|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Osmanlı
âlimlerinin en büyüklerinden Hocazâde (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin babası, ticâretle meşgûl olan büyük servet sâhibi bir tüccar idi.
Âilesi ve çocukları son derece bolluk ve refah içindeydi. Hocazâde, babasının
mesleğini terk edip ilim öğrenmeye yöneldi. Babası bu isteğine râzı olmadı. Bu
yüzden babasının gözünden düştü. Kardeşlerine harcamaları için bol bol para
verirken, Mustafa'ya günde bir akçe verirdi. Bu sebeple onlar bolluk ve nîmetler
içerisinde yaşadığı halde, küçük Mustafa sıkıntı ve yokluk içinde ilim tahsîline
devâm etti. Kitap almaya bile parası yoktu. Babası ona hiç yardım etmiyordu.
Buna rağmen o, zor bir geçim içinde de olsa günlerini ilim yolunda koşturmak ve
bilgi dağarcığını genişletme gayreti içerisindeydi. Elbiseleri yırtık ve yamalı
idi, ama güzel huyla bezenmiş üstün olgunluğuyla gün gibi parıldamaktaydı.
Bir gün
babası ve kardeşleriyle birlikte Emir Sultan hazretlerinin talebelerinden Şeyh
Velî Şemsüddîn'in konağına gitmişlerdi. Şeyh hazretleri; "Bunlar kimlerdir?"
diye sorunca, babası; "Oğullarımdır." dedi. Sonra iyi giyimli ve neşeli
çocukların yanında sefil giyimli ve üzüntülü bir halde duran Mustafa'ya bakarak;
"Ya bu kimdir?" diye sordu. Babası; "O da oğlumdur." cevâbını verince, Şeyh
hazretleri onun bu tutumunu beğenmedi. "Neden çocuklarına eşit şekilde
davranmıyorsun?" diye sordu. Babası; "Bu benim işimi bıraktı, ticârî işlerimle
ilgilenmiyor, başka bir yol tuttu. Onun için bunu gözümden çıkarmışım." diye
cevapladı.
Şeyh
Şemsüddîn, elbette bu çocuğun yaptığı doğrudur diye pekçok nasihatler ettiyse
de, Hoca Yûsuf kabûl etmedi. Onlar giderlerken Mustafa'yı yanına çağırıp tatlı
nasîhatlerle yüreğinde yumaklaşan kırgınlıkları giderdi ve; "Bu perişan hâline
bakıp sakın ilim yolundan ayrılma, çünkü doğrusu senin yaptığındır. Babanın
düşündüğü doğru değildir. Bu yolda bütün iyi hasletleri, güzellikleri ve
kemâlâtı kendinde toplamak vardır. İlmin şerefi seni öyle bir mertebeye
ulaştıracak ki, baban, makâmının yüceliğinden şaşıracak, kardeşlerin de kapında
hizmetine duracaklardır." diye teselli etti.
Bu
nasîhatler Molla Mustafa'nın okuma ve ilim öğrenme aşkını kat kat artırdı. İçi
bu arzu ve hevesle doldu. Kitap almaya parası olmadığından en ucuz kâğıtlardan
alarak derslerini kendi eliyle yazıp çalıştı. Kâdı Ayasuluğ'dan usûl, meânî ve
beyân ilimlerini okudu ve onun hizmetinde bulundu. Daha sonra Hızır Bey bin
Celâl'in hizmetinde yetişip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hızır Bey bin
Celâl onun olgunluğuna ve diğer talebeleri arasındaki üstünlüğüne bakarak
muidliğe, asistanlığa getirdi. Hızır Bey Çelebinin derslerine devamla ilimdeki
üstünlüğü daha da arttı. Hızır Bey onu çok sever ve iltifat ederdi. Hattâ
kendisine sorulan bâzı suâller için "Akl-ı selîme mürâcaat ediniz." diyerek
Hocazâde'ye havâle ederdi. Sonra Sultana onun ilimdeki üstünlüğünden bahsederek
ona bir medresede görev verilmesini istedi. Böylece Hocazâde, Kestel kâdılığına
tâyin edildi. Daha sonra Bursa'da Esediyye Medresesi müderrisliğine getirildi.
Bu medresede altı sene ilim öğretti. Bu müddet içinde Şerh-i Mevakıf'ı baştan
sona kadar inceleyip ezberledi. Ancak parasızlıktan bir türlü kurtulup rahata
kavuşamadığı için ev işlerini de kendisi görüyordu.
Sultan
Mehmed Han (Fâtih) Osmanlı tahtına oturup da onun âlimlere muhabbeti ve lütf-ı
ihsânı ün salınca ve çevresine zamânının meşhur âlimlerini toplayınca, Hocazâde
de onun yanında olmak şerefini kazanmak istedi. Ne var ki yolculuk masraflarını
karşılayacak parası olmadığından bir türlü yola çıkma cesâretini bulamıyordu. Bu
sırada derslerine katılan bir talebenin sekiz yüz akçesi olduğunu öğrenince, bu
parayı ödünç alıp yola çıktı. Talebe de yanında ve hizmetinde idi. Oraya öyle
bir zamanda vardı ki, pâdişâhın otağı İstanbul'dan Edirne'ye gidiyordu.
Pâdişâh-ı âlem, bir yanında Molla Seyyid Ali, diğer yanında Molla Zeyrek olduğu
halde ilmî konularda münâzara yaparak ilerliyordu. Vezir Mahmûd Paşa,
Hocazâde'yi görünce; "Hoş geldin. Ben de seni Pâdişâha anlatmıştım. Gel hemen
onunla görüş." diyerek önüne düşüp Pâdişâhın yanına yaklaştılar. Hocazâde
hükümdârı selâmlayıp elini öptü. Mahmûd Paşa onun Hocazâde olduğunu bildirerek
ilmini övdü. Hocazâde bundan sonra Molla Seyyid Ali'nin yanında at sürerek
sohbete katıldı. Zaman zaman en ince meselelerde görüşlerini açıklayıp ilimdeki
üstünlüğünü ortaya koydu. Bir müddet sonra Seyyid Ali ve Molla Zeyrek Pâdişâhın
yanından ayrıldılar. Hocazâde ise uzun bir süre Pâdişâhla yan yana sohbete devâm
etti. Bu sohbet dolayısı ile Molla Seyyid Ali ve Molla Zeyrek'e Pâdişâhın
ihsânları geldiği halde Hocazâde'ye bir pul bile verilmedi. Bu bakımdan Hocazâde
gönlü kırık olarak üzüntü içerisine düştü. Onun hâline vâkıf olan talebesi,
hakkında ileri geri konuşmaya ve hizmetini görmemeye başladı. Mola verildiği bir
gün Hocazâde atını kendisi timar ettikten sonra bir ağacın gölgesinde
dinlenmekteydi. O sırada dergâh-ı âlî kapıcılarından üç kapıcının, Hocazâde'nin
çadırı nerededir? diye sorarak geldiklerini gördü. Kimileri Hocazâde şu ağaç
altında oturan eski giysili kişidir diye mollayı işâret ediyorlardı. Ancak
kapıcılar onun da herkes gibi bir çadır ve çardağı olacağını düşünerek bu söze
îtibâr etmediler. Hattâ birkaç kişiyi bizimle alay etme, aradığımız kimseyi
âlemlere gölge olan Pâdişâh istiyor, diyerek azarladılar. Ancak her kime
sordularsa, hep orası gösterilince, mecburen Molla'nın yanına gelip selâm
verdiler. "Hocazâde siz misiniz?" diye sordular. Evet cevâbını alınca, hürmetle
eğilip elini öptüler ve Devletlü Pâdişâha hoca oldunuz deyip tebrik ettiler.
Hocazâde onların sözlerini, davranışlarını alaya yorarak önce inanmadı. Fakat o
sırada Pâdişâh konakçılarının hızla gelip büyük bir çadır kurduklarını gördü.
Ayrıca birkaç at ve katır, binek, yatak ve değerli giysiler ile on bin akçe para
da getirdiklerini öğrenince şüphesi kalmadı. Onlar cins atlardan birini hemen
koşumlarla donatıp yanına getirdiler ve buyurun yüce Pâdişâh sizi bekler
dediler.
İş böyle
gelişince, Hocazâde o bin türlü naz ve saygısızca davranan uykucu talebenin
yanına vardı ve uyandırmak istedi. Fakat o eski huysuzluğu ile sözünü
sakınmayıp; "Bir parça istirahata bırakmaz mısın?" diye bağırdı.Talebe, bin bir
ısrardan sonra gözünü açtı ve büyük bir devlete erişmiş olan Molla'nın hemen
ayaklarına kapanıp özürler dilemeye başladı. Hocazâde onu teselli ederek
Pâdişâhın ihsânından ona olan borcunu fazlasıyla ödedi ve gönül rahatlığı ile
pâdişâhın mutlu katına varıp elini öptü. Pâdişâh, Hocazâde'den sarfla ilgili
İzzî adlı eseri okudu. Zaman geçtikçe Hocazâde'nin Pâdişah katında değeri
gittikçe arttı. Bu durum bâzı kimselerin hasedine yol açtı. Hattâ Fâtih Sultan
Mehmed Han Edirne'de bulunduğu sırada, Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde'nin kazasker
olmak istediğini Sultana bildirdi. Sultan da; "Bizi sohbetinden mahrûm etmek mi
istiyor?" diyerek üzüldü. Ancak, daha sonra onu Edirne'ye kazasker tâyin etti.
Hocazâde'nin babasına, oğlunun kazasker olduğu haberi ulaşınca önce inanmadı.
Daha sonra haber yaygınlaşınca inandı. Diğer oğullarıyla birlikte oğlunu ziyâret
etmek için, Bursa'dan Edirne'ye gitmek üzere yola çıktı. Babasının gelmekte
olduğu haberini duyan Hocazâde, babasını âlimlerden ve Edirne eşrâfından bir
toplulukla karşıladı. Baba-oğul kucaklaştılar. Babası Hocazâde'den özür dileyip
eski kusurlarının affını isteyince; "Olsun, siz öyle yapmasaydınız, biz böyle
olmazdık." diyerek, babasına güzel muâmelede bulundu. Babası için çok güzel bir
ziyâfet hazırladı. Ziyâfet sofrasına babasıyla berâber oturdu. Diğer ileri
gelenler ve âlimler rütbelerine göre oturunca, kardeşlerine sofrada yer
kalmayıp, fakirlik ve ihtiyaç hâlinde olmadıkları halde, hizmetçilerle birlikte
ayakta kaldılar. Bu vesîleyle, ilim ehline verilen önem ortaya çıktı. Molla bu
hâli görünce, Velî Şemseddîn'in sözlerini hatırladı. Cenâb-ı Hakk'a şükretti.
İlme
rağbeti fevkalâde olup, ilim öğrenmek için, gençliğinde servet nîmetinden mahrum
olmayı göze aldığı gibi, sonraları da, bir makamda bulunmaktan daha çok
müderrislikle iftihâr ederdi. Belki ilim öğrenmek ve öğretmeye engel olur
düşüncesiyle, mevki ve makâmı zorla kabûl ederdi.
Hocazâde
en iyi bildiği meselelerde dahi fetvâ kitaplarını karıştırmadan cevap vermezdi.
Hattâ bir günde aynı konu iki defâ sorulsa yine kitâba başvurup açıklamasını
öyle yapardı. Yanında duran talebeleri bâzan; "Efendim daha yeni kitâba
bakmıştınız. Bu defâ da bakmadan cevap veremez miydiniz." diye sorduklarında;
"Eğer ilmime güvenip bakmasam, gönül tenbelliğe alışır." derdi.
|
|