CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan'da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden. İsmi Muhammed, babasınınki Ahmed Buhârî'dir. Lakabları; Mahbûb-i İlâhî (Allah'ın sevgilisi), Sultân-ül-Meşâyıh ve Nizâmeddîn Evliyâ'dır. H.636 da Bedâyun'da doğdu. 725 de Hakk'ın rahmetine kavuştu. Doğar doğmaz Kelime-i şehâdet söylediği bildirilen babası Seyyid Ahmed Buhârî, doğuştan velî idi. Aynı şekilde, annesi Bibi Züleyha Hâtun, dindar bir hanımdı. Zamânını dâimâ duâ ve ibâdetle geçirirdi. Hindistan'a Buhârâ'dan Sultan et-Tamîs zamânında hicret etmişler, Lâhor'da kısa bir müddet eğleştikten sonra, dâimî olarak yerleştikleri Bedâyun'a gelmişlerdi. Birçok büyük ulemâ ve evliyâ, dâimî olarak bu şehre yerleşmişlerdi.

Nizâmeddîn Evliyâ'nın babası Hâce Ahmed Buhârî, mânevî ilimlerin yanında, derin bir kelâm ve fıkıh âlimiydi. Üstün hâlleri ve takvâsı ile meşhûrdur. Bu husûsiyetlerinden dolayı Dehli Sultânı Gıyâseddîn Balban onu Bedâyun'a başkâdı tâyin etti. Hâce Ahmed Buhârî, bir süre sonra bu görevinden istifâ ederek, kendini cenâb-ı Hakk'a ve O'nun dînini yaymağa adadı. Hâce Ahmed Buhârî, Nizâmeddîn Evliyâ daha beş yaşında iken, Bedâyun'da vefât etti ve oraya defnedildi.

Nizâmeddîn Evliyâ'nın babasının vefâtından sonra, onun eğitimi annesinin üzerine kaldı. Anne-oğul, uzun zaman hiçbir yiyecek bulamadan günlerini geçirmek zorunda kaldılar. Yiyecek bir şey olmadığı zaman, annesi ona ümid vermek için; "Muhammed, bugün Allahü teâlânın misâfiriyiz." derdi. Şiddetli açlık ve fakirliğin verdiği ızdırâbı hissedeceği yerde, Nizâmeddîn Evliyâ, böyle geçen günlerden zevk alır ve annesine; "Yeniden ne zaman Allahü teâlânın misâfiri olacağız." derdi.

Nizâmeddîn Evliyâ'nın annesi Bibi Züleyha Hâtun, dînine bağlı ve zekî bir hanımdı. O, oğlunun eğitimine özel bir gayret gösterdi. Annesi, Nizâmeddîn Evliyâ'yı Bedâyun'da, Mevlânâ Alâeddîn Usûlî'nin derslerine gönderdi. Nizâmeddîn Evliyâ, çok kısa zaman sonra, Celâleddîn-i Tebrîzî'nin halîfesi Ali Molla Büzür (Büyük) Bedâyûnî'nin elinden "Fazîlet sarığını" giydi. Molla Büzür ona, seçilmiş ulemâ ve evliyânın bulunduğu bir toplantıda hayır duâ etti.

Allahü teâlânın bir lütfu olarak, genç Nizâmeddîn'in o yaşta kalbinde mânevî bir ilerleme ve yüksek ilimler için ilâhî bir kıvılcım vardı. Genc-i Şeker'in her tarafa yayılan şöhretini, Ebû Bekr Kavvâl'dan duyar duymaz, Nizâmeddîn Evliyâ onunla görüşmeye karar verdi. Bir gün hiçbir yol hazırlığı yapmadan, Genc-i Şeker ile görüşmek ümîdiyle Bedâyun'u terk etti. İlk durağı Dehli oldu. O zamanlar Dehli, ilim ve irfânın beşiği idi. Nizâmeddîn Evliyâ, Dehli'ye annesi ve kızkardeşiyle vardığında yirmi yaşındaydı. Dehli Sultânı Sultan Balaban, zamânındaki âlimlerin ve evliyânın büyük bir koruyucusuydu. Dehli, âlimler ile aydınlanıyordu. Mevlânâ Şemseddîn, Dehli'nin büyük âlimlerindendi. Nizâmeddîn Evliyâ, Mevlânâ Şemseddîn'in derslerine devâm ederek, çok kısa zamanda yüksek derecelere kavuştu. Bu arada Mevlânâ Kemâleddîn Zâhid'den hadîs ilmini öğrendi.

Nizâmeddîn Evliyâ, Dehli'de iken, Hâce Necîbeddîn Mütevekkil'e çok yakın bir evde oturuyordu. Bu zât, evliyânın büyüklerinden olup, aynı zamanda Ferîdeddîn-i Genc-i Şeker'in kardeşiydi. Nizâmeddîn Evliyâ, bir süre bu zâtın derslerine devâm etti. Genc-i Şeker'in üstünlüklerini ondan dinledi. Daha sonra Nizâmeddîn Evliyâ, Genc-i Şeker ile görüşmek için Acuzan'a gitmeye karar verdi. O sırada kendisine, üstün vasıflarından dolayı kâdılık makâmı teklif edildi. O, Necîbeddîn Mütevekkil'e danıştığında; "İnşâallahü teâlâ, siz kâdı olmayacaksınız, fakat başka bir şey olacaksınız, onu da ben bilmiyorum." dedi.

Nizâmeddîn Evliyâ hazretleri dâimî sûrette Allahü teâlâya bağlılığı yanında, insanlara karşı olan vazifesini de aslâ unutmadı. Bir gün Şeyh Bedreddîn Semerkândî'nin meclisinde, bir zât alay edercesine; "Nizâmeddîn Evliyâ bu kadar zenginliğini sadaka olarak dağıtıyor. Zîrâ, âile ve çoluk-çocuk endişesi ve mesûliyeti yok." dedi. Bunu işiten Şeyh Şerîfeddîn, bu sözün açıklanmasını istemek düşüncesiyle Nizâmeddîn Evliyâ'ya geldi. Fakat o daha birşey söylemeden, o büyük velî kendiliğinden şu açıklamayı yaptı: "Ey Şerîfeddîn! Benim çektiğim endişe ve ızdırâbı belki de hiç bir kimse çekmiyor. Birisi bana endişe ve ızdırâbını söylediği zaman, muhakkak sûrette, ondan daha fazla acı çekiyorum. Bu durumu anlatamam. Arkadaşlarının acılarını görüp de onların biçâre hâline bir âh bile etmeyenler taş kalbli insanlardır. Onların bu hâllerine çok şaşıyorum." Acı çeken insanların keder ve üzüntülerine böyle içten alâka gösteren bu büyük velînin, diğer insanların ızdırapları karşısında nasıl bir kalb taşıdığı düşünülmelidir. Her gün tuttuğu orucunu açarken bile, hiçbir şey yemezdi. Sâdece getirilen yemeğin tadına bakardı. Hattâ sahurda hiçbir şey yemezdi. Bir gün, hizmetlerini gören talebesi; "Efendim! Bu kadar az yemeği bile yemezseniz, zâfiyet size galebe çalabilir" dediğinde, Nizâmeddîn Evliyâ göz yaşlarını tutamadan; "Birçok fakir ve muhtaç insan, şu anda câmi köşelerinde veya mütevâzî evlerinin köşelerinde yiyecek bulamadan aç uyuyorlar. Bu lokma, kolaylıkla benim boğazımdan nasıl geçebilir?" dedi. Günümüzde torunlarının nezaretinde dergâhından her gün binlerce fakire yemek verilmektedir. Garip ve fakirlerin sığınağı olan dergâhın belli geliri yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın ihsânı ile kazanlar kaynamaktadır.

Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş (rahmetullahi teâlâ aleyh) Buhârâ'da yetişen büyük velîlerden olup Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin talebesi ve Sa'düddîn Kaşgârî'nin hocasıdır.

Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatır: "Mevlânâ Nizâmeddîn-i Hâmûş, güzellik ve letâfette kemâl derecesindeydi. İnsanların hâllerinden, ahlâklarından çok müteessir olurdu. Sâde olmayı tercih eder, süslenmeden hoşlanmazdı. Kendini bir hiç kabûl ederdi. Kendisinden meydana gelen kerâmetlerin de, hocalarının ve diğer büyüklerimizin latîfe ve sıfatları olduğunu söylerdi. Çünkü bu büyüklerin âdetleri, gönüllerini benlik dâvâsından uzak tutmaktı."

Yine Ubeydullah-ı Ahrâr anlatır: "Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş, bizim memleketimiz olan Taşkend'e geldiği zaman, bizde misâfir olurdu. Bunu büyük nîmet bilir, hizmette kusûr etmemeye çalışırdık. Yine bir gün bizde misâfir iken bir ara; "Âh! Üzerime bir ağırlık çöktü. Gâliba filân kimse geliyor diyerek, Şâş vilâyetinden birinin ismini söyledi. Üzerine çöken ağırlık sebebiyle "Lâ havle..." okumaya başladı. Biraz sonra söylediği kimse çıkageldi. Nizâmeddîn Hâmûş, gelen kimseye; "Hoş geldiniz. Beri gelin, nisbetiniz sizden evvel geldi" buyurdu.

Müslümanlar, bir bedenin uzuvları gibidir. Bir bedenin uzuvlarından birinde bir ağrı, sızı olunca; nasıl ki, bütün beden bu ağrı ve sızıyı hisseder, onun tesirinde kalırsa, Nizâmeddîn hazretleri de böyleydi. Talebelerinden, Mevlânâ'yı sevenlerden birisi bir sıkıntıya düşmüş olsa, o sıkıntıyı fazlasıyla Mevlânâ hazretleri de çekerdi.