|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmed (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Hazret-i Hâce Muhammed Bâkî-billâh'ın önde gelen talebelerindendir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyüklüğünü herkesten iyi bilirdi. 1584 senesinde
takdîr-i ilâhî ile Hindistan sultânının vâlilerinden oldu. Fakat sonra makam ve
mevkii münâsebetiyle kalbi sıkılıp, fakirlerin, velîlerin sohbetlerini arzu eder
oldu. Dâimâ yalnızlığı ve bir köşeye çekilmeyi isterdi. O günlerde
Mâverâünnehr'e giden Hâce Muhammed Bâkî-billah'ın sohbetleriyle şereflenmek
üzere o da Mâverâünnehr'e gitti. Kalbinden dünyâ ve makam sevgisini çıkarıp,
Bâkî-billah hazretlerine talebe oldu. Zenginlik perdesini yırtıp, İbrâhim Edhem
gibi eski bir elbise giyerek, vâliliği, zenginliği, makam ve îtibârı bıraktı.
Zamânın sultânı kendinden memnundu. Hattâ Şâh ve vezir, Hüsâmeddîn Ahmed'in bu
dünyâdan uzak hâlini bırakıp eski makâmına gelmesini istiyorlar, sebep olanlara
kızıyorlardı. Birçok kimse bu mesûd zâta gelip, eski makâmına dönmesini
istediler. Fakat, o, Allahü teâlânın tevfik ve dilemesi ile himmet ayağını en
doğru caddeye koyduğundan, istekleri kabûl etmedi. Hâce Muhammed Bâkî-billah
Mâverâünnehr'den dönünce, yüksek huzur ve sohbetlerine devâm etti. Muhammed
Bâkî-billah hazretleri, Hüsâmeddîn Ahmed'i celâl yolundan terbiye etti. Zâhirde
sertlik gösterip, kalbden ona muhabbet besledi. Şiir:
Yüzü güzel olanın nâzı da
ne güzeldir.
Bir gözüyle kovarsa,
diğeri ile gel der.
Bir gözüyle sayısız nâz
eder, cilve eder,
Diğeriyle dâimâ yeniden
özür diler.
Senelerce Hâce Muhammed
Bâkî-billah hazretlerinin hizmetinde, doğruluk ve teslimiyet içinde bulundu.
Husûsî teveccüh ve ihsânlarına kavuştu. Tasavvufun yüksek derecelerine ulaştı.
Hâce Muhammed Bâkî-billah; talebe yetiştirmesi, Allahü teâlânın dînini ve
sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatması için ona icâzet verdi.
Hüsâmeddîn Ahmed bu vazifeye lâyık olmadığını belirterek, affedilmesini istedi.
Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretleri de özrünü kabûl edip yanından ayırmadı.
Hattâ, Muhammed Bâkî-billah'ın vefâtında yanında bulundu. Vefâtı ânında
talebelerinin büyüklerinden ondan başkası yoktu. Tekfin (kefenlenme), techiz ve
defn hizmetlerini o yaptı. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin vefâtından
sonra, onun dergâhında bulunanlara ve hocasının oğullarına hizmette bulunup, çok
çalıştı ve çalışmalarının mükâfâtını da buldu. Hocalarının oğulları, onun
çalışmasının bereketi ile fazîlete ve kurtuluşa kavuştular. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, hocalarının oğullarına gönderdiği bir mektupta, Hüsâmeddîn Ahmed'e
teşekkürlerini bildirirlerdi.
Muhammed Hâşim-i Keşmî
anlatır: Hâce Hüsâmeddîn Ahmed hazretleri, bu hizmetçilerine lütuf ve merhamet
ederek çok kıymetli mektuplar gönderdi. Hocamız İmâm-ı Rabbânî'nin hizmetinde
bulunduğum sırada, birkaç günde mektubu gelir ve o mektuplarda; Hocamıza hizmeti
çok aziz tutmayı, sohbetlerinde îcâb eden her şeye dikkat ve riâyet etmeyi
nasîhat ederdi. Bâzan rüyâda ve hâl esnâsında da gelir, çeşit çeşit nasîhatler
ederdi. Bu dostunun şiirlerini severdi. Gönderdiği şiirli mektuplarda, bu
fakîrden de şiir isterdi. Bir yolculuk esnâsında onların hizmetine kavuştum;
"Bizim bilmediğimiz yeni şiirleriniz yok mu?" diye sordu. Bu rubâiyi okudum:
Bizim bu mazlum bahtımız
adâlete kavuşmadı.
Bir aşk ateşimiz vardır
kimse ona ulaşmadı.
Yüzlerce eğri dikenli
yollardan geçtik amma
Bir defâ murâdımıza
kavuşmak mümkün olmadı."
Bu şiiri hâllerine uygun
bulup çok beğendiler.
Hicâz'a gitmeyi çok arzu
ettiklerini anlayınca da, şu rubâiyi yazıp gönderdim:
Kalb, kıbleyi gösteren
pusula olmadıkça,
Vücûd, Kâbe yolunun
bedeli olmadıkça,
Kalmak için kendinde bu
ten kuvvet bulamaz,
Hicâz topraklarını
kehribar bulmadıkça.
Bu rubâimi de çok beğendi.
Bir gün onların yanındaydım. Orada bulunanlardan biri, zamânın zenginlerinden,
vâli ve âmirlerinin şânından, şereflerinden konuşup, fakir kimselerden
bahsetmedi. Hâce Hüsâmeddîn Ahmed buyurdu ki: "Ey kardeşim! Bu söz, bu zamandaki
fukarâ hakkında bir ilâhî hikmet taşıyor. Çünkü eski zamanlardaki fakirler,
dünyâdan ve dünyâyı isteyenlerden uzak dururlardı. Sakınırlardı. Her ne kadar
zenginler onlara yaklaşmak isteseler, onlar zenginlerin sohbetinden kaçarlardı.
Bu zamandaki fakirlerin çoğu; bir ihtiyâcı olup gelen zenginlerle bir arada
oturup, muhabbet etmek isterler. Böylece fakirlerin zenginlerden uzak kalma hâli
bozulur."
Molla
Câmî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Hirat'ta yetişen âlim ve büyük velîlerdendir. İmâm-ı
Muhammed Şeybânî hazretlerinin neslindendir. Beş yaşında Muhammed Pârisâ
hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühe kavuştu.
Mevlânâ
Abdurrahmân'ın babası Nizâmeddîn Ahmed, ilim ve takvâ sâhibi idi. Haramlardan
şiddetle kaçardı. Oğlunun ilim ehli olması için Herat'daki Nizâmiyye Medresesine
getirdi. O sırada Abdurrahmân Câmî henüz küçüktü, bülûğ yaşına gelmemişti. Fakat
medresede; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı, hocaları ve
arkadaşları üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Tahsîlinin başlangıcında, Muhtasar
ve Telhîs adlı eserler üzerinde çalışırken, daha önce gelen ileri sınıftaki
arkadaşları Şerh-i Miftâh ve Mutavvel isimli kitapları okuyordu. Mevlânâ
Abdurrahmân, kısa zamanda kendi kitaplarını bitirip, en ileri seviyedeki
arkadaşlarının okuduğu kitapları okumağa başladı. Arkadaşlarına yetişip onları
geçmesi, herkesi şaşırttı. Bunun üzerine hocaları; "Semerkand, Semerkand
olalıdan beri, Molla Câmî'den daha zekî ve kâbiliyetli bir kimse görmedi."
demekten kendilerini alamadılar. Burada Hâce Ali Semerkandî'nin, Şihâbüddîn'in
ve Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî'nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinden başka, fen
ilimlerine ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey zamânında Bursalı Kadızâde Rûmî'nin
matematik derslerine de devâm etti. Bu sırada Herat'da, meşhûr astronomi âlimi
Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu, Molla Câmi'ye astronomi ilmine dâir güç ve zor
sorular sordu. Sorulanların hepsini, en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı
cevaplandırdı. Ali Kuşçu, bu cevaplara hayran kaldı. Sonra Ali Kuşçu'ya dönerek;
"Sizin ilim hazînenizde bundan daha üstün bir nesne yok mudur?" diyerek latîfe
etti. Ali Kuşçu ise; "Molla Câmî ile karşılaştıktan sonra, ondaki bilgilerin
normal yol ile elde edilen bilgilerden olmadığını ve bunların Allahü teâlânın
ona bir ihsânı olduğunu anladım." demekten kendini alamadı.
...Molla
Câmî'nin, Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; "Beş
yüz yıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim
erbâbını, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kaşgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi "Ahrâriyye"
ismi verilen yoluna aldı." buyurdu. Mevlânâ Abdürrahîm ise; "Abdurrahmân Câmî,
aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna girene kadar, insanı zâhirî
ilimlerden başka hiçbir şey kemâl derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun
tasavvufa yönelişinden sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım." dedi.
Abdurrahmân Câmî, Sâdüddîn-i Kaşgârî hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde
halvet etmeye, nefsini terbiye için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni,
nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini,
insanlardan uzak yerlerde Allahü teâlâyı zikretmek, namaz kılmak ve Kur'ân-ı
kerîm okumakla geçirdi. Âdetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan
ayrıldı. Aylarca devâm eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve melekler
âlemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu âlemin tecellîleri onun gözünün önünde
belirdi ve her şeyden sıyrılmış olarak kendini Allahü teâlâya verdi. O zaman
anlıyamadığı bir arzu ile Kâbeye doğru yollara düştü. Bir müddet gittikten sonra
kendine gelip; "Ben hocamdan izin almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızâsız
bir iş yapılır mı? Bu benim yaptığım doğru değildir, derhâl dönmeliyim."
diyerek, hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin huzûruna döndü. Bu hâdise üzerine Molla
Câmî buyurdu ki: "Bu "Ahrâriyye" ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna ilk
girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı. Hocamın emri
üzerine bunlara iltifât etmeyip, o nûrun devamlı olmasını sağlamaya çalıştım.
Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, keşif ve kerâmetin meydana gelmesi, insanın
tamâmiyle olgunlaştığına, nefsini terbiye ettiğine işâret değildir. Bunlara
güvenmemelidir. Talebeye en üstün kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun
teveccühleri altında nefsinden kurtulmasıdır."
|
|