CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Hindistan'ın büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak, onların dünyâda ve âhirette, saâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesîle olan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen âlim ve velîlerin yirmi beşincisidir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve Urvetü'l-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin beşinci oğludur. İsmi, Muhammed Seyfeddîn, nisbesi Fârûkî'dir. H.1049 da Hindistan'ın Serhend şehrinde doğdu. 1096 da vefât etti.

Seyfeddîn-i Fârûkî küçük yaşından îtibâren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiği zaman, Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra amcası Muhammed Saîd'den aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamânının bir tanesi ve mârifet deryâsı olan babası Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usûl ve âdâbı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa müddet içinde Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye'ye kavuştu. Birçok hâller ve kerâmetler sâhibi oldu. Önce ve sonra gelenlerin olgunluk ve üstünlükleri ile güzel ahlâkını üzerinde topladı. Mânevî derecelere kavuşup, ârifler semâsının ayı ve âlimlerin baştâcı oldu. Kendisine, İlâhî hazînelerin kapıları aralanıp, birçok ihsânlara kavuştu.

Zâhiren ve bâtınen olgunlaştıktan sonra yüksek babasının emriyle insanlara, Allahü teâlânın dînini, sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem güzel ahlâkını anlatmak ve vaktin sultânı Evrengzîb Âlemgîr Hanın dînî terbiyesi için vazifelendirilip Delhi'ye gitti.

Ömrünün her saatini, Emr-i bil-mârûf ve Nehy-i anil-münker yapmakla geçiren Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi'ye vardığı zaman, şehrin kapısında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultan resimleri indirtip yok ettirince şehre girdi. Sultan Âlemgîr Han, kendi isteğiyle ve samîmî olarak Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrenip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan'da yayılmış birçok bid'at ve sapıklık, Sultan Âlemgîr Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, vâliler ve devlet adamları da Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip hidâyete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzûrunda ayakta dururlardı.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın her tarafında İslâmiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid'at sâhipleri ve kâfirler perişân olup, hiçbir yerde kabûl görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi'deki bu gelişmeleri ve Sultan Âlemgîr Hanın sevindirici hâlini babasına mektup yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip duâ etti.

Sultan Âlemgîr Hân, bir gün Muhammed Seyfeddîn Fârûkî'yi husûsî bahçesine dâvet etti. Bu bahçenin ortasında gâyet süslü bir havuz, havuzun içinde, gözleri elmastan, bedeni altından yapılmış balık şekilleri vardı. Seyfeddîn Fârûkî buraya gelince; "Önce altından yapılmış bu balıkları kırın." buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler. Sultan; zekî, kâbiliyetli, tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet beslediği için, bu durumlara memnun oluyor, Allahü teâlâya şükredip; "Benim saltanatım zamânında böyle evliyâ yetiştiği için, Rabbime sayısız şükürler olsun." diyordu.

Delhi'de, onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler, fâcirler, fâsıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzûruyla şereflenince, hidâyete kavuşup eski günahlarına tövbe edip, istigfâr ederek geri dönerlerdi. Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergâhına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı.

Bir gün Şehzâde Muhammed Âzam Şâh, teveccühüne kavuşmak ve sohbetiyle şereflenmek için Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin dergâhına geldi. Dergâh kapısının önü çok kalabalık olduğundan buradan geçip huzura gelmekte güçlük çekti. Bu sırada başından sarığı düşüp, kaftanı kenara takıldı. Muhammed Seyfeddîn'in feyzli ve bereketli sohbetiyle şereflendikten sonra babasının yanına döndü. İnsanların, Muhammed Seyfeddîn hazretlerine karşı duyduğu iştiyâkı, arzuyu ve gösterdiği rağbeti anlatınca, Sultan çok sevinip; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, benim zamânımda sultanların bile huzûruna zorlukla çıkabileceği evliyâ kullar yarattı." diye şükr etti.

Muhammed Seyfeddîn, insanların haklarına ve kardeşlerine karşı hürmet eder, haklarını gözetirdi. Bir gün Şehzâde Muhammed Azam Şah kendisini dâvet edince, kardeşlerinden, yaşca kendinden büyük olanını da berâberinde götürmüştü. Şehzâde, bu velî kardeşlerin ellerine su dökmek için leğen ve ibriği almış bekliyordu. Muhammed Seyfeddîn hazretleri şehzâdenin elinden ibriği ve leğeni alıp, ağabeyinin eline su döktü. Sonra ibriği şehzâdeye verdi. Şehzâde de onun eline su döktü.

 

SULTAN HÜRMET EDERDİ

 

İmâm-ı Rabbânî’nin, torunu olan bu zât,

Serhend şehrinde doğup, orada etti vefât.

 

Beşinci oğlu idi, o, Muhammed Ma’sûm’un,

Çok kişi yola geldi, sohbetiyle sırf onun.

 

Uzun boylu ve esmer, iri gözlü, heybetli,

Zât olup, sakalının, iki yanı seyrekti.

 

O dünyâya gelince, gök yüzünden bir melek,

Müjdeledi doğumu, herkese görünerek.

 

Henüz küçük yaşında, ezberledi Kur’ânı,

Hep ilim öğrenmekle, geçiyordu her ânı.

 

Mübârek babasından, tahsîl görüp, sonunda,

Çıktı çok yükseklere, o tasavvuf yolunda.

 

Zamânın sultânını, dînî yönden terbiye,

Etmek için emîrle, gitti sonra Delhi’ye.

 

Lâkin şehre girmeden, yanlarından kapının,

Put’a benzer heykeller, görüp durdu ansızın

 

Buyurdu ki: Sultana, gidip haber veriniz.

Bu heykeller kalkmadan, bu şehre girmeyiz biz.”

 

Âlemgir Hân da bunu, emir telâkkî edip,

Kaldırttı o putları, aynı gün emir verip.

 

Talebesi oldu ve gösterdi saygı, hürmet.

Verdi dînî sahada, yetki ve selâhiyyet.

 

Hindistan’da yayılmış, her bid’at ve kötü hâl,

Onun bereketiyle ortadan kalktı derhâl

 

Unutulmuş sünnetler, çıkarıldı ortaya,

İslâmiyet bu yerde, yeniden oldu ihya.

 

Çok devlet adamları, kumandanlar, vezirler,

Onun sohbetleriyle, hidâyete erdiler.

 

Ona öyle saygılı, olurlardı ki hattâ,

O otur demedikçe, beklerlerdi ayakta.

 

Sohbetinde binlerce, fâsık, fâcir ve kâfir,

Hidâyete ererek, kalbleri oldu tenvîr.

 

Öyle çok kalabalık, idi ki sohbetleri,

İzdihamdan kolayca, girilmezdi içeri.

 

Hattâ bir gün sultanın, oğlu şehzâde A’zam,

Geldiğinde gördü ki, kapıda bir izdiham.

 

Kalabalık içinden, zor geçerek, o bile,

Güçlükle şereflendi, onun sohbeti ile.

 

Hattâ öyle oldu ki, sarık düştü başından,

Çıkacak gibi oldu, kaftanı arkasından.

 

Akşam avdet edince, babasının yanına,

Gördüğü izdihamı, anlattı aynen ona.

 

Sultan bunu duyunca, çok sevinip dedi ki:

“Allahü teâlâya, şükürler ederim ki,

 

Öyle büyük bir velî, nasîb etti ki bana,

Zor girebiliyoruz, bizler bile yanına.”

 

Ve lâkin o devirde, biri vardı mâlesef,

Hiç onun sohbetiyle, olmamıştı müşerref

 

Kendini bir şey sanan, o câhil ve bî-edeb,

Bu büyük evliyâyı, inkâr ediyordu hep.

 

Bir gece rüyâsında, bekçilerden bir grup,

Sopalarla bu zâtı, dövdüler hayli vurup.

 

Dediler ki: “Allah'ın, bir sevgili kulunu,

Nasıl inkâr edip de, sevmezsin hem de onu?”

 

Bu korkuyla uyanıp, nazar etti kalbine,

Gördü ki sevgi dolmuş, o düşmanlık yerine.