EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Hindistan'ın büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak, onların dünyâda ve
âhirette, saâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesîle olan ve kendilerine "Silsile-i
aliyye" adı verilen âlim ve velîlerin yirmi beşincisidir. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin torunu ve Urvetü'l-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin
beşinci oğludur. İsmi, Muhammed Seyfeddîn, nisbesi Fârûkî'dir. H.1049 da
Hindistan'ın Serhend şehrinde doğdu. 1096 da vefât etti.
Seyfeddîn-i Fârûkî küçük yaşından îtibâren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa
geldiği zaman, Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra amcası Muhammed Saîd'den aklî ve
naklî ilimleri tahsîl edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamânının bir tanesi
ve mârifet deryâsı olan babası Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin teveccüh ve
sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usûl ve âdâbı üzere tasavvuf yolunda
ilerleyip, kısa müddet içinde Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye'ye kavuştu. Birçok
hâller ve kerâmetler sâhibi oldu. Önce ve sonra gelenlerin olgunluk ve
üstünlükleri ile güzel ahlâkını üzerinde topladı. Mânevî derecelere kavuşup,
ârifler semâsının ayı ve âlimlerin baştâcı oldu. Kendisine, İlâhî hazînelerin
kapıları aralanıp, birçok ihsânlara kavuştu.
Zâhiren
ve bâtınen olgunlaştıktan sonra yüksek babasının emriyle insanlara, Allahü
teâlânın dînini, sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem güzel
ahlâkını anlatmak ve vaktin sultânı Evrengzîb Âlemgîr Hanın dînî terbiyesi için
vazifelendirilip Delhi'ye gitti.
Ömrünün
her saatini, Emr-i bil-mârûf ve Nehy-i anil-münker yapmakla geçiren Seyfeddîn-i
Fârûkî hazretleri, Delhi'ye vardığı zaman, şehrin kapısında iki azgın fil ve
bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu
gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini
bildirdi. Sultan resimleri indirtip yok ettirince şehre girdi. Sultan Âlemgîr
Han, kendi isteğiyle ve samîmî olarak Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerine talebe
oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur'ân-ı kerîm
okumayı öğrenip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan'da yayılmış
birçok bid'at ve sapıklık, Sultan Âlemgîr Han tarafından ferman çıkartılarak
ortadan kaldırıldı ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem
unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, vâliler ve
devlet adamları da Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip
hidâyete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzûrunda ayakta dururlardı.
Muhammed
Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın her
tarafında İslâmiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid'at sâhipleri ve
kâfirler perişân olup, hiçbir yerde kabûl görmediler. Hindistan hiçbir zaman
böyle bir devir görmemişti.
Muhammed
Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi'deki bu gelişmeleri ve Sultan Âlemgîr Hanın
sevindirici hâlini babasına mektup yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip
duâ etti.
Sultan
Âlemgîr Hân, bir gün Muhammed Seyfeddîn Fârûkî'yi husûsî bahçesine dâvet etti.
Bu bahçenin ortasında gâyet süslü bir havuz, havuzun içinde, gözleri elmastan,
bedeni altından yapılmış balık şekilleri vardı. Seyfeddîn Fârûkî buraya gelince;
"Önce altından yapılmış bu balıkları kırın." buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler.
Sultan; zekî, kâbiliyetli, tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet
beslediği için, bu durumlara memnun oluyor, Allahü teâlâya şükredip; "Benim
saltanatım zamânında böyle evliyâ yetiştiği için, Rabbime sayısız şükürler
olsun." diyordu.
Delhi'de,
onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler, fâcirler,
fâsıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzûruyla şereflenince, hidâyete
kavuşup eski günahlarına tövbe edip, istigfâr ederek geri dönerlerdi. Onun
sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup, yüksek derecelere
ulaşmıştı. Dergâhına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı.
Bir gün
Şehzâde Muhammed Âzam Şâh, teveccühüne kavuşmak ve sohbetiyle şereflenmek için
Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin dergâhına geldi. Dergâh kapısının önü çok
kalabalık olduğundan buradan geçip huzura gelmekte güçlük çekti. Bu sırada
başından sarığı düşüp, kaftanı kenara takıldı. Muhammed Seyfeddîn'in feyzli ve
bereketli sohbetiyle şereflendikten sonra babasının yanına döndü. İnsanların,
Muhammed Seyfeddîn hazretlerine karşı duyduğu iştiyâkı, arzuyu ve gösterdiği
rağbeti anlatınca, Sultan çok sevinip; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, benim
zamânımda sultanların bile huzûruna zorlukla çıkabileceği evliyâ kullar
yarattı." diye şükr etti.
Muhammed
Seyfeddîn, insanların haklarına ve kardeşlerine karşı hürmet eder, haklarını
gözetirdi. Bir gün Şehzâde Muhammed Azam Şah kendisini dâvet edince,
kardeşlerinden, yaşca kendinden büyük olanını da berâberinde götürmüştü.
Şehzâde, bu velî kardeşlerin ellerine su dökmek için leğen ve ibriği almış
bekliyordu. Muhammed Seyfeddîn hazretleri şehzâdenin elinden ibriği ve leğeni
alıp, ağabeyinin eline su döktü. Sonra ibriği şehzâdeye verdi. Şehzâde de onun
eline su döktü.
SULTAN
HÜRMET EDERDİ
İmâm-ı Rabbânî’nin,
torunu olan bu zât,
Serhend şehrinde doğup,
orada etti vefât.
Beşinci oğlu idi, o,
Muhammed Ma’sûm’un,
Çok kişi yola geldi,
sohbetiyle sırf onun.
Uzun boylu ve esmer, iri
gözlü, heybetli,
Zât olup, sakalının, iki
yanı seyrekti.
O dünyâya gelince, gök
yüzünden bir melek,
Müjdeledi doğumu, herkese
görünerek.
Henüz küçük yaşında,
ezberledi Kur’ânı,
Hep ilim öğrenmekle,
geçiyordu her ânı.
Mübârek babasından,
tahsîl görüp, sonunda,
Çıktı çok yükseklere, o
tasavvuf yolunda.
Zamânın sultânını, dînî
yönden terbiye,
Etmek için emîrle, gitti
sonra Delhi’ye.
Lâkin şehre girmeden,
yanlarından kapının,
Put’a benzer heykeller,
görüp durdu ansızın
Buyurdu ki: Sultana,
gidip haber veriniz.
Bu heykeller kalkmadan,
bu şehre girmeyiz biz.”
Âlemgir Hân da bunu, emir
telâkkî edip,
Kaldırttı o putları, aynı
gün emir verip.
Talebesi oldu ve gösterdi
saygı, hürmet.
Verdi dînî sahada, yetki
ve selâhiyyet.
Hindistan’da yayılmış,
her bid’at ve kötü hâl,
Onun bereketiyle ortadan
kalktı derhâl
Unutulmuş sünnetler,
çıkarıldı ortaya,
İslâmiyet bu yerde,
yeniden oldu ihya.
Çok devlet adamları,
kumandanlar, vezirler,
Onun sohbetleriyle,
hidâyete erdiler.
Ona öyle saygılı,
olurlardı ki hattâ,
O otur demedikçe,
beklerlerdi ayakta.
Sohbetinde binlerce,
fâsık, fâcir ve kâfir,
Hidâyete ererek, kalbleri
oldu tenvîr.
Öyle çok kalabalık, idi
ki sohbetleri,
İzdihamdan kolayca,
girilmezdi içeri.
Hattâ bir gün sultanın,
oğlu şehzâde A’zam,
Geldiğinde gördü ki,
kapıda bir izdiham.
Kalabalık içinden, zor
geçerek, o bile,
Güçlükle şereflendi, onun
sohbeti ile.
Hattâ öyle oldu ki, sarık
düştü başından,
Çıkacak gibi oldu,
kaftanı arkasından.
Akşam avdet edince,
babasının yanına,
Gördüğü izdihamı, anlattı
aynen ona.
Sultan bunu duyunca, çok
sevinip dedi ki:
“Allahü teâlâya, şükürler
ederim ki,
Öyle büyük bir velî,
nasîb etti ki bana,
Zor girebiliyoruz, bizler
bile yanına.”
Ve lâkin o devirde, biri
vardı mâlesef,
Hiç onun sohbetiyle,
olmamıştı müşerref
Kendini bir şey sanan, o
câhil ve bî-edeb,
Bu büyük evliyâyı, inkâr
ediyordu hep.
Bir gece rüyâsında,
bekçilerden bir grup,
Sopalarla bu zâtı,
dövdüler hayli vurup.
Dediler ki: “Allah'ın,
bir sevgili kulunu,
Nasıl inkâr edip de,
sevmezsin hem de onu?”
Bu korkuyla uyanıp, nazar
etti kalbine,
Gördü ki sevgi dolmuş, o
düşmanlık yerine.
|