CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Seyyid Ahmed Hicâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kastamonu velîlerinin büyüklerinden olup, soyu Resûlullah efendimize uzanmaktadır. Büyük velî Seyyid Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğludur. H.1242 de dünyâya geldi.

Üç-dört yaşlarında iken pederlerinin hatim toplantılarına katılmaya başladı. Bu sıralarda zaman zaman ilâhî bir aşkla kendinden geçtiği görülürdü.

Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin dergâhına giden yolda kışın zaman zaman Serçeoğlu yokuşunda kızağa binen çocukları seyre giderdi. Yine böyle bir günde yolun kuzeyinde bulunan Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin büyük halîfelerinden Hacı Mustafa Efendi hazretlerinin medfûn bulunduğu türbeden çıkan bâzı kimseler kendisini türbe içine aldılar ve pekçok nîmetlerle gönlünü hoş ettiler. Sonra yine dışarı çıkardılar. Bu olay pekçok kere tekrarlandı. Hattâ bâzan her türlü nîmetin mevcûd bulunduğu o mübârek zâtların yanından ayrılmak istemez, uzunca bir süre içeride kalırdı. Bir defâ uzun aramalardan sonra anne ve babası kendisini adı geçen türbeden çıkarken görüp çok şaşırmışlardı. Küçük Ahmed 12 yaşına gelinceye kadar oranın vefât etmiş bir zâtın türbesi olduğunu bilemedi. O nîmetlerle dolu olan bu yeri bir zâtın hânesi zannederdi. Öğrendikten sonra ise bir daha o haller meydana gelmedi. İrşâd, insanlara Allahü teâlânın emr ve yasaklarını bildirme makâmına geldiğinde bâzan neşeli sohbetler sırasında bu vakayı talebelerine naklederdi.

Tahsil yaşına geldiğinde önce meşhur kırâat âlimlerinden Hüseyin Hüsnü Efendiden Kur'ân-ı azîmüşşânı hatmetti. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh, hadîs ve kelâm tahsilinden sonra Keskinzâde Ahmed Erîb Efendi hazretlerinin sohbetlerine devamla, tasavvuf dersleri aldı. Kara Kâdızâde Mustafa Efendiden ilm-i ferâiz ve Mesûdî Efendiden de ilm-i hadîs dersleri aldıktan sonra babası Ahmed Siyâhî hazretleri kendisine icâzet, diploma verdi. Ayrıca icâzetnâmede pekçok da nasihatler etti.

İcâzetnâmenin özü şu şekildedir:

"...Bu icâzeti kendi irâdemle vermeyip velîlerin kutbu büyük mürşid Şeyh Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden îtibâren nebîlerin sultanı hazret-i Peygamber efendimize varıncaya kadar silsile-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyyede isimleri yazılı seyyidler ile hâcegân-ı izâm hazretlerinin mübârek ruhlarından izin ve muvâfakat aldıktan sonra takdim ettim.

Ahmed Hicâbî Efendi, 1851' de Keskinzâde hazretlerinin vefâtı üzerine İstanbul'a geldi. Burada da tahsîline devamla meşhur âlimlerden Müneccimbaşı Tâhir Efendiden hikmet, astronomi, eski sadrâzam Mehmed Rüşdî Paşadan mantık, edebiyat ve Hâzım Efendiden usûl-i fıkıh dersleri aldı.

Bu tahsilleri sırasında Hocapaşa semtindeki Safvetî Paşa Dergâhında ikâmet ve talebeleri yetiştirme işi ile meşgul olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin daha sağken yerine tâyin ettiği, kendi yerine irşâd makâmına geçirdiği Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin sohbetine koştu ve dört sene hizmetinde bulundu. Bu esnâda tasavvuf mertebelerinde ilerledi.

Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından, gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, onun kavuştuğu ilim ve irfâna bakarak, pederleri Ahmed Siyâhî hazretlerinin verdiği icâzetnâme üzerine kendisi de bir icâzetnâme yazdı.

Böylece Ahmed Hicâbî Efendi, İstanbul'da bulunduğu altı sene içinde bir taraftan büyük âlimlerden ilim tahsîlinde bulunurken, diğer taraftan Abdülfettâh Efendi gibi mükemmel bir yetiştirici elinde tasavvuf yolunda ilerledi ve 1857 yılında Kastamonu'ya döndü. Bir müddet pederlerinin yanında talebelerin terbiyesi ve yetiştirilmesi işi ile meşgul oldu. Abdülazîz Efendi hayatta olduğu halde irşâd işinin başına Ahmed Hicâbî hazretleri geçti.

Husûsî halleri, huyları, hareketleri hep Peygamber efendimizin güzel ahlâkını andırırdı. Yalnız bulundukları veya insanlar arasında olduğu zamanlarda hep Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyar, insanlara İslâm ahlâk ve yaşayışının nasıl yapıldığını gösterirdi.

Kış günlerini talebelerin terbiyesi, dersleri ve zikr-i ilâhî ile geçirirdi. Yaz günlerinde ise bâzan birkaç ay havası güzel, suyu tatlı köy ve kasabalara giderdi. Dağlarda ve kırlarda dolanır, uçsuz bucaksız semâya, yeryüzüne, bitkilere, çiçeklere, böceklere bakarak, Allahü teâlânın sınırsız kudret ve azametini düşünür, daha büyük bir aşkla cenâb-ı Hakk'ı zikrederdi. Onun her hareketi, her işi, her düşüncesi Allahü teâlânın rızâsı için olduğundan ve her ne murâd etse O'nun rızâsına uygun bulunduğundan bu seyr ve seyahatlerinde din ve dünyâsı için pekçok fayda hâsıl olurdu.

Bu seyahatleri esnâsında köy ve kasabalarda görüştüğü ahâliye hayırlı nasihatlarda bulunur, bilmediklerini öğretir, İslâmiyete uygun olmayan davranışlardan men ederdi. İlmin yayılması için mektep, medrese gibi hayır eserlerinin yapılmasını teşvik ederdi. Nitekim bu gayretleri neticesinde, İnebolu kazâsının Abana nâhiyesinde bir mekteb-i rüşdiye, bir hamam, Araç kazâsında bir büyük câmi-i şerîf, bir medrese ve bir mekteb-i rüşdiye ve Taşköprü'nün Ayvalı köyünde bir medrese inşâ edilmesine bizzat nezâret etmişlerdir. Ayvalı köyündeki medresenin başına kendi halîfelerinden İsmâil Efendiyi getirmiştir. Bâzan da dâmâdları Keskinzâde Molla Efendinin çiftliğinin bulunması hasebiyle Daday kazâsını teşrif ederlerdi. Burada da bir medrese, bir mekteb-i rüşdiye, misâfir odaları ve pazar mahallinde pekçok dükkanın binâ olunmasına ön ayak olduğu görülmüştür.

Ahmed Hicâbî hazretlerinin seyahatleri ekseriya rûhâniyetlerinden istifâde edilecek, feyz alınacak mübârek zâtların türbelerinin bulunduğu mahallere olurdu. Senede bir defâ Kastamonu'da Ilgaz Dağı eteğinde medfûn Muhyiddîn Beklî Sultan Bayramî, Kasaba köyünde medfun Dayı Sultan, Merkûse nâhiyesinde bulunan Sa'deddîn Horasânî, Sorkun'da Sekûtî Sultan ve Küre'de Mahmûd Şâbânî hazretlerinin türbelerini ziyâret eder ve temiz toprağını koklarlardı. Ne zaman bu mübârek makamları ziyârete gelseler etraftaki köy ve nâhiyelerden pekçok ziyâretçiler de toplanır, Allahü teâlânın rızâsı için kurbanlar kesilir, fakir fukaraya dağıtılırdı.

Yine bir defâsında Bekli Sultan hazretlerini ziyâret maksadıyla türbenin yanına gelmişti. Şeyhin geldiğini duyan pekçok kişi de oraya koştu. Bu sırada türbeye yakın bir köy ahâlisinden Ömer Ağa adında biri yanında bir koyunla geldi. Şeyh hazretlerinin elini öptükten sonra; "Efendim burada bir koyun keseceğimi nezretmiştim. Ancak uzun bir süre geçtiği halde sözümü yerine getiremedim. Dün gece rüyâmda Bekli Sultan hazretlerini gördüm. Bana, yarın türbesine gelecek muhterem misâfirleri için adağımı götürüp kesmemi emr buyurdular. Bu sözleri ağlayarak nakleden Ömer Ağa, orada bulunan herkesi de ağlattı. Ahmed Hicâbî hazretleri de Bekli Sultan hazretlerinin dergâh-ı şerîfleri kapısına:

"Ziyâretle murâd almak ümidiyle gelen insân" diye başlayan şiirini yazdı.

Seyyid Hicâbî hazretlerinin sözleri pek tatlı, ifâdesi çok açıktı. En ince bir ilmî meseleyi, en mühim bir fennî faydayı hiç hoca görmemiş bir ümmîye bile anlatmakta güçlük çekmezdi.

Seyyid Ahmed Hicâbî hazretleri 1889 senesinde hastalığının artması üzerine daha ziyâde inzivâyı, köşesine çekilip Allahü teâlâyı zikretmeyi arzu eder oldu. Geceleri uyumaz, namaz ve zikir ile meşgul olurdu. Kendilerinde yirmi senedir bulunan kalp hastalığına müptelâ oldukları halde, aslâ ve katiyyen hastalıklarından bahsetmez ve soranlara; "Rabbimizin keremine şükrolsun, âfiyetteyim." cevâbıyla mukâbele ederlerdi. Vücutlarında görülen aşırı halsizlik sebebiyle Ramazân-ı şerîfte oruç tutmasının hastalığı arttıracağı tabibler tarafından ihtar olunduğu halde; "Böyle bir mübârek aya ulaştık. Şimden sonra bizim için nasip, kısmet mukadder değildir. Borçlu gitmeyelim." cevâbını vererek orucunu tutmaya başladı ve Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile tamamladı. Bir yere gitmek için kendisinden izin istemeye gelen dostlarına; "Geri dönersiniz. Amma beni bulamazsınız. Hakkınızı helal edin." derdi.

Seyyid Hicâbî hazretleri bir müddet sonra Tosya'da bulunan ulemâdan Mâhir Efendinin gelmesi için haber gönderdi. Haberi alan Mâhir Efendi on iki saatlik mesâfeyi sekiz saatte alarak huzur-ı saâdetlerine ulaştı. Seyyid hazretleri ona bakarak; "Molla Mâhir görüyorsun. Biz pazarlığı ilerlettik. Cenâb-ı Hakk'ın emrini bekliyorum. Vasiyetlerimin yerine getirilmesine dergâh ve medresenin memuriyetine ve talebelerin yetiştirilmesine gayret ve himmet et. Benim için müteessir olma. Aradığım bu gün idi. Hemen ölüm hâlimizin güzel ve kolay olması için duâ edin." buyurdu.

Sonra dâmâdı Keskinzâde'ye kütüphânedeki emânetler içerisinde bulunan ve muhterem pederlerine Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri tarafından ihsân edilen yeşil tâcın tabutları üzerine konulmasını, kabirlerinin pederlerinin kabrinden küçük yapılıp süslü olmamasını ve dergâha hizmeti terk etmemesini vasiyet ettiler.

Cumâ günü öğleden sonra yanlarına girmekte olan hanımlarına, kızlarına ve hizmetçilerine hitâben; "Bizim etrafımız artık mukaddes ruhlar ile doldu. Çok dikkatli hareket edin ve çok seyrek olarak girip çıkın." buyurdu. İkindiye yakın abdest alarak ağızlarına bundan böyle dünyâ nîmetlerinden bir şey almayacaklarını ve Rabbi teâlâ ile meşgûl bulunacaklarını beyân buyurdular. O gece beş-altı senedir dergâhın imâmlık vazîfesini gören Hâfız Emin Efendi ile Hâfız Sûzî Efendi iki taraftan nöbetle sabaha kadar Kur'ân-ı kerîm okudular. Ahmed Hicâbî hazretleri seher vakti âhirete irtihâl eyledi. Pederinin türbesine defnolundu.

Seyyid Ahmed Hicâbî hazretlerinin ahlâkı, tavırları halleri ve işleri hep İslâmiyete uygundu. Mübârek huzurlarına ne kadar gam ve keder ile varılmış olsa hikmet-i ilâhî nazarlarında görülen nûr sebebiyle gelenler kederlerini unutur, ferahlar ve rahatlardı. Fakir ve fukarânın yardımcısı idi. Kimsenin bilmediği ve duymadığı felâkete düşen nice kimselere elini uzatırdı. Kastamonu vilâyetinde ve çevresinde onun nîmetini görmemiş kimse yok gibiydi. Kahkaha ile güldükleri görülmemiş, konuşmalarında da ağzından kötü söz çıktığını kimse işitmemişti. Bir fincan kahve hakkını muhâfaza eyler ve nîmetini yedikleri zevâta pek ziyâde hürmet ederlerdi.