|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi
olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
doğumundan itibaren üstün halleri görülmüş olup, annesi nifastan (lohusalık
hâli) temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki,
görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç
düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir
zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak istedi ve
onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydullah-ı Ahrâr'ı da görmek isteyip,
babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü.
Getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak,
Ubeydullah-ı Ahrâr'ı kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Benim
istediğim çocuk budur. Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam.
Bunun âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi
tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine itâat
edecekler. Bundan zuhûr edecek işler, önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir." Daha
birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah-ı
Ahrâr'ın babası Mahmûd Şâşî'ye; "Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi
yetiştirip terbiye et." vasiyetinde bulundu.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle anlattı:
"Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayâlgücü vardı. Şöyle ki;
yalnızbaşıma evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim
Ebû Bekr Şâşî'nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu. Hemen evden çıktım,
kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime hiçbir korku gelmedi. Bir saat
kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabrine gittim. Yine içimde bir
vehm ve korku yoktu. Oradan Şeyh İbrâhim Kimyager'in kabrine, Şeyh Zeynüddîn
Kûy-i Ârifan'ın kabrine gittim. İçimde hiçbir korku yoktu. Bundan sonra artık
bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle
hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra hiç korkmadım. Taşkent'in bütün
mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir
gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda yeni kendime gelmiştim. Ev
halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş olacaklar ki, peşimden süt
kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh
Hâvend Tâhûr'un kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma
gelir gelmez, elini üzerime koyup titremeye başladı. "Sana ne oldu?" dedim.
"Gözüme garip şeyler görünüyor, az kaldı helâk olacaktım." dedi. Onu alıp, eve
götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki: "Artık ondan şüphelenmeyiniz. Ondan
dolayı hoşnud olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş. Karanlık
gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz,
sabaha kadar kalmaktadır." Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir
hâle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler."
Mevlânâ
Fethullah Tebrîzî şöyle anlatmıştır: "Seyyid Kâsım'ın sohbetine çok devâm
ederdim. Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, tasavvufa dâir ince meselelerin
konuşulduğu bu mecliste sabahlardım. Gözüme uyku girmezdi. Bir defâsında Seyyid
Kâsım'ın sohbetindeyken, içeriye Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım,
onu büyük bir alâka ile karşıladıktan sonra, garîb, meârif ve acâib hikmetler
konuşmaya başladılar. Dikkat ettim, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın her ziyârete
gelişinde, Seyyid Kâsım gayr-i ihtiyârî en ince meseleleri ve sır bahislerini
açardı. O zaman öyle hâller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı. Bir gün
Ubeydullah-ı Ahrâr, Seyyid Kâsım'ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid
Kâsım bana; "Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin dili, sözleri gâyet tatlıdır. Ama
yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sâhiplerinin temenni ettiği saâdete
kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamânın bir
hârikası, devrânının bir tânesidir. Ondan çok büyük işler, tecellîler zuhûr
edecek ve dünyâ onun velâyet nûruyla dolacaktır." Seyyid Kâsım'ın bu
sözlerinden, içime Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kemâl ve olgunluk zamânına ulaşma
arzusu düştü. Sultan Ebû Saîd zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr Taşkent'ten
Semerkand'a geldi. Hizmetine girdim. Kısa zamanda Seyyid Kâsım'ın işâret ettiği
üstünlükleri onda görüp anladım."
Reşehât
kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük
veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım.
Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile
bağdaş kurarak oturduklarını görmedim."
Otuz beş
yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını
ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid
olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir
davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve
rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile
bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi."
Ömrünü
İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve nasîhatlarıyla
insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri
H.895 senesi Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün
sürdü. Vefâtından on iki gün önce; "Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz
yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta
yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; "Bir günlük hastalık (humma), bir
senenin keffâretidir." hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa ugun olduğunu
söylemişlerdir." buyurdu.
Konya'nın
büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük
yaştan îtibâren Kur'ân-ı kerîm, hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerini öğrenmeye,
tasavvufda yükselmeye başladı. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî ilimlerde söz
sâhibi olacak şekilde yetişti. Çok zekî, pek edebli idi. Her hâliyle Mevlânâ'ya
benzerdi. Geceleri sabahlara kadar ibâdet eder, boş yere hiç vakit geçirmezdi.
Devamlı ilim öğrenmeye ve insanlara faydalı olmağa gayret ederdi. Çok heybetli
idi. Görenlerde, korku ile karışık bir saygı hâsıl olurdu. Yanına beyler,
emîrler, makâmı yüksek kimseler, âlimler, velîler gelir, sükût ederek onu
dinlerlerdi. Herkesin mertebelerine göre konuşur, sözlerinin herkes tarafından
anlaşılmasını sağlardı. Kimsenin kabahatini yüzüne vurmaz, sohbetlerinde ortaya
konuşurdu. Mânevî derecesine göre herkes hissesini alırdı. Başkalarının
kalblerindeki gizli bilgileri, sormak istedikleri suâlleri anladığını belli
etmez, dolaylı yollardan suâllerin cevaplarını verirdi. İslâmiyeti yaymak, Ehl-i
sünnet îtikâdını her tarafa duyurmak için çeşitli memleketlere gitti. Doğu
Anadolu'yu, İran'ı, Âzerbaycan'ı gezdi. Her gittiği yerde İslâmiyetin
güzelliğini, büyüklüğünü anlatıp, doğru ibâdet etmenin, ihlâslı olmanın, her işi
Allah rızâsı için yapmanın ehemmiyetini îzâh ederdi. Geçtiği şehirlerdeki
âlimler, onun sohbetlerine hayran kalırlar, ayrılırken şehir dışına kadar
çıkarak, onu teşyî ederlerdi.
|
|