CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden İbrâhim Tennûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, H.887 de Kayseri'de vefât etti..

İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Konya'ya giderek Molla Sarı Yâkûb'dan ilim tahsîl etti. Sarı Yâkûb'un ölümünden sonra 1438 yılı civârında Kayseri'ye gelerek Hunad Hâtun Medresesine müderris oldu. Kendisi Şâfiî mezhebinde olduğundan ve medresenin vakfiyesinde, gerek müderrisin ve gerekse talebelerin Hanefî mezhebinde olmaları şart koşulduğundan, bu medresenin müderrisliğinden ayrıldı.

"Efendim! Hanefî mezhebine girseniz de müderrisliği bırakmasanız!" diyenlere; "Bir müderrislik için mezheb değiştirilmez." cevâbını vermiştir. İbrâhim Tennûrî bundan sonra kendi hâlinde bir kenara çekilip, ibâdetle meşgûl oldu. Zaman geçtikçe, Allah sevgisi ile içi yanar oldu. Kur'ân-ı kerîm güzel bir sesle okunurken dinlese; ağlamaya başlar, içinden bir âh eder ve bayılırdı. İlâhî cezbenin tesiri ile, tasavvufa yönelme isteği fazlalaştı. Erdebil sûfîlerine ulaşmayı çok arzu etti. Bu sırada Akşemseddîn hazretlerinin ismini ve medhini duyup, ona talebe olup, hizmetinde bulunmaya karar verdi. Akşemseddîn hazretleri Beypazarı'nda bulunuyordu. Beypazarı'na gitti. Şeyh'in Göynük'e gittiğini öğrenince, o da Göynük'e gitti ve hizmetine tâlib oldu.

Akşemseddîn hazretleri, orada insanlara vâz ve nasîhat ediyor ve onların dertlerine dermân oluyordu. İbrâhim Tennûrî, bundan sonrasını şöyle anlattı: "Onun sohbet meclisinde, bir köşede oturup dinledim. Mecliste bulunanların herbiri, bedenî bir hastalığıyla ilgili suâl sorup, suâline uygun bir cevap alıp gidiyordu. Herkes gitti. Akşemseddîn hazretleriyle başbaşa kalınca; "Rûhî hastalıklardan hiç soran yok, herkes bedenî hastalıklardan soruyor." buyurdu. Kalkıp önüne diz çöktüm. Akşemseddîn hazretleri bana; "Sana kim derler, nerelisin ve adın nedir?" diye sorunca, ben de Kayseri'de müderris olduğumu bildirdim ve; "İçime bir ateş düştü, gizli derdime bir derman ümidiyle geldim." dedim. Bunun üzerine Akşemseddîn hazretleri; "Bize ne hediye getirdin?" buyurunca, utandım ve terledim. "Çok fakir olduğum için bir şey getiremedim." dedim. Bunun üzerine; "Benim hediye dediğim dünya malı değildir. Allahü teâlâdan sana ulaşan haller nelerdir?" buyurunca; "Kara bir yüzle size geldim." dedim.

Bu halden sonra, bana halvette kalmamı emretti. Olgunluk ve üstünlük sofrasındaki nîmetlerle gönlümü doyurdu. O gece ibâdet edip uyudum. Rüyâmda dört yüz hal gördüm. Sabah olunca, bu dört yüz hâli birer birer hatırladım. Halbuki daha önceki zamanlarda, namaza durduğum zaman hangi sûreyi okuyacağımı unuturdum. Bu hâlin Şeyh Akşemseddîn hazretlerinin bereketinden olduğunu anladım. Diğer talebeleriyle birlikte geceleri ibâdet ederek geçiriyorduk. Diğer talebeler halvette; yemekten, içmekten ve uyumaktan kendilerini alıkoyuyorlardı. Bana ise her gece çeşitli yemekler, ekmek ve bir mikdâr su gönderiyordu. Mânevî sofradan doyurduğu gibi, zâhir halde bile doyuruyordu. Uzun bir müddetten sonra bu derece riyâzet çekenler, aç, susuz ve uykusuz duranlar arasında, kendimde insanın hayvanlık yanının ağır bastığı zannı gâlip gelip, yeme ve içme, bu makâma yakışmaz diye düşündüm. O gece yemek yemedim ve ibâdetle meşgûl oldum. Ancak önceki gecelerde bulunan haller bu gece görülmedi. Bu durum Akşemseddîn hazretlerine mâlum olunca, bana; "Kendi başına iş yapmak dervişin işi değildir. Sen şeytanın vesvesesiyle hareket ettin. Hocan ve terbiye edicin, senin ahvâlini senden daha iyi bilir iken, onun murâdına muhâlif olmak uygun değildir." buyurdu. Halvete girdiğim 87. gece, Berât gecesinde, içimden biberli bir pilav yemek geçti. Akşam olunca Akşemseddîn hazretleri beni dâvet etti ve istediğim pilavdan bir tabak ikrâm edip; "Beni yanında yok farzet ve benden utanma, istediğin gibi ye." dedi. Ben de emre uyarak, bir tabak pilavı yedikten sonra, Şeyh hazretlerinin emriyle halvetten çıktım."