orada bırakmayıp İstanbul’a geri getirmek için yanına aldığı çok sayıda eşyâları ve nefis yazma kitapları sulara gömüldü. Aralarında asırlarca önce yazılmış ünlü âlimlere âit fıkıh, hadîs ve akâid ilimlerine dâir kitaplar da bulunuyordu.

Kazâdan sağ sâlim kurtulan Zâhidü’l-Kevserî hazretleri birkaç gün kalmak üzere Düzce’ye gitti. Bu esnâda İstanbul’dan Dârüşşafaka Medresesine tâyin edildiğini bildiren telgraf geldi. Bu emir üzerine İstanbul’a gelen Zâhidü’l-Kevserî, Dârüşşafaka’daki vazîfesine başladı. Bir ay sonra da Medresetü’l-Mütehassısîne müderris tâyin edildi. Ders vekâleti meclisine üye seçildi. Bir müddet sonra yetmiş beş Osmanlı lirası aylıkla ders vekilliğine tâyin edildi.

Sultan İkinci Bâyezîd Han bir medrese yaptırmış ve bu medresede Şeyhülislâmın bizzat ders vermesini emretmişti. Fakat zamanla Şeyhülislâmlar meşgûliyetlerinin çoğalması sebebiyle kendilerinin yerine ders vermek üzere bir vekil görevlendirmişlerdi. Şeyhülislâmın yerine ders veren bu müderrislere ders vekîli denirdi. Ders vekîlinin yetkisi El-Ezher Üniversitesi rektörünün yetkisine eşitti. Sultan Vahîdeddîn Han zamânında Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin ders vekîli olan Zâhidü’l-Kevserî bu şerefli vazîfeyi liyâkat ve üstün başarıyla yürüttü. Sonra Bayındırlık Kurulunun, Sultan İkinci Mustafa Hanın yaptırmış olduğu Lâleli Medresesini yıkmasına karşı çıktığı için bu vazîfesinden alındı.

İslâm dînini doğru olarak anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda giden, her türlü sapık ve bozuk cereyânlara karşı olan Zâhidü’l-Kevserî, Osmanlı Devletini batıran İttihâd ve Terakkîye ve onlara âlet olan, din âlimi ve şeyh geçinen fakat İslâmiyetten haberi olmayan kimselere şiddetle karşı çıktı. İstanbul’da kaldığı zamanlar yüzlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelere tahsillerinin sonunda ehliyetli olduklarına dâir icâzetnâme, diploma verdi. Fakat Ehl-i sünnet yoluna ve Ehl-i sünnet âlimlerine olan hücûmlar karşısında kale gibi direnmesini sürdürdüğü için ittihâdçılar ve onların maşaları durumunda olanların haksız ithâm ve hücumlarına uğradı. Ders Vekâleti Meclisi üyeliğini ve müderrislik vazîfesini devâm ettirdiyse de, bâzı ihlâslı kimselerin kendisine, tutuklanması için türlü oyunların tezgâhlandığını haber vermeleri üzerine durum yatışıncaya kadar geçici olarak İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi. 3 Kasım 1922 târihinde Mısır’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Deniz yoluyla İskenderiyye’ye oradan da Kâhire’ye gitti. Birkaç ay Kâhire’de kaldıktan sonra Şam’a gelip bir yıl burada kaldı. Sonra tekrar Kâhire’ye dönerek Câmiü’l-Ezher’de (Ezher Medresesinde) okuyan Türk talebelerin kaldığı Ebü’z-Zeheb Muhammed Bey Dergâhına yerleşti. Orada kaldığı müddet içinde ders okutup talebe yetiştirmekle ve ilmî eserler yazmakla meşgûl oldu. 1928 senesinde tekrar Şam’a gelip bir yıl kaldıktan sonra Kâhire’ye döndü. Dârü’l-Mahfûzâti’l-Mısriyye (Mısır Devlet Arşivi) de bulunan bir kısım Türkçe belgeleri Arapça’ya tercüme etme gibi mütevâzî bir işte çalışarak geçimini sağladı. Bir müddet sonra eşini ve çocuklarını da İstanbul’dan yanına getirtti. Bir oğlu ve üç kızı olan Zâhidü’l-Kevserî, son senelerini ilmî eserler yazmakla geçirdi. Son yıllarda şeker hastalığı ve yüksek tansiyon rahatsızlığına tutuldu.

Bir oğlu ve üç kızı onun sağlığında Kâhire’de vefât ettiler. Zâhidü’l-Kevserî hazretleri de H.1371 senesinde Kâhire’de vefât etti. Câmiü’l-Ezher’de kılınan cenâze namazından sonra Karâfe Kabristanında İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin kabri civârında, dostu İbrâhim Selîm’e âit bölümde defnedildi. Vefâtından sonra ayağına sıcak su dökülüp rahatsızlanan hanımı Türkiye’ye dönmüş ve 1957 senesinde Düzce’de vefât etmiştir.

Büyük velîlerden ve Mısır’da yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştayken babası vefât etti.

Doğum yeri olan Senîke’ye Rebî bin Abdullah isminde bir âlim gelmişti. Rebî bin Abdullah, kendisine yardım edilmesini isteyen bir kadın gördü. Kadının kocası ölmüş, çocuğu yetim kalmıştı. Şehrin vâlisi çocuğu saka kuşu avlamaya gönderiyordu. Rebî bin Abdullah çocuğu ve kadını yanına çağırıp, kadına; “Eğer oğlunun böyle durumlara düşmekten kurtulmasını istiyorsan, oğlunu bırak Câmi-ül-Ezher’de okusun, ilimle meşgûl olsun.” dedi. Oğlunun bu durumdan kurtulması için can atan kadın, onu Rebî bin Abdullah’a teslim etti. Rebî bin Abdullah küçük yaşta olan Zekeriyyâ Ensârî’yi alıp Câmi-ül-Ezher’e götürdü. Kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmin tamâmını ezberleyen Zekeriyyâ Ensârî, zamanının büyük âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti.

Zekeriyyâ Ensârî hazretleri; Gençlik yıllarını anlatırken şöyle buyurdu: “Ben uzak yerden Câmi-ül-Ezher’e bir zât tarafından getirilmiştim. Daha çok gençtim. Burada dünyâ işlerinden uzak ve kalbimi mahlûkâttan hiç birine bağlamadan, sâdece ilim ile meşgûl oluyordum. Çok defâ acıktığım zaman, bulduğum karpuz, kavun artıklarını yıkayarak yerdim. Senelerce böyle devâm ettim. Sonra Allahü teâlâ bana velî kullarından birisini gönderdi. O, benim, yiyecek, içecek ve kitap gibi bütün ihtiyaçlarımı karşılıyordu. Bana; “Ey Zekeriyyâ! Benden hiçbir şeyini gizleme!” derdi. Birkaç sene böyle devâm etti. Bir gece herkes uyurken beni uyandırıp; “Kalk ve benimle gel!” dedi. Beni, Câmi-ül-Ezher’deki vikâde merdivenine götürdü. Oraya vardığımız zaman bana; “Kürsüye çık!” dedi. Son merdivene kadar çıkıp inmemi istedi. Ben onun isteğini yaptıktan sonra; “Senin akranların vefât edecek, fakat sen yaşıyacaksın. Kadrin ve kıymetin çok yüksek olacak. Kâdı’l-kudât’lık yapacaksın. Daha sen hayatta iken talebelerin şeyhülislâm olacak. Sonunda gözlerin görmeyecek.” dedi. Ben ona; “Gözlerim mutlakâ görmeyecek mi?” diye sorunca; “Evet görmeyecek.” diyerek ortadan kayboldu. Bir daha o zâtı görmedim.”

Zekeriyyâ Ensârî, ilimde akranları arasında yüksek mertebeye ulaştı. Behce üzerine yaptığı şerhi, hocasının yanında elli yedi defâ okudu. Vaktini ders okutmak, kitap mütâlaa etmek, fetvâ vermek, eser yazmak, kâdılık ve mühim vazifelerle meşgûl olmak sûretiyle geçirdi. Faydasız işlerle hiç meşgûl olmazdı. Vakar sâhibiydi.

Hadîs, fıkıh, tefsîr gibi naklî ilimlerde ve aklî ilimlerde derin âlim olan Zekeriyyâ Ensârî, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. İlmi ve güzel ahlâkıyla insanlara faydalı olmaya başladı. Bu yüzden her beldeden ilim tâlipleri, ders almak için onun yanına geldiler. Allahü teâlâ onun ömrünü uzun eyledi. Zekeriyyâ Ensârî’ye, talebelerinin ve onların talebelerinin şeyhülislâm olduğunu görmek nasîb oldu. Zekeriyyâ Ensârî’den ilim öğrenmiş olan büyük âlimlerden bâzıları şunlardır: Cemâlüddîn Abdullah Sûfî, Nûreddîn Mahallî, İmâm Meclî, Fakih Ümeyre Berlisî, Kemâlüddîn ibni Hamza Dımeşkî, Behâuddîn Fâsî, Haleb bölgesi müftîsi Bedrüddîn ibni Süyûfî, Şihâbüddîn Hımsî, Bedreddîn Alâî el-Hanefî, Şemsüddîn Şiblî, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Şihâbüddîn Remlî, Şemsüddîn Remlî, Şihâbüddîn ibni Hacer Heytemî, Sâlih Cemâlüddîn Yûsuf, Şemsüddîn Hatîb Şirbînî el-Mısrî, Allâme Nûreddîn Nesefî el-Mısrî ve başka birçok âlim. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâda ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için çalışan Zekeriyyâ Ensârî hazretleri, herkesle iyi geçinip hizmet etti.

Kâdı’l-kudât olmadan önce günlük kazancı üç bin dirhemdi. Çok kıymetli kitaplar topladı. Sohbetlerinden ve sözlerinden çok istifâde edildi. Gece-gündüz ilim ve amelle meşgûl oldu. Yaşı çok ilerlemiş olmasına rağmen Sahîh-i Buhârî’yi şerh edip, daha önce yapılmış olan on şerhi de, kendi yazdığı şerhde topladı. Beydâvî Tefsîri’ne hâşiye yazdı. Okudukları kitaplardan güzel ve mühim mevzûları yazıp getirenlere mükâfât verirdi. Zekeriyyâ Ensârî çok hayır yapardı. Kendisinden yaşça ve ilimce küçük birisi ona emr-i mârûfta bulunsa hemen kabûl ederdi. Ömrünü aslâ zâyi etmedi. Her fazîlet sâhibi kimseyi hased eden olduğu gibi, onu da hased edenler vardı. Zekeriyyâ Ensârî’nin, sâlih ve velî bir zât olarak şöhret bulması, Sultan Hoşkadem zamânında olmuştur. Bir gün Sultan, Zekeriyyâ Ensârî'yi ziyâret etti. Bundan sonra herkes Zekeriyyâ Ensârî’yi ziyârete koştu ve onun şöhreti her tarafa yayıldı.

Sultan Kayıtbay, Zekeriyyâ Ensârî’yi Kâdı’l-kudât yapmak istedi. O, bu görevi kabûl etmedi. Lâkin fazla ısrarlara dayanamayarak, istemeye istemeye kabûl etti. Bir süre sonra sultânın yaptığı bir haksızlığı, açıkça söylediği ve bundan menettiği için bu vazifeden alındı. Zekeriyyâ Ensârî, Kâdı'l-kudât olduğu için çok üzülürdü. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî bu durumu şöyle anlattı: Bir gün bana, Zekeriyyâ Ensârî; “Hatâ ettim.” dedi. Ben nede hatâ ettiğini sorunca; “Kâdılığı kabûl etmekde. Çünkü ben daha önce herkesin gözünden uzak, kendi hâlimde yaşıyordum." dedi. Bunun üzerine ben; “Efendi! Evliyâdan olan bir zâttan işittim, şöyle buyurmuştu: “Velî bir zâtın kâdılık vazîfesine tâyin edilmesi, insanlar arasında iyiliği, zühdü, verâsı, keşf ve kerâmetleri yayılınca onun hâlini setreder, onu perdeler.” dedim. Bunun üzerine Zekeriyyâ Ensârî; “Evlâdım! Elhamdülillah benim bu husustaki üzüntümü hafiflettin.” buyurdu.