CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hazret-i Hâce Muhammed Bâkî-billâh'ın önde gelen talebelerindendir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyüklüğünü herkesten iyi bilirdi. 1584 senesinde takdîr-i ilâhî ile Hindistan sultânının vâlilerinden oldu. Fakat sonra makam ve mevkii münâsebetiyle kalbi sıkılıp, fakirlerin, velîlerin sohbetlerini arzu eder oldu. Dâimâ yalnızlığı ve bir köşeye çekilmeyi isterdi. O günlerde Mâverâünnehr'e giden Hâce Muhammed Bâkî-billah'ın sohbetleriyle şereflenmek üzere o da Mâverâünnehr'e gitti. Kalbinden dünyâ ve makam sevgisini çıkarıp, Bâkî-billah hazretlerine talebe oldu. Zenginlik perdesini yırtıp, İbrâhim Edhem gibi eski bir elbise giyerek, vâliliği, zenginliği, makam ve îtibârı bıraktı. Zamânın sultânı kendinden memnundu. Hattâ Şâh ve vezir, Hüsâmeddîn Ahmed'in bu dünyâdan uzak hâlini bırakıp eski makâmına gelmesini istiyorlar, sebep olanlara kızıyorlardı. Birçok kimse bu mesûd zâta gelip, eski makâmına dönmesini istediler. Fakat, o, Allahü teâlânın tevfik ve dilemesi ile himmet ayağını en doğru caddeye koyduğundan, istekleri kabûl etmedi. Hâce Muhammed Bâkî-billah Mâverâünnehr'den dönünce, yüksek huzur ve sohbetlerine devâm etti. Muhammed Bâkî-billah hazretleri, Hüsâmeddîn Ahmed'i celâl yolundan terbiye etti. Zâhirde sertlik gösterip, kalbden ona muhabbet besledi. Şiir:                        

 

Yüzü güzel olanın nâzı da ne güzeldir.

Bir gözüyle kovarsa, diğeri ile gel der.

Bir gözüyle sayısız nâz eder, cilve eder,

Diğeriyle dâimâ yeniden özür diler.

 

Senelerce Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin hizmetinde, doğruluk ve teslimiyet içinde bulundu. Husûsî teveccüh ve ihsânlarına kavuştu. Tasavvufun yüksek derecelerine ulaştı. Hâce Muhammed Bâkî-billah; talebe yetiştirmesi, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatması için ona icâzet verdi. Hüsâmeddîn Ahmed bu vazifeye lâyık olmadığını belirterek, affedilmesini istedi. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretleri de özrünü kabûl edip yanından ayırmadı. Hattâ, Muhammed Bâkî-billah'ın vefâtında yanında bulundu. Vefâtı ânında talebelerinin büyüklerinden ondan başkası yoktu. Tekfin (kefenlenme), techiz ve defn hizmetlerini o yaptı. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin vefâtından sonra, onun dergâhında bulunanlara ve hocasının oğullarına hizmette bulunup, çok çalıştı ve çalışmalarının mükâfâtını da buldu. Hocalarının oğulları, onun çalışmasının bereketi ile fazîlete ve kurtuluşa kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocalarının oğullarına gönderdiği bir mektupta, Hüsâmeddîn Ahmed'e teşekkürlerini bildirirlerdi.

Muhammed Hâşim-i Keşmî anlatır: Hâce Hüsâmeddîn Ahmed hazretleri, bu hizmetçilerine lütuf ve merhamet ederek çok kıymetli mektuplar gönderdi. Hocamız İmâm-ı Rabbânî'nin hizmetinde bulunduğum sırada, birkaç günde mektubu gelir ve o mektuplarda; Hocamıza hizmeti çok aziz tutmayı, sohbetlerinde îcâb eden her şeye dikkat ve riâyet etmeyi nasîhat ederdi. Bâzan rüyâda ve hâl esnâsında da gelir, çeşit çeşit nasîhatler ederdi. Bu dostunun şiirlerini severdi. Gönderdiği şiirli mektuplarda, bu fakîrden de şiir isterdi. Bir yolculuk esnâsında onların hizmetine kavuştum; "Bizim bilmediğimiz yeni şiirleriniz yok mu?" diye sordu. Bu rubâiyi okudum:

 

Bizim bu mazlum bahtımız adâlete kavuşmadı.

Bir aşk ateşimiz vardır kimse ona ulaşmadı.

Yüzlerce eğri dikenli yollardan geçtik amma

Bir defâ murâdımıza kavuşmak mümkün olmadı."

 

Bu şiiri hâllerine uygun bulup çok beğendiler.

Hicâz'a gitmeyi çok arzu ettiklerini anlayınca da, şu rubâiyi yazıp gönderdim:

 

Kalb, kıbleyi gösteren pusula olmadıkça,

Vücûd, Kâbe yolunun bedeli olmadıkça,

Kalmak için kendinde bu ten kuvvet bulamaz,

Hicâz topraklarını kehribar bulmadıkça.

 

Bu rubâimi de çok beğendi. Bir gün onların yanındaydım. Orada bulunanlardan biri, zamânın zenginlerinden, vâli ve âmirlerinin şânından, şereflerinden konuşup, fakir kimselerden bahsetmedi. Hâce Hüsâmeddîn Ahmed buyurdu ki: "Ey kardeşim! Bu söz, bu zamandaki fukarâ hakkında bir ilâhî hikmet taşıyor. Çünkü eski zamanlardaki fakirler, dünyâdan ve dünyâyı isteyenlerden uzak dururlardı. Sakınırlardı. Her ne kadar zenginler onlara yaklaşmak isteseler, onlar zenginlerin sohbetinden kaçarlardı. Bu zamandaki fakirlerin çoğu; bir ihtiyâcı olup gelen zenginlerle bir arada oturup, muhabbet etmek isterler. Böylece fakirlerin zenginlerden uzak kalma hâli bozulur."

Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hirat'ta yetişen âlim ve büyük velîlerdendir. İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin neslindendir. Beş yaşında Muhammed Pârisâ hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühe kavuştu.

Mevlânâ Abdurrahmân'ın babası Nizâmeddîn Ahmed, ilim ve takvâ sâhibi idi. Haramlardan şiddetle kaçardı. Oğlunun ilim ehli olması için Herat'daki Nizâmiyye Medresesine getirdi. O sırada Abdurrahmân Câmî henüz küçüktü, bülûğ yaşına gelmemişti. Fakat medresede; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı, hocaları ve arkadaşları üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Tahsîlinin başlangıcında, Muhtasar ve Telhîs adlı eserler üzerinde çalışırken, daha önce gelen ileri sınıftaki arkadaşları Şerh-i Miftâh ve Mutavvel isimli kitapları okuyordu. Mevlânâ Abdurrahmân, kısa zamanda kendi kitaplarını bitirip, en ileri seviyedeki arkadaşlarının okuduğu kitapları okumağa başladı. Arkadaşlarına yetişip onları geçmesi, herkesi şaşırttı. Bunun üzerine hocaları; "Semerkand, Semerkand olalıdan beri, Molla Câmî'den daha zekî ve kâbiliyetli bir kimse görmedi." demekten kendilerini alamadılar. Burada Hâce Ali Semerkandî'nin, Şihâbüddîn'in ve Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî'nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinden başka, fen ilimlerine ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey zamânında Bursalı Kadızâde Rûmî'nin matematik derslerine de devâm etti. Bu sırada Herat'da, meşhûr astronomi âlimi Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu, Molla Câmi'ye astronomi ilmine dâir güç ve zor sorular sordu. Sorulanların hepsini, en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı cevaplandırdı. Ali Kuşçu, bu cevaplara hayran kaldı. Sonra Ali Kuşçu'ya dönerek; "Sizin ilim hazînenizde bundan daha üstün bir nesne yok mudur?" diyerek latîfe etti. Ali Kuşçu ise; "Molla Câmî ile karşılaştıktan sonra, ondaki bilgilerin normal yol ile elde edilen bilgilerden olmadığını ve bunların Allahü teâlânın ona bir ihsânı olduğunu anladım." demekten kendini alamadı.

...Molla Câmî'nin, Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; "Beş yüz yıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kaşgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi "Ahrâriyye" ismi verilen yoluna aldı." buyurdu. Mevlânâ Abdürrahîm ise; "Abdurrahmân Câmî, aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna girene kadar, insanı zâhirî ilimlerden başka hiçbir şey kemâl derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun tasavvufa yönelişinden sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım." dedi.

Abdurrahmân Câmî, Sâdüddîn-i Kaşgârî hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde halvet etmeye, nefsini terbiye için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni, nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini, insanlardan uzak yerlerde Allahü teâlâyı zikretmek, namaz kılmak ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirdi. Âdetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan ayrıldı. Aylarca devâm eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve melekler âlemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu âlemin tecellîleri onun gözünün önünde belirdi ve her şeyden sıyrılmış olarak kendini Allahü teâlâya verdi. O zaman anlıyamadığı bir arzu ile Kâbeye doğru yollara düştü. Bir müddet gittikten sonra kendine gelip; "Ben hocamdan izin almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızâsız bir iş yapılır mı? Bu benim yaptığım doğru değildir, derhâl dönmeliyim." diyerek, hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin huzûruna döndü. Bu hâdise üzerine Molla Câmî buyurdu ki: "Bu "Ahrâriyye" ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna ilk girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı. Hocamın emri üzerine bunlara iltifât etmeyip, o nûrun devamlı olmasını sağlamaya çalıştım. Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, keşif ve kerâmetin meydana gelmesi, insanın tamâmiyle olgunlaştığına, nefsini terbiye ettiğine işâret değildir. Bunlara güvenmemelidir. Talebeye en üstün kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun teveccühleri altında nefsinden kurtulmasıdır."