|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Muînüddîn-i Çeştî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Hindistan'ın büyük velîlerinden olup,
İsmi, Hasan bin Gıyâsüddîn, lakabı Muînüddîn'dir. Peygamber efendimizin
neslinden olup seyyiddir. H.531 de Horasan'da doğdu. H.634 de Ecmîr'de vefât
etti. Horasan'da büyüyüp yetişen Muînüddîn-i Çeştî'nin babası Gıyâsüddîn Hasan,
aslen Senceristanlı olup, sâlih ve müttekî bir zât idi. Üç evlâdı vardı.
Muînüddîn on bir yaşında iken babası vefât edince, kalan mîrâs üç kardeş
arasında taksim edildi. Bu taksimde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine bir bağ
düştü. Bağla meşgûl olduğu bir gün, İbrâhim Kunduzî adında bir velî yanından
geçiyordu. Ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına dâvet
edip gölgeye oturttu, üzüm ikrâm etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip,
koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Dişi ile biraz koparıp, Muînüddîn-i
Çeştî'ye yedirdi. Ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nûr hâsıl
oldu. Dünyâdan tamâmen soğudu. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl
oldu. Sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka verdi. İlim
öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Önce Horasan'a gidip orada Kur'ân-ı kerîmi
ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand'a geçti. Irak'a gitmek için
yola çıktı. Yolu Hârun kasabasına uğradı ve zamânının en meşhûr velîsi Osman
Hârûnî hazretlerini tanımakla şereflenip talebesi oldu.
Muînüddîn-i Çeştî'ye çok alâka gösteren Hâce Osman Hârûnî bir gün ona;
"Muînüddîn, abdestini tâzele!" buyurunca, tâzeledi. Sonra; "Kıbleye karşı otur,
Bekara sûresini oku!" dedi. Dediklerini hemen yaptı. Sonra; "Yirmi defâ salevât
oku" buyurdu. Bu emri de yerine getirdi. Sonra başına sarık sarıp, hırka
giydirdi ve buyurdu ki: "Bir gece bir gün mücâhede yap ve İhlâs sûresini bin
defâ oku!" Muînüddîn-i Çeştî, hocasının bu emrini de yerine getirip, tekrâr
huzûruna gelince, hocası; "Muînüddîn! Başını yukarı kaldır bak!" buyurdu.
Kaldırıp bakınca; "Ne görüyorsun?" diye sordu. Cevâbında; "Yedi kat semâyı ve
Arş'ı görüyorum." dedi. "Tekrar bin İhlâs sûresi daha oku!" buyurdu. İhlâs
sûresini bin defâ daha okudu. Sonra, "Başını semâya kaldır bak!" buyurdu.
Kaldırıp baktı; "Ne görüyorsun?" deyince, "Azamet perdesine kadar her şeyi
görüyorum" cevâbını verdi. Sonra; "Gözlerini yum!" buyurdu. O da gözlerini
kapattı. "Tekrar oku!" buyurdu, emri yerine getirdi. "Ne görüyorsun?" deyince,
"On sekiz bin âlemi seyrediyorum" dedi. Bunun üzerine hocası; "Ey Muînüddîn,
senin işin tamam oldu" buyurdu. Önlerinde bir kerpiç duruyordu. "Bunu al!"
buyurdu. Alınca, kerpiç altın oldu. "Bunu, burada bulunan dervişlere paylaştır."
deyince, hemen paylaştırdı. Yirmi sene bu hocasının hizmetinde ve sohbetinde
bulunup, pek çok feyze kavuştu ve tasavvufta yükseldi.
Hâce
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri gittiği her beldede kabristanları ziyâret eder,
orada bir müddet kalırdı. Vardığı yerde tanınıp meşhûr olunca, orada durmaz,
kimsenin haberi olmadan, gizlice çıkıp giderdi. Bu seyâhatlerinden biri de
Mekke'ye olmuştur. Mekke-i mükerremeye gidip, Kâbe-i muazzamayı ziyâret etti.
Bir müddet Mekke'de kalıp, oradan Medîne-i münevvereye gitti. Peygamberimiz
server-i âlem Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bir müddet
de Medîne'de kaldı. Bir gün Mescid-i Nebî'de iken, Ravda-i mutahheradan,
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin türbesinden; "Muînüddîn'i
çağırınız!" diye bir ses işitildi. Bunun üzerine türbedâr; "Muînüddîn!" diye
bağırdı. Birkaç yerden "Efendim!" sesi işitildi. Sonra; "Hangi Muînüddîn'i
istiyorsunuz? Burada Muînüddîn adında bir çok kişi var" dediler. Bunun üzerine
türbedâr geri dönüp, Ravda-i mutahheranın kapısında ayakta durdu. İki defâ,
"Muînüddîn-i Çeştî'yi çağır!" diye nidâ eden bir ses işitti. Türbedâr bu emir
üzerine cemâate karşı; "Muînüddîn-i Çeştî'yi istiyorlar!" diye bağırdı.
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri bu sözü işitince, bambaşka bir hâle girdi. Ağlayıp,
gözyaşları dökerek ve salevât okuyarak Peygamberimizin türbesine yaklaştı ve
edeble ayakta durdu. Bu sırada; "Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel!" diye bir ses
işitince; kendinden geçmiş bir hâlde, Resûl-i ekremin türbesine yaklaştı ve
sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı görmekle şereflendi. Peygamberimiz;
"Sen benim dînime hizmet edicisin. Senin Hindistan'a gitmen gerekir. Hindistan'a
git! Hindistan'da Ecmîr denilen bir şehir vardır. Orada benim evlâdımdan
(torunlarımdan) Seyyid Hüseyin adında biri var. Oraya cihâd ve gazâ niyetiyle
gitmişti. Şu anda şehîd oldu. Orası kâfirlerin eline geçmek üzere, senin oraya
gitmen sebeb ve bereketiyle, İslâmiyet orada yayılacak ve kâfirler hakîr
olacaklar, güçsüz ve tesirsiz kalacaklar" buyurdular. Sonra ona bir nar verip;
"Bu nara dikkatle bak ve nereye gitmen gerekiyorsa, görüp, anla!" buyurdu.
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Server-i âlemin verdiği narı alıp, emredildiği
gibi baktı, şark ve garbı tamâmen gördü. Gideceği Ecmîr şehrini ve dağlarını da
görüp dikkatle baktı. Bundan sonra Peygamberimizi göremedi. Fâtiha okuyup duâ
etti ve yardım dileyip, Ravda-i mutahheradan (Peygamberimizin türbesinden)
ayrıldı.
Muînüddîn-i Çeştî aldığı mânevî işâret üzerine Medîne-i münevvereden ayrılan
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri derhal Hindistan'ın yolunu tuttu. Kendisini
sevenlerden kırk kişi de birlikte idi. Bir müddet yolculuktan sonra Hindistan'a
ulaştılar. Ecmîr'e yaklaştıklarında, bölgenin racası (prensi), Muînüddîn-i Çeştî
hazretlerinin Ecmîr'e gelmekte olduğunu öğrenince; onu târif ederek, görüldüğü
yerde öldürülmesini emretti.
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri ise, yanında kırk kişi ile birlikte açıkça
yollarına devâm ettiler. Geldiklerini duyan ve öldürmek üzere Ecmîr racasından
emir alanlar, Muînüddîn-i Çeştî'yi yolda gördükleri hâlde, hiç biri kendinde
onun yanına yaklaşmak cesâret ve gücünü bulamadı. Böylece Muînüddîn-i Çeştî yola
devâm edip, Ecmîr'e girdi. Yanındakiler ile birlikte, bir ağacın altına oturup,
istirâhat etti. Oturdukları yer, Ecmîr racasının develerinin yattığı bir meydan
idi. Orada bir müddet oturduktan sonra, bir kervancı (deveci) geldi. Kalabalık
bir cemâatin oturduğunu gördü. Ey fakirler, bu oturduğunuz yer sizin değildir.
Burada Mihrâce'nin (Ecmîr prensinin) develeri yatar dedi. Oradakiler hiç
karşılık vermediler. Bunun üzerine adam şiddetle yanlarına yaklaştı. Muînüddîn-i
Çeştî hazretleri adamın bu davranışı karşısında ayağa kalktı ve; "Biz buradan
gidiyoruz, fakat sizin develeriniz buradan kalkamazlar" dedi. Sonra hoşa giden
güzel bir havuzun başına kondular. Burada ibâdetle meşgûl olup, sohbet
ederlerken, ilk oturdukları yerden kalkmalarını söyleyen deve bakıcısı yanlarına
geldi. Muînüddîn-i Çeştî'ye; "Sizi kaldırdığımız yere akşam develer bırakıldı.
Sabah olunca, kervancı, develeri kaldırmak için çok uğraştı. Fakat kaldırmak
mümkün olmadı. Develer aslâ kalkmıyor" dedi. Muînüddîn-i Çeştî'yi ilk oturduğu
yerden kaldırmaları sebebiyle bu iş başlarına gelmişti.
Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinden dört asır sonra Hindistan'da yetişen ve ikinci
bin yılının müceddidi olan, İslâmiyeti Hindistan'a ve diğer beldelere yayan
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, H.1033 de Ecmîr'e gittiğinde, Muînüddîn-i Çeştî
hazretlerinin türbesini ziyâret etmiş ve; "Hâce hazretleri merhamet eyledi.
İhsânda bulundu. Husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdi. Çok konuştuk, esrâr,
sırlar açıldı." buyurmuştur.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri onun kabrini ziyâret ettiği sırada, türbesine hizmet eden
türbedarlar, kabri üzerindeki örtüyü ona hediye verdiler. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri de kabûl ederek; "Hâce hazretleri, en yakın elbisesini bize ihsân
etti. Bunu kefenim olması için saklayalım." buyurdu. Bir sene sonra vefât
edince, o örtüyü kefen yaptılar.
|
|