|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra
yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerindendir. Ehl-i sünnetin reisi ve
Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe
künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. H. 80de Kûfe'de doğdu,
H.150 de Bağdât'ta vefât etti.
Aslen
İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin
dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde
bulundu. Babası Sâbit de hazret-i Ali ile görüşüp sohbetinde bulundu. Hazret-i
Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.
Enes bin
Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasını şöyle anlattı: "Küçük yaşlarda
babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan
âlim zât şöyle diyordu: "Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem işittim,
buyurdu ki: "Kardeşinin başına gelen bir musîbetten dolayı sevinme! Allahü
teâlânın ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kılması mümkündür." Ben; "Bu
zât kimdir?" diye sordum. "Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin
Mâlik'tir." diye cevap verdiler."
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim
merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve
sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi.
Îtikâdı
bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla
görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden
Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları
böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi
ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine
giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet
îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka
mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline
başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı
münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin
dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik
ettiler.
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa'bî'nin yanından geçiyordu.
Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; "Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da;
"Çarşıya, pazara devâm ediyorum." dedi. Şa'bî hazretleri; "Hayır, maksadım o
değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A'zam;
"Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum." dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine
devâm ederek; "İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben
senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa'bî
hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp
ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı.
Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile
münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla
gösterilecek bir dereceye ulaştı.
Kelâm
ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders
halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.
Fıkıh
ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu
üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na
dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne
aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra
fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi
ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine
getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim...
İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A'zam, fıkıh
ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken
huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası
talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini
görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse
oturmayacak buyururdu.
İmâm-ı
A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile
başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık
fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının
ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen
inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun
münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz
yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta
tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında
yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm
ettim." Hocası Hammâd'ın dersine devâm ettiği sırada sık sık Hicaz'a gidip Mekke
ve Medîne'de çoğuTâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâyeti
dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. İmâm-ı A'zam'ın hocalarından en meşhûru,
fıkıh ilminde hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân'dır.
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe'de tahsîl ettiği hocalarından bâzıları
şunlardır:
Âmir bin
Şerâhil eş-Şa'bî, Süleymân bin Mihrân el-A'meş, Ebû İshak es-Sebîî, Hâkim bin
Uteybe, Mansûr bin Mu'temir et-Teymî
Kûfe
dışında diğer ilim merkezlerine de giden İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri
bâzan bir sene süren seyâhatlerinde Mekke ve Medîne'ye gitti. Bu beldelerin
meşhûr âlimleriyle görüşüp onlardan ilim öğrendi. Elli beş defâ hac yaptı.
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği
hocalarından bâzıları da şu zâtlardır:
Tâbiîn
büyüklerinden Amr bin Dînâr el-Cümahî, Ebû Zübeyr Muhammed, İbn-i Şihâb ez-Zührî,
hazret-i Ebû Bekr'in torunu Kâsım bin Muhammed, Medîne'nin meşhûr âlimlerinden
Hişâm bin Urve ve Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Basra'daki en meşhûr âlimlerden
Eyyûb bin Keysân es-Sahtiyânî, Katâde bin Diâme, Bekr bin Abdullah Müzenî.
Ayrıca
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunlarından Zeyd bin Ali'den
ve Muhammed Bâkır'dan da ilim ve mârifet öğrenen İmâm-ı A'zam'a, Muhammed Bâkır
hazretleri buyurdu ki: "Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu
canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın.
Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak."
Eshâb-ı
kirâmdan İbn-i Abbâs'ın ilmini Mekke fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh ve İkrime'den,
hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer'in
âzâdlısı Nâfî'den öğrendi. Böylece, Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Mes'ûd ve hazret-i
Ali'den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi. İlimde hiç
kimseye nasîb olmayan yüksek bir dereceye ulaştı.
Tasavvuf
ilmini de Silsile-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i
Sâdık'tan öğrendi. Onunla sohbet edip feyiz alarak tasavvufta yüksek makâma
ulaştı.
Zâhirî ve
mânevî ilimlerde zamânının en büyük âlimi olan İmâm-ı A'zam bir gün Halîfe
Mansûr'un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ bin Mûsâ, Mansûr'a; "Bugün dünyânın en
büyük âlimi bu zâttır." dedi. Halîfe Mansûr; "Ey Nûmân, bu ilmi kimden aldın?"
diye sorunca; "Hazret-i Ömer'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer'den,
hazret-i Ali'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ali'den, Abdullah bin
Mes'ûd'dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes'ûd'dan aldım." cevâbını
verdi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr; "Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl
menbaından almışsın." dedi. İmâm-ı A'zam başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim
silsilesinden olmak üzere, dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve
üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp, zamânında
bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ
hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür.
İmâm-ı
A'zam'ın hocası Hammâd bin Ebî Süleymân vefât edince, hocasının talebeleri,
arkadaşları ve halkın ileri gelenleri, onun yerini dolduracak âlimin, ancak
İmâm-ı A'zam'ın olduğunu görerek, ısrârla hocasının yerine geçmesini istediler.
"İlmin ölmesini istemem." buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî
Süleymân'ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeğe başladı.
İmâm-ı
A'zam, hocası Hammâd'ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı,
tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde
insanların karşılaştıkları zorluklara çare bulan tek mürâcaat kaynağı oldu.
Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, İran, Hind, Yemen ve Arabistan'ın
her tarafından gruplar hâlinde gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve
dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.
İmâm-ı
A'zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve
talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere
yapılırdı. Her gün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri
cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle yapıp, bir miktâr uyuyup,
öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra
evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet
ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele açık olarak müzâkere
edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi
bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu
iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra
da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine
yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir.
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe'nin başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr
olan Yâkûb bin İbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Hasan bin Ziyâd,
oğlu Hammâd, Abdullah bin Mübârek, Veki' bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyâs,
Yahyâ bin Zekeriyyâ, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyet bin Yezid el-Advî, Kâsım
bin Ma'an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.
İmâm-ı
A'zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından
karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi
yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel
yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa
zamanda bulurdu. Bir defâsında onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için bir
ilim heyeti Kûfe'ye gelmişti. Aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu bu
heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle
ayrılmıştır. İmâm-ı A'zam talebelerine; "Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün
tesellisisiniz." buyururdu.
Gerek
ilim meclisine gerek sohbetlerine uzaktan yakından gelen pekçok kimse ondan ilim
ve mârifet tahsîl ettiler. Sohbetleri sırasında insanların müşküllerini
cevaplandırdığı gibi gönüllerini ferahlatan nasîhatlerde bulundu. Bir sohbeti
sırasında, müminleri sevmekle ilgili olarak buyurdu ki:
Allah
bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve
aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi,
hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.
İmâm-ı
A'zam'ın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamânına isâbet etmektedir.
Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi.
Emevî Devletinin son bulup, Abbâsî Devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan
çeşitli hâdiselere şâhid oldu. Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A'zam, bir
taraftan dîni öğrendi ve öğretti, diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında
olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan sapık ve bozuk fırkalarda olanlarla
mücâdele etti. Bu fırkaların herbiri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin
delillerle susturuyordu.
Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A'zam'a devlet idâresinde bir
vazife vermek istedi ve bu hususta zorladı. Fakat İmâm-ı A'zam bâzı sebeplerden
dolayı kabûl edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı.
Daha sonra serbest bırakılınca, H.130 yılında Mekke'ye gidip orada altı yıl
kadar kaldı. Mekke'de de talebelere ders ve fetvâ vererek ilmî mütâlaalar yaptı.
Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe'ye döndü.
Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet
içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri, o zaman çok genişlemiş
olan İslâm dünyâsının her tarafına yayıldılar. Müftîlik, müderrislik, kâdılık
gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yaptılar. Böylece Peygamber efendimizin
bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar
ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete
kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.
Emevîler
devrinde bâzı baskı ve işkenceler gören İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri,
Abbâsîler devrinin ilk zamanlarında ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devâm
etti. Abbâsî Devleti içinde de karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi.
İmâm-ı A'zam hazretleri bu karışıklıklara rağmen ders verme işini devâm ettirdi.
H.145 senesinde meydana gelen hâdiselerden sonra Abbâsî halîfesi Ebû Câfer
Mansûr onu Kûfe'den Bağdât'a getirtti. "Mansûr haklı olarak halîfedir, diye
herkese bildir." dedi. Buna karşılık temyiz mahkemesi reisliğini verdi. Çok
zorladı. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri çok takvâ sâhibi olup, dünyâ
makamlarına kıymet vermediğinden kabûl buyurmadı. Mansûr onu habsettirdi. Her
gün otuz değnek vurdurdu. İmâm-ı A'zam'ın mübârek ayaklarından kan aktı. Halîfe
Mansûr bir ara pişman olup otuz bin akçe gönderdi ise de kabûl buyurmadı. Tekrar
hapsedip her gün on değnek fazla vurdurdu. On birinci günü halkın hücûmundan
korkulup zorla sırt üstü yatırıldı. Ağzına zehirli şerbet döküldü. H.150
senesinde şehîd edildi. Vefât ettiği anda secdeye kapandı. Vefât haberi
duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve göz yaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdât
kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: "Allahü teâlâ
sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını
yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz
sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sendin!" Cenâzesinin kaldırılacağı
sırada Bağdât halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze
namazını kılanlar elli bin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan
cenâze namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defâ cenâze namazı kılındı.
Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırdı. Bağdât'ta, Hayzeran kabristânının doğusunda
defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler.
Vefâtına çok üzüldüler. İmâm-ı Şâfiî'nin hocasının hocası İbn-i Cerîhe vefât
ettiğini duyunca istirca âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, "Yâni ilim gitti
deseniz ya!" buyurdu. Büyük âlimlerden Şu'be'ye vefât haberi ulaşınca, o da;
"İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar." dedi. Vefâtından sonra
çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, şânının yüceliğini
dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: "Ebû Hanîfe ile
teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir
ihtiyâcım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe'nin kabrine gelerek onun
yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime
kavuşuyorum."
"Yüz elli
senesinde dünyânın zîneti gider." hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A'zam için
olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı A'zam gibi bir
büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı.
Selçuklu Sultanı Melikşah'ın vezirlerinden Ebû Sa'd-i Harezmî, İmâm-ı A'zam'ın
kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Sonra
Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defâlarca tâmir ettirdi.
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliyye denilen yüksek din ilimlerinde en
üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin
reisidir. Tefsîr ilminde müfessirlerin başı, üstâdı derecesindeydi. Hadîs
ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sâhibiydi.
İmâm-ı
Şâfiî hazretleri; "Fıkıh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfe'nin
kitaplarını okusun." buyururdu. Abdullah bin Mübârek de; "Fıkıh ilminde Ebû
Hanîfe gibi mütehassıs birini görmedim." buyurdu.
Büyük
âlim Mis'ar, Ebû Hanîfe'nin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar
öğrenirdi. "Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe'yi görmeseydim, Yunan
felsefesinin bataklığına kayacaktım." demiştir. Ebû Yûsuf buyuruyor ki: "Hadîs
ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi birini görmedim. Hadîs-i şerîfleri
açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur." Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî
buyuruyor ki: "Bizler, Ebû Hanîfe'nin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler
gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir."
Âli bin
Âsım diyor ki: "Ebû Hanîfe'nin ilmi, zamânındaki âlimlerin ilimlerinin toplamı
ile ölçülse, Ebû Hanîfe'nin ilmi fazla gelir."
Büyük
hadîs âlimi A'meş, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'den birçok mesele sordu. İmâm-ı A'zam,
suâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevap verdi. A'meş, İmâm-ı
A'zam'ın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, "Ey fıkıh âlimleri! Sizler
mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları
rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz
anlarsınız!" dedi. "Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A'meş'in yanındaydı.
Birisi gelip, birşey sordu. A'meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda,
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe geldi. A'meş, bu suâli İmâm'a sorup cevâbını istedi.
İmâm-ı A'zam hemen geniş cevap verdi. A'meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm!
Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı A'zam, bir hadîs-i şerîf okuyup,
bundan çıkardım. Bunu senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs
ezberlemişti. Bunlardan yalnız on iki bin kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü;
"Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennem'de çok acı azap
görecektir." hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı.
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe'nin verâ ve takvâsı daha çok olduğundan, hadîs nakledebilmesi
için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi
naklederdi."
İmâm-ı
A'zam, İslâmiyeti; îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde
insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar
vermiş, müslümanları çeşitli fitne ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak
ve böylece İslâm dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce
îtikâdda birlik ve berâberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerde Allahü
teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit
etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı)
ünvanını almıştır.
Hadîs-i
şerîfte; "Îmân Süreyya yıldızına çıksa, Fârisoğullarından biri elbette alıp
getirir." buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı A'zam hakkında
olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte;
"İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır (Yâni Eshâb-ı
kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni
Tâbiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir... (yâni Tebe-i
tâbiîndir)" buyruldu. İmâm-ı A'zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiînden
ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrât-ül-Hisan, Mevdû'ât-ül Ulûm ve
Dürrül-Muhtâr'da yazılı hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: "Âdem (aleyhisselâm)
benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu'mân,
künyesi Ebû Hanîfe'dir. O, ümmetimin ışığıdır."
"Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünürüm. Onu seven
beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur."
"Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır. Bid'atleri öldürür. Adı Nu'- mân bin
Sâbit'tir."
"Her
asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamânının en yükseğidir."
Hazret-i
Ali de; "Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim.
Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, bir çok kimse, onun
kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû Bekir ve Ömer
için helâk olacaklardır." buyurdu.
İmâm-ı
A'zam'ın zamânında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu
medhetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: "Ebû
Hanîfe, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet
gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere; "Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû
Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder." dedi.
Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe'nin oturduğu yerden biraz
daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı."Yine
Abdullah ibni Mübârek der ki: Hasan bin Ammâre'yi Ebû Hanîfe ile birlikte
gördüm. Ebû Hanîfe'ye şöyle diyordu: "Allahü teâlâya yemîn ederim ki fıkıhta
senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevab birini görmedim.
Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü
söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir."
İshâk bin
Ebû Fedâ'dan nakl olunur: "İmâm-ı Mâlik'i gördüm. İmâm-ı A'zam'la el ele tutup
berâber yürürlerdi. Câmiye gelince kendisi durup önce İmâm-ı A'zam'ın girmesini
beklerdi." demiştir. Hakîkate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah
Tüsterî; "Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler
bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı." buyurmuştur.
İmâm-ı
Şâfiî: "Ben Ebû Hanîfe'den daha büyük fıkıh âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek isteyen
onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin." buyurmuştur.
Ahmed ibni Hanbel: "İmâm-ı A'zam verâ, zühd ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi.
Âhiret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi." buyurmuştur.
İmâm-ı Mâlik'e, İmâm-ı A'zam' dan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh
ediyorsunuz?" dediklerinde: "Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı
olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince,
insanlar ona duâ etsinler diye hep methederim." buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî: "Ebû
Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârifdi.
Takvâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında
bulunmayı isterdi" buyurmuştur. Yahyâ Muâz-ı Râzi anlatır: "Peygamber efendimizi
rüyâda gördüm ve yâ Resûlallah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında: Beni, Ebû
Hanîfe'nin ilminde ara, buyurdu." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: "İmâm-ı
A'zam abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ
etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sâhibi, sünnete uymakta ictihâd ve istinbatta, şer'î
delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu
anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A'zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü
kendi reyine takdim ederdi." İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde' ve Meâd
risâlesinde de şöyle buyurur: "Büyük İmâm Ebû Hanîfe'nin yüksek derecesinden
takdir edilemeyen şânından ne yazayım. Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En
müttekîsi o idi. Şâfiî'den de, Mâlik'den de, İbn-i Hanbel'den de her bakımdan
üstün idi."
Yine
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) ve Muhammed Pârisâ (rahmetullahi aleyh)
buyurdular ki: "Îsâ aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm
dîni ile amel edince ve ictihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A'zam'ın (rahmetullahi
aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü,
ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şâhittir."
Son
asrın, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir,
büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: "İmâm-ı A'zam, İmâm-ı
Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat
âlimler kendi aralarında taksim-i a'mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zamanında
neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A'zam zamânında fıkıh
bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda
pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde
toplandığı, Câfer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz,
nur ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; "O iki sene
olmasaydı Nu'mân helâk olurdu." sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en
büyük halkasından olan Câfer-i Sâdık'dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın)
en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir.
Hadîs-i şerîfte: "Âlimler peygamberlerin vârisleridir" buyruldu. Vâris, her
hususta verâset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber
efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi."
İslâm
âlimleri, İmâm-ı A'zam'ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu
ağacın dallarına benzetmişler, o'nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu,
diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara,
üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslâm
dünyâsında ilimleri ilk defâ tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini (Kelâm,
fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri o
tesbit etmiştir. Böylece onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit
kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin,
fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid'atlerin
sokulması tehlikesini bertaraf etti.
İyi
düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya
ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve
daha sonra yetişen mezheb imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri
tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir, "Ehl-i sünnetin reisi", "İmâm-ı
A'zam= En büyük imâm" adıyla anılmıştır.
İmâm-ı
A'zam, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi.
Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda
hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına
herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve
düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir.
İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak
kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde
(yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı.
Muârızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan
ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle
insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını
sezerdi.
Ayrıca
kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş
muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile, karşılaştığı herkese tesir eder,
gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı
meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın
açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile,
en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici
sayısız menkıbeleri meşhurdur.
Hâsılı
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i
sünnet îtikâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü
boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği
talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müslümanlara ışık tutmuş ve
rehber olmuştur.
|
|