|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Sofiyye-i
aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetullahi teâlâ
aleyh) H.244 de İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. H.306 da
ise idâm olunarak şehîd edildi.
Hüseyin
bin Mansûr'un büyük babası Mahamma adında bir zerdüştîdir. Buna, ana tarafından
hazret-i Ebû Eyyûb'un neslinden geldiğini söyleyerek Ensârî de denilmiştir.
Tüster'de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin sohbetinde
iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri bereketiyle tasavvufa
yöneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı.
On sekiz ay da onun sohbetinde ve derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında
da nefsi ile büyük mücâdele yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin
istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık idi.
Kendisini çok seven Ebû Yâkûb-ı Aktâ' kızını ona verdi. Bundan sonra bir müddet
daha Basra'da kaldı.
Hüseyin
bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan
bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu
ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde;
"Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden
oldum." diye söylendi.
Hüseyin
bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; "Üzülme senin
işini de biz hallederiz." dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru
uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz
arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa
ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş
kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin,
Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.
Hallâc-ı
Mansûr daha sonra Basra'dan ayrılarak Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin
yanına geldi, Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti.
Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve ibâdetle
meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât'a geldi. Burada yine Cüneyd-i Bağdâdî
hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî suâllerine cevap
vermedi ve; "Gâliba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır!" dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret
ediyordu. Mansûr, sorduğu meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster'e
gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan
ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde
bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde
büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden,
kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr hacca gitti. Dönüşte Basra'ya geldi.
Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir müddet daha burada kaldı. Sonra; "Halkı Hakk'a
dâvet için şirk beldelerine gidiyorum." diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu.
Buradan Mâverâünnehr'e geldi. Çin'i Maçin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı
Hakk'a dâvet etti. Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle
şereflenmesine vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok eserler
telif etti. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı.
Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn, Türkler;
Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid, Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye
hitab ediyorlardı.
Hallâc-ı
Mansûr hazretleri Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak=
(Ben Hakkım)" sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda
hükmedip katline fetvâ verdiler.
Hallâc-ı
Mansûr, Enel-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu
söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına götürerek fesâd
çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı kışkırtarak aleyhine
çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk
yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyâreti de
yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler
müstesnâ beş ay müddetle kimse onu ziyâret edemedi.
Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne
zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi.
Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; "İlk gece O'nunlaydım, beni
bulamadınız. İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz.
Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine
getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye." buyurdu.
Şeyh Ebû
Abdullah-i Hafîf şöyle nakletti: "Bir çok hîle ile zindana girerek Hallâc-ı
Mansûr'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, iyi tertib
edilmiş güzel bir oda gördüm. Odanın duvarına bir ip bağlanmış, üzerinde bir
havlu asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm. "Şeyh nerededir?" diye
sordum. "Abdesthânededir. Abdest hazırlığı görüyor." dedi. Ben: "Ne zamandan
beri şeyhin hizmetindesin?" dedim. "On sekiz aydan beri." dedi. "Bu zindanda
şeyh ne yapıyor?" dedim. "On üç batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün
bin rekat namaz kılıyor." dedi. Sonra devâm ederek: "Bu gördüğün zindanın
kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ ve hırsız kimseler vardır. Onlara
nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser." dedi. "Ne yer?" diye sordum. "Her
gün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir müddet onlara
bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine basar ve içli bir sesle
çeşitli şiirler söyler. Aslâ onları yemez. Sonra önünden alır, götürürüz." Biz
bu şekilde konuşurken o abdesthâneden çıktı. Güzel görünüşlü olup, câzibeli bir
boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa
tarafına çıkıp oturdu. Bana: "Ey delikanlı! Neredensin?" dedi. "Fars'tanım
(İranlıyım)" dedim. "Hangi şehirdensin?" diye sordu. "Şiraz'danım" dedim. Benden
meşâyıh haberlerini sordu. Ebü'l-Abbâs ibni Atâ'ya gelince, sözümü keserek: "Onu
görürsen, o kâğıtları (mektupları) yakmasını söyle." dedi. Sonra yine: "Buraya
nasıl gelebildin?" dedi. "Bâzı İran askerlerinin yardımıyla." dedim. Tam bunu
söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp oturdu. Şeyh ona: "Sana ne
oldu?" dedi. Zindancıbaşı: "Düşmanlarım beni halîfeye gammazlamışlar. Güyâ ben,
ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini
hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp götürecek, katledecekler." dedi. Şeyh: "Var
selâmetle git." dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine
gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret
ederek, ansızın ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı.
Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Tekrar
şeyhin önüne oturdu. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum."
dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. O, "Beni halîfenin yanına
götürdükleri zaman halîfe; "Şimdiye kadar seni katletmeyi tasarlıyordum. Şimdi
sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim." dedi. Bundan sonra şeyh,
yüzünü o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği
şeyhden yirmi arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi
uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım." Sonra ben çıkıp gittim ve
İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: "Eğer tekrar onunla buluşursan;
beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları saklayacağımı söyle." dedi.
Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece
diğerlerine; "Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım." dedi. "Peki sen kendini
niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın." dediklerinde; "Biz himâye
ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız!"
dedi. Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü. Bunun
üzerine; "İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim?"
dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir takım gedikler
ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc'ın ayaklarına kapanarak
kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye
sorduklarında; "Bizim O'nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden
başkasına söylenmez." buyurdu.
Bu
haberler halîfeye ulaşınca; "Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak
sözünden dönene kadar sopalayınız." emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr
hazretlerini Bağdât'ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular.
Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını
kestiler.
Hallâc-ı
Mansûr'un rahmetullahi aleyh elleri ve ayakları kesildiğinde; "Sakın korkudan
sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu.
Hallâc-ı
Mansûr hazretleri; Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler.
İzin isteyip; "Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et!
Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran
bu kullarını affet!" diye yalvardı.
Daha
sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı. Atılan
küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları
Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir
müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye,
şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra,
cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı
basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at." buyurmuştu.
Hallâc-ı
Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın
aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler
çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması
fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup,
yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat
namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece
en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.
Hallâc-ı
Mansûr hazretlerinin idâmına sebeb olan "Enel-Hak" sözü, onun tasavvuf yolunda
sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde
söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; "Ben Hak'ım" demek olan bu
sözün hakîki mânâsı: "Ben yokum. Hak vardır." demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî
hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle
açıklamaktadır: "O büyüklerin "Her şey O'dur" demeleri, hiçbir şey yoktur.
Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hak'ım) dedi.
Böylece, ben Hak'ım, Hak teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir
olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı "Ben yokum, Hak teâlâ
vardır." demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve
sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla
birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi,
kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse
o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir.
Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan
başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur,
yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hak teâlâdan
meydana gelmiştir. Hak teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey
O'dur." sözleri; "Her şey O'ndandır." demektir ki, âlimler de böyle
söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki,
sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor.
Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü
söylemiyor."
Hallâc-ı
Mansûr hazretleri halleri doğru, zamânındakilerin, kadrini ve derecesini
anlamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiçbir zaman Allahlık iddiâ etmedi.
Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini
ibâdetle geçirdi. Elli yaşındayken; "Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım."
buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar
titizlikle uyar, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. Ömrünün temeli sıkıntı
üzerine kurulmuştu. Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve
derecelerde görülen bir husustur.
|
|