|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
İmâm-ı
Rabbânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlimdir.
Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı,
müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet
ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel
etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için
rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi
üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn,
künyesi Ebü'l-Berekât'dır. H.971 senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind)
şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim
demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel
bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının
müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı
İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir.
Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend
şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu
vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i
Fârûkî Serhendî'dir.
Babası ve
dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve fazîletli kimseleri
idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da
en son mertebeye ulaşmıştı. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek,
doğru yolu göstermek için seyahat ettiği sıralarda, Hindistan'ın meşhûr
kasabalarından Skendere'ye gitmişti. O memleketten asîl bir âileye mensûb sâliha
bir hanım, firâsetiyle Abdülehad Efendinin mübârek bir zât olduğunu anlayıp,
ona; "Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız
kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikâhlanmasını arzû ediyorum. Bu
ricâmı kabûl edeceğinizi umarım." diye haber gönderdi. Abdülehad Efendi bir
müddet düşündükten sonra teklifi kabûl edip, o kızla nikâhlandı. Bu
evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğdu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde
büyük bir üzüntü hâsıl olup, vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamânın meşhûr
velîlerinden ve Abdülkadir-i Geylânî'nin yolunun büyüklerinden Şâh Kemâl Kihtelî
Kâdirî'ye götürüp duâsını istediler. Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ı Rabbânî'yi görünce
büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; "Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok
yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir velî olacak." demiş ve
çocuğun elinden tutup, öpmüştü. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i
Geylânî hazretlerinin feyzi ve nûru, mübârek vücûdunu kapladı.
Şâh Kemâl
Kâdirî, İmâm-ıRabbânî hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler verdi.
İmâm-ı Rabbânî yedi-sekiz yaşlarında iken Şâh Kemâl Kâdirî vefât etti.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri ilk tahsîline, babasından ders alarak başladı. Babasından
okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi güzel
olduğundan, Kur'ân-ı kerîmi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir
kısmını da zamânının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada,
çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri
tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlânâ Kemâleddîn Keşmîrî'den ilim
öğrendi. Mevlânâ Kemâleddîn meşhûr âlim Abdülhakîm-i Siyalkûtî'nin de hocası
olup, zamânının en yüksek âlimi idi. Bâzı hadîs kitaplarını da Şeyh Yâkûb-ı
Keşmîrî'den okudu. Kâdı Behlûl-i Bedahşânî'den; hadîs, tefsîr ve bâzı usûl
ilimlerinde icâzet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsîlini tamamlayıp,
bütün ilimlerden icâzet aldı. Tahsîli sırasında, Kâdîrî ve Çeştî büyüklerinin
kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere
ilim öğretmeye başladı.
Bu
sırada; Risâlet-üt-Tehlîliyye, Redd-i Revâfid, İsbât-ün-Nübüvve adlı eserlerini
yazdı. Edebiyâta çok meraklı olup, fesâhatı ve belâgatı, sür'at-i intikâli,
zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
Bu kadar
ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevâzûsu ile birlikte kalbi, Ahrâriyye,
Nakşibendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları
okuyordu. Babasının vefâtından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den
yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed
Bâkî-billah'ın talebelerinden olan Mevlânâ Hasan Keşmîrî ile görüştü. Mevlânâ
Hasan Keşmîrî, onu hocasının huzûruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; "Bugün
Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zât yoktur. Tâliblerin onun
bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları mânevî derecelere günlerce çekilen çileler
ve çeşitli riyâzetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün
değildir." dedi.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, daha önce babası Abdülehad'dan da Ahrâriyye yolunun ve bu
yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin
kitaplarını okuyup onların güzel hâllerini bildiği için; "Bu Hicâz yolunda,
böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha
iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bâkî-billah'ın huzûruna gitti. Huzûruna girince
kalbinde bir nûr parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye
kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde
etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi
gün huzûruna gelip, Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve
hizmetinde kaldı. Edeble ve can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı.
Böylece Kâbe'ye gitmekten vazgeçip, Kâbe sâhibini istedi. Üstâdının da lütuf ve
himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah'ı tanıdıktan sonra, edeple ve can
kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hâllerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası
Muhammed Bâkî-billah ona icâzet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de
yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu.
Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da
arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: "Kalblere devâ,
rûhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ'dan getirip Hindistan'ın
bereketli toprağına ektim. Tâliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O
(İmâm-ı Rabbânî), her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi
aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri
yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan
âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine
Beydâvî Tefsîrî, Sâhîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me'ârif, Üsûl-i
Pezdevî, Hidâye ve Şerh-i Mevâkıf gibi bâzı din kitaplarını ders olarak mükemmel
bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsîlini
sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile
dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu.
Zamanının pâdişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok tesirli
mektupları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve velî
yetiştiriyordu. Allahü teâlâ ona öyle mânevi ilimler ihsân etmişti ki hocası
Bâkî-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzûruna gelir, hürmetle otururdu.
Hattâ bir gün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî'yi kalbi ile meşgûl görüp, odaya
girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda
bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?"
deyince üstâdı; "Fakîr Muhammed Bâki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep
ve tevâzu ile karşıladı.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgûl olup,
insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah'ı ziyâret
için Delhi'ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş
sohbetleri oldu. Hâllerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu
lütufları ile çok yüksek hâllere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, hocası
Muhammed Bâkî-billah'a yapılması mümkün olmayan bir edeble davranıyordu.
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Hâce Hüsâmeddîn Ahmed'den işittim.
Hocam İmâm-ı Rabbânî'yi medhedip övdükten sonra; "Mertebesi yüksek, fazîleti çok
olmakla berâber, edebe riâyette, hocamız Muhammed Bâkî-billah'ın talebelerinden
hiçbiri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten
önce ona nasîb oldu." buyurdu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri şöyle buyurmuştur. "Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bâkî-billah'a
hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir
düşüncesi vardı. Bu fakîr yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem'iyyet,
terbiye ve irşâd kaynağı, Peygamber efendimizin zamânından sonra dünyâda çok az
görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resûlullah efendimiz zamânında
bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin
saâdetli sohbetinden de mahrûm kalmadık. Bunun için bu büyük nîmetin şükrünü
yerine getirmek lâzımdır. Onun huzûrunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine
göre bir şeylere kavuştu."
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin ikinci defâ
huzûruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet
daha tâliblere, isteklilere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek
derecelere kavuştu. Bu hâllerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan
sonra üçüncü defâ hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden sonra Delhi'den
Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lâhor'a gitti. Lâhor şehrinde herkes, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin teşrîfini büyük bir ganîmet bildi. Talebelerinin en
meşhûrlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed
ve Mevlânâ Ravh Hüseyin gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip
yüksek derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lâhor'da bulunduğu
sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice
bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin Lâhor'daki sohbetleri devâm ederken, hocası Muhammed Bâkî-billah'ın
vefât haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı.
Bu haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübârek mezarlarını ziyâret etti.
Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine tâziyede bulundu. Muhammed Bâkî-billah
hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun
terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzûrlarına gelip,
Muhammed Bâkî-billah'a gösterdikleri gibi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de;
muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabûl edip
bağlandılar.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah'ın her sene, vefât ettiği ay
olan Cemâzil-âhir ayında Serhend'den hocasının nûrlu kabrini ziyârete gider ve
tekrar Serhend'e dönerdi. İki üç defâ da Akra'yı teşrif etti. Bundan başka
Serhend'den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayâtının sonuna doğru,
zamânın sultânının ısrârı üzerine, iki-üç sene kadar bâzı beldelerde askerlerin
arasında bulundu. Bunda da birçok hikmetler vardı. O yerlerin halkı bu vesîle
ile onun sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup,
nasîblerini aldılar.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, Serhend'e döndükten sonra, Kâdirî tarîkatının büyüklerinden
olan Şâh Kemâl Kâdirî'nin rûhâniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu
icâzeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile
murâkabe hâlinde iken, Şâh Kemâl'in torunu ve onun bütün kemâlâtının vekîli olan
Şâh İskender, Kehtel'den gelip, Şâh Kemâl'in bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin mübârek omuzuna koydu. İmâm-ı Rabbânî gözlerini açınca, Şâh
İskender'i gördü. Tam bir tevâzu ile boyunlarına sarıldı. Şâh şöyle dedi:
"Birkaç zamandır, hâl ve rüyâmda dedem Şâh Kemâl'i görüyorum. Bana, hırkasını
size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp,
bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince,
emirlerine uymak lâzım oldu." İmâm-ı Rabbânî, o hırkayı giyip husûsî odasına
gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine
şöyle söyledi: "Hazret-i Şâh Kemâl'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok
garip hâl zâhir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin
seyyidi Abdülkâdir-i Geylânî'yi, hazret-i Şâh Kemâl'e kadar devâm eden bütün
halîfeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbânî Abdülkâdir-i Geylânî
kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları
ve esrârı beni kapladı. Bense, o hâllerin ve nûrların denizine gömülüp o denizin
dalgıcı oldum. Bir müddet bu hâlde kaldım. O hâllerin beni kapladığı zamanda
kalbime; "Beni Ahrâriyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esâsı bu büyüklerin
yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor." diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrâriyye
yolunun büyüklerinin, hâce-i cihan Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvanî'den hocam Hâce
Bâkî-billah'a kadar bütün halîfelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icrâatım
hakkında konuşmaya başladılar. Ahrâriyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik.
Bizim terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle erişti. Siz ona ne hakla
karışabilirsiniz?" dediler. Kâdirî büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha
çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nîmet soframızdan tad
almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir." dediler.
Onlar
böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemâat geldi. Böylece
anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük
pay, tam bir şevk buldum." İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda, bu yolların
hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, benzeri az yetişen, müstesnâ bir İslâm âlimi ve büyük bir
mürşid-i kâmildir. Peygamber efendimizin vefâtından bin sene sonra da İslâm
düşmanları dîne, îmâna insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına
acıyarak, İmâm-ı Rabbânî gibi bir müceddîd yarattı. Ona derin ilimler ihsân
eyledi. Onun vâsıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı
bâtıldan ayırıp, çok kalblerden bâtılı kaldırdı. Bu yüce İmâm'ın mektup ve
kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyâya ışık saldı. Yâni Allahü teâlâ
onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, dîn-i İslâmı yenilemek ve
kuvvetlendirmek için göndermişti.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, iknâ
edici delîllerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet îtikâdının ve
doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını gören bâzı sapık
kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftirâ etmeye başladılar.
Bunun
için bâzı kimselerin cefâ oklarına, eziyet ve iftirâlarına hedef oldu. Nice
âlimlerin, fâdılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini
bırakıp, etrâfına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı.
İmâm'ı tehlikeye düşürmek için, hîlelere başladılar. Meselâ, Cüneyd-i Bağdâdî,
Bâyezîd-i Bistâmî gibi büyük meşâyihi aşağı görüyor diyerek, câhil tabakayı
aldattılar. Yüksek meşâyihin bildirdiği vahdet-i vücûdu inkâr ediyor, diyerek,
görüşü kısa kimseleri İmâm'dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşâyih-i
izâmı inkâr ediyor, Allahü teâlânın mârifetine vâsıtasız olarak kavuştum diyor."
dediler. Çeşit çeşit iftirâlarda bulundular.
O zamânın
sultânı Selim Cihangir Hânın devlet adamları, hattâ büyük vezîri, baş müftîsi ve
etrâfındakiler Ehl-i sünnet düşmanı idiler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revâfıd Risâlesi, Eshâb-ı
kirâm düşmanlarını red etmekte, böylelerinin câhil, ahmak ve alçak olduklarını
anlatmaktaydı. İmâm-ı Rabbânî bu risâlesini Buhârâ'da bulunan en büyük Özbek
hânı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da, Şâh Abbâs-ı Safevî'ye gösterin!
Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb câiz olur." demişti. Kabûl etmedi. Harb
oldu. Abdullah Han, Herât'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buralarını daha
evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, Eshâb-ı
kirâm düşmanları elele verdiler. Sultâna gidip İmâm-ı Rabbânî hazretleri
hakkında çeşitli iftirâlarda bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şâh Cihân'ı
gönderip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, evlâdlarını ve yetiştirdiği talebelerini
çağırıp, hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şâh Cihân, bir müftî ile
yanına gitti. Sultâna secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü.
İmâm-ı Rabbânî'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni
kurtarabilirim." deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fetvânın zarûret
zamânında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel
gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeği kabûl
etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultâna yalnız gitti. Kendisine
yapılan iftirâlara karşı sultâna güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek
hakîkatleri anlıyabilecek birisi olmadığı hâlde, neşelendi ve serbest bırakıp
özür diledi. Hattâ, sultâna kendisine yapılan iftirâların asılsız olduğunu açık
delîllerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hindûların büyük bir
kumandanı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet
ve kıymetini görerek müslüman oldu.
Sultânın
iknâ olduğunu gören iftirâcı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün
memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir."
diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultânı aldattılar. Sultan, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne
hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hâdiseye çok üzülen talebeleri sultânâ
isyân etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî
hazretleri onları rüyâlarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultâna hayır duâ
etmelerini emredip; "Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir." buyurdu.
Kendisi de sultâna hep hayır duâ ediyordu. Sultânın vezîri, koyu bir muhâlif
olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin başına kardeşini tâyin etmiş
ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli
kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neşe görerek tövbe etti. Bozuk
îtikâdını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve hâlis talebelerinden oldu. Kalede
hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla
şereflendi. Birçok günahkâr tövbe etti. Hattâ bâzıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişmân
oldu. Hapisten çıkarıp ikrâm ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık
dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest
bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı
dertlerden sonra, evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde
derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri
önceleri; "Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makâmlar vardır. Onlara
yükselmek celâl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal
sıfatı ile okşanarak terbiye edildim." buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına;
"Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belâlar yağacak." buyurmuştu.
Buyurduğu gibi oldu. O makâmlara da yükselmek nasîb oldu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerini hapsettiren Selim Cihangîr Hanın oğlu Şâh Cihân, pâdişâh
olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların
çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu hâlde zafer kazanamadı. O zamânın
velîlerinden birine hâlini anlatıp duâ istedi. O velî dedi ki: "Senin zafer
kazanman için vaktin dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü
seninle berâber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da
İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleridir. Şâh Cihân, İmâm'ın huzûruna
gelip duâ etmesi için yalvardı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî onun babasına karşı
gelmesine mâni olup nasîhat etti. "Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında
vefât edecek, saltanat sana kalacaktır." diye müjde verdi. Şâh Cihân emirlerini
dinleyip arzûsundan vazgeçti. Bir zaman sonra H.1037 de babası vefât edince
saltanata kavuştu.
Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve
sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda
fâsık ve fâcir onun güzel hâllerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih
müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyâda ve uyanık iken onu görerek
yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim,
sâlih, genç, ihtiyâr binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak
kalbleri zikreder olmuştur. Huzûrundaki pek çok talebeyi hâllere, yüksek
derecelere kavuşturmuştur. Her an kerâmetleri görülür feyz ve bereket yayardı.
Kerâmetlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.
Zamânının
âlimleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine "Sıla" ismi ile hitâb ettiler. Sıla,
birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını
İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu
vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; "Ümmetimden Sıla isminde biri
gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennet'e girer." buyrularak onun geleceği
haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî'nin Cem'ül-Cevâmi kitabında
vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda; "Beni iki deryâ arasında
"Sıla" yapan Allahü teâlâya hamd olsun." diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri
ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen
"Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, Müceddîd-i elf-i sânîdir. Yâni hicrî ikinci binin
müceddididir. Eski ümmetler zamânında, her bin senede yeni din getiren bir resûl
gönderilirdi, yeni din öncekini değiştirip, bâzı hükümleri kaldırırdı. Her yüz
senede de bir Nebî gelir, din sâhibi peygamberin dînini değiştirmez,
kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm
dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber
efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra,
İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid'atleri temizleyip, asr-ı
seâdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve
ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim
hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.
Bütün
İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî hazretleri olduğunda ittifâk
etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak
olarak oturup, cihânı Resûlullah'ın nûrları ile aydınlattı. Bid'atleri
temizleyip İslâm dînini ihyâ etti. Onun zamânında Hindistan'da ve hattâ bütün
İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp,
büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûdu anlatan sözler,
müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi
anlaşılamadı. Birçok câhil, büyüklerin sözlerinin mânâlarını anlamayarak zamanla
dinden çıktı. İslâmiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru
yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyetin
hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış
gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya
ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri başta
vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi
gâyet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış
ve bozuk inanışlardan, bid'atlerden temizledi. Hakkı batıldan ayırıp,
Peygamberimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet îtikâdını
her yere yaydı. Genç-ihtiyâr herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı.
Kendisine ilk defâ (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamânının en büyük
âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî'dir. O zamânın diğer büyük âlimleri de onu
medhedip övmüşlerdir.
Hâce
Muhammed Bâkî-billah'ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden
olan Seyyid Mîr Muhammed Numân diyor ki: "İmâm-ı Rabbânî'ye tâbi olmağı hocam
bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak
sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor." dedim. Hocam sert bir sesle;
"Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı
örtmektedir." buyurdu.
Belh
şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü'min Kübrevî, talebesinden birini, İmâm-ı
Rabbânî'nin huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî'nin huzûruna varınca; üstâdından,
Seyyid Mîrekşâh' dan, Hasan-ı Kubâdânî ve Kâdı'l-kudât Tulek'den selâm getirdi
ve; "Üstâdım Mîr Muhammed Mü' min buyurdu ki: "İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve
yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar hizmetçilik
ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım.
Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz
talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını
yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!" dedi." deyip, İmâmın bir daha
elini öptü. Vedâ edip ayrılırken de; "Belh şehrindeki azîzler, kendilerine,
yüksek hakîkatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler."
dedi. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî bir mektup yazıp, diğer birkaç mektupla
berâber verdi.
|
|