|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın
başında Irak ve Şam'da yetişmiş büyük velîlerdendir. İnsanlara hak yolu
göstererek hakîki saâdete, kurtuluşa kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye”
adı verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının
müceddidi idi. Babasının ismi Ahmed'dir. İsmi Hâlid, lakabı Ziyâüddîn'dir.
Bağdâdî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babası hazret-i Osman'ın, annesi ise
hazret-i Ali'nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır. Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur H.1192 senesinde Bağdât'ın kuzeyindeki
Şehrezûr kasabasında doğdu. H.1242 senesinde Şam'da vefât etti. Kabri Şam'ın
kuzeyinde, Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir. Sevenleri
tarafından ziyâret edilmektedir.
Küçük
yaşta ilim tahsîline başlayan Hâlid-i Bağdâdî, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası,
sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile dikkati çekti. Süleymâniye'de devrin meşhûr
âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahîm Berzencî ile
kardeşi Abdülkerîm Berzencî'den, Abdullah-ı Harpânî'den ve daha pekçok âlimden
ilim öğrenip, icâzet aldı. Sarf, nahiv, edebiyât, usûl, mantık, hikmet (fen),
hey'et (astronomi), geometri, hesâb ilimleri ile tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm,
tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdî'nin Kâmûs'unu
ezberledi. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak
derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve
geniş bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini
kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını
verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.
1805
senesinde hacca gitti. Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona
teslim olmak arzusundaydı. Bir gün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı.
Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: "Ey
Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen
reddetme." Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cumâ günü Kâbe-i
şerîfe karşı Delâil-i Hayrât'ı okurken birinin, Kâbe'ye sırt çevirip kendine
bakdığını gördü. "Utanmadan Kâbe'ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!" diye
düşünürken, o kimse; "Mümine hürmet, Kâbe'ye hürmetten daha öncedir. Bunun için
yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne'deki zâtın nasîhatını
unuttun mu?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu
anladı. Ondan af diledi ve; "Beni talebeliğe kabûl et." diye yalvardı. O da;
"Sen burada olgunlaşamazsın." dedikten sonra eli ile Hindistan'ı göstererek;
"Senin işin orada tamam olur." dedi ve gitti.
Bu
gördüğü zatın, hocası Abdullah-ı Dehlevî olduğu rivayet edilmektedir.
Mevlânâ
Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye'ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat
gece-gündüz Hindistan'ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken,
Hindistan'ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı
Dehlevî'nin talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe,
Abdullah-ı Dehlevî; "Mevlânâ Hâlid'e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!"
buyurdu." dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders
vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli'ye kızmaya başladı.
Bir süre
sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind
yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî
ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için
çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan'ın karanlıklar ve
tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; "Âb-ı
hayât zulümâtta bulunur." şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri,
arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran'a geldiler. Burada meşhûr
şiî âlimi İsmâil Kâşî'yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî
tefsîr kitaplarını okumuş, Kur'ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler
tarafından değiştirilip, mânâlarının tahrif edildiğini görmüştü. Meselâ; Enfâl
sûresi 70. âyetinde meâlen; "Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü
teâlâ seni affeyledi." âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh
hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî'ye;
"Peygamberler günah işler mi?" dedi. Kâşî; "Bütün peygamberler mâsûmdur, günah
işlemezler." dedi. Mevlânâ Hâlid; "Peki, Kur'ân-ı kerîmin; "Bedr gazâsındaki
esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi." meâlindeki âyet-i
kerîmede; "Af" söylendiğine göre, günah işlemiş mânâsına gelmiyor mu? Hâlbuki
peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir." deyince, Kâşî; "Bu
âyet-i kerîme Ebû Bekr'i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin
hakkında değildir." dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O hâlde, Allahü
teâlâ Ebû Bekr'i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?" dedi. Kâşî
cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu.
Lâhor
şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî'yi
(rahmetullahi aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhar-ı Cân-ı
Cânân'ın en üstün talebelerindendi.
Mevlânâ
Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım.
Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle
kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah'ın huzûruna gittiğim
zaman, daha rüyâmı anlatmadan; "Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî'nin
huzur ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzur ve hizmetinde bulunmayı, sana
vâd olunan nîmetlere kavuşmaya sebep bilmelisin." dedi. Daha sonra o kasabadan
ayrıldım. Hindistan'ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd'a geldim.
Aylarca
süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli'ye (Cihanâbâd)
ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli'ye vardığında, Abdullah-ı
Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında
bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan'ın en büyük velîsi
ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna kavuştu.
Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için
dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına
rağmen, hiç îtirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi.
Derhal nefsine; "Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan
yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm." diyerek hitâb etti. Artık
bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su
taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı
Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş'a doğru muazzam bir nûrun
yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu.
Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ'nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini,
kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda
bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla
başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı
Dehlevî'nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîlerden
olmak saâdetine erişti. Huzur ve müşâhede makâmına kavuştu. Vilayet-i kübrâ
hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye
yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbindeki bütün esrâr ve mânevî
üstünlüklere kavuştu.
Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî
hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât'a git! Oradaki Hak
âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur." buyurunca, Mevlânâ
Hâlid hazretleri; "Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada
Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl
meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve îtibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı
durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler."
diye arz etti. "Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler,
senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın
vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi
ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!" buyurdu. "Din için dünyâlık isterim!" dedi.
"Git, her istediğini verdim!" deyip; "Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın
büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakk'a gönlünü vermiş,
ölü gibi hareketsiz durup, Hakk'ın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona
selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!" buyurdu. Sonra bütün
talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid'i uğurladı.
Sonra; "Hâlid bürd", yâni "Hâlid herşeyi aldı götürdü." buyurdu.
Mevlânâ
Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler.
Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid'i (rahmetullahi
aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı
Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, hocasının
selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; "Aleyke ve aleyhisselâm."
buyurdu. Sonra; "Ey Hâlid, senin fütûhâtın ve irşâdının yayılma yeri
Bağdât'tır." deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın,
nisbet-i Muhammedî denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i
Haktan ve O'nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı.
Mevlânâ
Hâlid Şîrâz'a, oradan İsfehan'a sonra Hemedan'a gitti. Hangi şehre teşrif etse,
Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatması güzel âdetlerindendi. Bu
şehirlerdeki vâz ve nasîhatlerini duyan îtikâdı bozuk kimseler ona kötülük
yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid'in heybeti
sebebiyle korkup bir şey yapamadılar. Sonra Senendec'e, oradan da H.1226
senesinde vatanları olan Süleymâniye'ye gittiler. Bütün âlimler, fazîlet
sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neşe ile onu
karşılamağa çıktı. Süleymâniye'de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet burada
kaldıktan sonra Bağdat'a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin
dergâhına yerleşip beş ay kadar insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlattı. Tekrar Süleymâniye'ye dönerek ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye
devam etti.
Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1813 senesinde Süleymâniye'den tekrar ayrılıp
Bağdât'a gitti. İkinci defâ Bağdât'ı teşriflerinde, çok kimseler kendisine
talebe oldu. İrşâd nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdât'ta en önce
kendisine talebe olan, Bağdât müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu
Müftî, Vâli Saîd Paşanın yardımıyla, İhsâiyye, Isfahâniyye Medresesini tâmir
ettirip, Mevlânâ Hâlid'e arz etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim
ve edeb neşretmeye başladı.
Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp,
dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için çalışmaya başladığı günlerde, Bağdât
Vâlisi Saîd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik,
hizmetçiler gibi edeple huzûrunda oturmuş olduklarını gördü. Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin heybetini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Mevlânâ Hâlid'in
celâl hâli gidince, Saîd Paşanın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretleri ona duâ edip; "Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur.
Sen ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl
olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o
günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile
olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş
değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir." deyip, nasîhat buyurunca,
Saîd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı.
Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Bağdât'ta kalıp İslâmiyeti anlattıktan ve
talebe yetiştirdikten sonra memleketi olan Süleymâniye'ye döndü. Orada kendisi
için bir dergâh inşâ edildi. Bu dergâhta insanlara vâz ve nasîhat edip talebe
yetiştirdi.
Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; Bir ara üçüncü defâ Bağdât'a gelerek İhsâiye
Medresesinde yerleşti. İnsanlara İslâmiyeti anlatmaya ve ilim öğretip talebe
yetiştirmeye devâm etti. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem)
sünnet-i seniyyesini yayıp, sonradan ortaya çıkan bid'atları kaldırdı. İlim,
fazîlet ve güzel ahlâkta olgunluğun zirvesine yükselen Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin üstünlüğünü dost düşman herkes kabûl etti. Bağdât'ın âlimleri,
ileri gelenleri, vezirleri ve vâlileri önünde boyun eğdikleri gibi, diğer İslâm
ülkelerindeki insanlar da onun üstünlüğünü işitip Bağdât'a koştular. Uzaktan
yakından onun sohbetlerine ve ilim meclislerine gelenler, zâhirî ve bâtınî
üstünlüklere kavuşarak memleketlerine döndüler veya İslâm memleketlerinin
çeşitli yerlerine giderek İslâmiyeti anlattılar.
Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, hayâtının son senesinde Ramazân-ı şerîf ayının son
gününde halîfeleri ve sevenlerine Kudüs'e gitmek istediğini bildirdi. Talebeleri
bu habere çok sevindiler. Fakat Şevvâl ayı içerisinde tâûn salgını, vebâ
hastalığı ortaya çıktı. Talebeleri; "Kudüs'e gitmenin tam zamânıdır." dediler.
Onlara buyurdu ki: "Şimdi üzerinde durduğumuz mesele, tâuna karşı sabırlı
olmaktır. Bunun sevâbı, istediğiniz şeyden daha çoktur." Tâunla şehîd olup
gitmenin fazîletinden ve iyiliğinden bahsetti. Tâûndan ölenlerin şehîd olacağı
hakkında hadîs-i şerîfleri okuyarak bu yüksek dereceye kavuşmak istediğini
bildirdi.
O sırada
birisi gelip; "Efendim duâ edin de bana tâûn bulaşmasın." diye yalvarınca, ona
duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; "Rabbime kavuşmayı
istememekten hayâ ederim." buyurdu.
Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Muhammed Behâüddîn isimli beş yaşındaki oğlu bu
sene tâûn hastalığına tutulup vefât etti. Onun vefâtını haber alınca, buyurdu
ki: "Ey Rabbim! Bu musîbete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle
rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah yüksek katınızda büyük bir nasîbi
olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız.
Vekîlimizdir." buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve
tahammül etmenin fazîletlerini içine alan sohbet ve vâza başladı. Âhirete göç
eden bu temiz yavrunun Kâsiyûn Dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu
yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih
hazretlerine techiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra,
müslümanların omuzlarında, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid
hazretleri imâm olup, cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler.
Behâüddîn'in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aynı sene içinde
taûndan vefât etti. Abdürrahmân gâyet zekî, merhamet sâhibi, akıllı bir çocuktu.
O da defin hazırlıkları bitince Kâsiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn'in
mezârının kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde
bulundu.
Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, son zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet
kitapları sâhiplerine vermek için ayırmaya başladılar. Bir ara talebelerinden
birini gönderip, Şeyh İsmâil Enârenî'yi çağırttı. Ona; "Buradan hiç bir yere
çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn'in yanına gitmeyi isterim." buyurdu. Şeyh İsmâil;
"Efendim güneşin harâretinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz."
deyince Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Güneşin harâreti bize zarar vermez." buyurdu.
Sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; "Ey İsmâil! Beni dinle, aslâ muhâlefet
etme. Vefâtımdan sonra, çoluk-çocuğum, fıkıh kitaplarım, diğer hukûkî işlerim
için yerime vasî olarak, İsmâil Enârenî'yi tâyin ettim. Ondan sonra Muhammed
Nâsih, sonra Abdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz
borcumun iskâtı için ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki,
ümmetin iyi zâtlarından bâzı ihlâs sâhipleri, bu makâmda, sevdiklerimiz için
dergâh binâ ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızdaki fakir ve
yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musîbet size gelmez. Ona karşı
sabır ve tahammül gösteriniz. İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz." buyurdu.
Şeyh
İsmâil de; "Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz. İnşâallah
bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey
İsmâil! Biz Şam'a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gâyemiz bundan başka bir
şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı
ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nâil
oluruz. Başka bir şey istemiyoruz. Bâzı inkârcıların size yapacağı ezâ ve
cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin ezâ ve cefâsından korkuyoruz. Hak
teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla
yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftirâ ederek zahmet verir." buyurdu.
Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.
|
|