|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Nizâmeddîn Evliyâ
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan'da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun
büyüklerinden. İsmi Muhammed, babasınınki Ahmed Buhârî'dir. Lakabları; Mahbûb-i
İlâhî (Allah'ın sevgilisi), Sultân-ül-Meşâyıh ve Nizâmeddîn Evliyâ'dır. H.636 da
Bedâyun'da doğdu. 725 de Hakk'ın rahmetine kavuştu. Doğar doğmaz Kelime-i
şehâdet söylediği bildirilen babası Seyyid Ahmed Buhârî, doğuştan velî idi. Aynı
şekilde, annesi Bibi Züleyha Hâtun, dindar bir hanımdı. Zamânını dâimâ duâ ve
ibâdetle geçirirdi. Hindistan'a Buhârâ'dan Sultan et-Tamîs zamânında hicret
etmişler, Lâhor'da kısa bir müddet eğleştikten sonra, dâimî olarak yerleştikleri
Bedâyun'a gelmişlerdi. Birçok büyük ulemâ ve evliyâ, dâimî olarak bu şehre
yerleşmişlerdi.
Nizâmeddîn Evliyâ'nın babası Hâce Ahmed Buhârî, mânevî ilimlerin yanında, derin
bir kelâm ve fıkıh âlimiydi. Üstün hâlleri ve takvâsı ile meşhûrdur. Bu
husûsiyetlerinden dolayı Dehli Sultânı Gıyâseddîn Balban onu Bedâyun'a başkâdı
tâyin etti. Hâce Ahmed Buhârî, bir süre sonra bu görevinden istifâ ederek,
kendini cenâb-ı Hakk'a ve O'nun dînini yaymağa adadı. Hâce Ahmed Buhârî,
Nizâmeddîn Evliyâ daha beş yaşında iken, Bedâyun'da vefât etti ve oraya
defnedildi.
Nizâmeddîn Evliyâ'nın babasının vefâtından sonra, onun eğitimi annesinin üzerine
kaldı. Anne-oğul, uzun zaman hiçbir yiyecek bulamadan günlerini geçirmek zorunda
kaldılar. Yiyecek bir şey olmadığı zaman, annesi ona ümid vermek için;
"Muhammed, bugün Allahü teâlânın misâfiriyiz." derdi. Şiddetli açlık ve
fakirliğin verdiği ızdırâbı hissedeceği yerde, Nizâmeddîn Evliyâ, böyle geçen
günlerden zevk alır ve annesine; "Yeniden ne zaman Allahü teâlânın misâfiri
olacağız." derdi.
Nizâmeddîn Evliyâ'nın annesi Bibi Züleyha Hâtun, dînine bağlı ve zekî bir
hanımdı. O, oğlunun eğitimine özel bir gayret gösterdi. Annesi, Nizâmeddîn
Evliyâ'yı Bedâyun'da, Mevlânâ Alâeddîn Usûlî'nin derslerine gönderdi. Nizâmeddîn
Evliyâ, çok kısa zaman sonra, Celâleddîn-i Tebrîzî'nin halîfesi Ali Molla Büzür
(Büyük) Bedâyûnî'nin elinden "Fazîlet sarığını" giydi. Molla Büzür ona, seçilmiş
ulemâ ve evliyânın bulunduğu bir toplantıda hayır duâ etti.
Allahü teâlânın bir lütfu
olarak, genç Nizâmeddîn'in o yaşta kalbinde mânevî bir ilerleme ve yüksek
ilimler için ilâhî bir kıvılcım vardı. Genc-i Şeker'in her tarafa yayılan
şöhretini, Ebû Bekr Kavvâl'dan duyar duymaz, Nizâmeddîn Evliyâ onunla görüşmeye
karar verdi. Bir gün hiçbir yol hazırlığı yapmadan, Genc-i Şeker ile görüşmek
ümîdiyle Bedâyun'u terk etti. İlk durağı Dehli oldu. O zamanlar Dehli, ilim ve
irfânın beşiği idi. Nizâmeddîn Evliyâ, Dehli'ye annesi ve kızkardeşiyle
vardığında yirmi yaşındaydı. Dehli Sultânı Sultan Balaban, zamânındaki âlimlerin
ve evliyânın büyük bir koruyucusuydu. Dehli, âlimler ile aydınlanıyordu. Mevlânâ
Şemseddîn, Dehli'nin büyük âlimlerindendi. Nizâmeddîn Evliyâ, Mevlânâ
Şemseddîn'in derslerine devâm ederek, çok kısa zamanda yüksek derecelere
kavuştu. Bu arada Mevlânâ Kemâleddîn Zâhid'den hadîs ilmini öğrendi.
Nizâmeddîn Evliyâ, Dehli'de iken, Hâce Necîbeddîn Mütevekkil'e çok yakın bir
evde oturuyordu. Bu zât, evliyânın büyüklerinden olup, aynı zamanda Ferîdeddîn-i
Genc-i Şeker'in kardeşiydi. Nizâmeddîn Evliyâ, bir süre bu zâtın derslerine
devâm etti. Genc-i Şeker'in üstünlüklerini ondan dinledi. Daha sonra Nizâmeddîn
Evliyâ, Genc-i Şeker ile görüşmek için Acuzan'a gitmeye karar verdi. O sırada
kendisine, üstün vasıflarından dolayı kâdılık makâmı teklif edildi. O,
Necîbeddîn Mütevekkil'e danıştığında; "İnşâallahü teâlâ, siz kâdı
olmayacaksınız, fakat başka bir şey olacaksınız, onu da ben bilmiyorum." dedi.
Nizâmeddîn Evliyâ hazretleri dâimî sûrette Allahü teâlâya bağlılığı yanında,
insanlara karşı olan vazifesini de aslâ unutmadı. Bir gün Şeyh Bedreddîn
Semerkândî'nin meclisinde, bir zât alay edercesine; "Nizâmeddîn Evliyâ bu kadar
zenginliğini sadaka olarak dağıtıyor. Zîrâ, âile ve çoluk-çocuk endişesi ve
mesûliyeti yok." dedi. Bunu işiten Şeyh Şerîfeddîn, bu sözün açıklanmasını
istemek düşüncesiyle Nizâmeddîn Evliyâ'ya geldi. Fakat o daha birşey söylemeden,
o büyük velî kendiliğinden şu açıklamayı yaptı: "Ey Şerîfeddîn! Benim çektiğim
endişe ve ızdırâbı belki de hiç bir kimse çekmiyor. Birisi bana endişe ve
ızdırâbını söylediği zaman, muhakkak sûrette, ondan daha fazla acı çekiyorum. Bu
durumu anlatamam. Arkadaşlarının acılarını görüp de onların biçâre hâline bir âh
bile etmeyenler taş kalbli insanlardır. Onların bu hâllerine çok şaşıyorum." Acı
çeken insanların keder ve üzüntülerine böyle içten alâka gösteren bu büyük
velînin, diğer insanların ızdırapları karşısında nasıl bir kalb taşıdığı
düşünülmelidir. Her gün tuttuğu orucunu açarken bile, hiçbir şey yemezdi. Sâdece
getirilen yemeğin tadına bakardı. Hattâ sahurda hiçbir şey yemezdi. Bir gün,
hizmetlerini gören talebesi; "Efendim! Bu kadar az yemeği bile yemezseniz,
zâfiyet size galebe çalabilir" dediğinde, Nizâmeddîn Evliyâ göz yaşlarını
tutamadan; "Birçok fakir ve muhtaç insan, şu anda câmi köşelerinde veya mütevâzî
evlerinin köşelerinde yiyecek bulamadan aç uyuyorlar. Bu lokma, kolaylıkla benim
boğazımdan nasıl geçebilir?" dedi. Günümüzde torunlarının nezaretinde
dergâhından her gün binlerce fakire yemek verilmektedir. Garip ve fakirlerin
sığınağı olan dergâhın belli geliri yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın ihsânı ile kazanlar
kaynamaktadır.
Mevlânâ
Nizâmeddîn Hâmûş (rahmetullahi teâlâ aleyh) Buhârâ'da yetişen büyük
velîlerden olup Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin talebesi ve Sa'düddîn
Kaşgârî'nin hocasıdır.
Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatır: "Mevlânâ Nizâmeddîn-i Hâmûş,
güzellik ve letâfette kemâl derecesindeydi. İnsanların hâllerinden,
ahlâklarından çok müteessir olurdu. Sâde olmayı tercih eder, süslenmeden
hoşlanmazdı. Kendini bir hiç kabûl ederdi. Kendisinden meydana gelen
kerâmetlerin de, hocalarının ve diğer büyüklerimizin latîfe ve sıfatları
olduğunu söylerdi. Çünkü bu büyüklerin âdetleri, gönüllerini benlik dâvâsından
uzak tutmaktı."
Yine
Ubeydullah-ı Ahrâr anlatır: "Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş, bizim memleketimiz olan
Taşkend'e geldiği zaman, bizde misâfir olurdu. Bunu büyük nîmet bilir, hizmette
kusûr etmemeye çalışırdık. Yine bir gün bizde misâfir iken bir ara; "Âh! Üzerime
bir ağırlık çöktü. Gâliba filân kimse geliyor diyerek, Şâş vilâyetinden birinin
ismini söyledi. Üzerine çöken ağırlık sebebiyle "Lâ havle..." okumaya başladı.
Biraz sonra söylediği kimse çıkageldi. Nizâmeddîn Hâmûş, gelen kimseye; "Hoş
geldiniz. Beri gelin, nisbetiniz sizden evvel geldi" buyurdu.
Müslümanlar, bir bedenin uzuvları gibidir. Bir bedenin uzuvlarından birinde bir
ağrı, sızı olunca; nasıl ki, bütün beden bu ağrı ve sızıyı hisseder, onun
tesirinde kalırsa, Nizâmeddîn hazretleri de böyleydi. Talebelerinden, Mevlânâ'yı
sevenlerden birisi bir sıkıntıya düşmüş olsa, o sıkıntıyı fazlasıyla Mevlânâ
hazretleri de çekerdi.
|
|