|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Osmanlı
âlimlerinin en meşhûrlarından ve büyük velî Ebüssü'ûd Efendi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) âlimler yetiştiren bir âileye mensub idi. Dedesi, meşhûr âlim Ali
Kuşcu'nun kardeşi Mustafa İmâdî'dir. Dedeleri Türkistanlı olup, Semerkand'dan
Anadolu'ya gelmişlerdir. Ebüssü'ûd Efendinin dedesinin babası Mehmed Kuşcu,
Tîmûr Hân'ın torunu olan Uluğ Beyin yakını ve Doğancıbaşısı idi. Senelerce Uluğ
Beyin hizmetinde bulunup, sevgisini kazanmıştı. Mehmed Kuşcu'nun oğulları Ali
Kuşcu ve Ebüssü'ûd Efendinin dedesi olan Mustafa İmâdî, Uluğ Beyin elinde
yetişip ilim öğrenmişlerdir. Mustafa İmâdî, bilhassa tasavvufta yetişip
ilerlemiştir. Uluğ Beyin vefâtından sonra, Ali Kuşçu ve Mustafa İmâdî, âileleri
ile birlikte Akkoyunlu devleti pâdişâhı Uzun Hasan'ın yanına gittiler. Uzun
Hasan onlara yakın alâka gösterdi. Onlar da, siyâsî ve ilmî faâliyetleriyle
hizmet ettiler. Burada bulundukları sırada Ali Kuşçu, Osmanlı Sultanı Fâtih
Sultan Mehmed Hana uzun Hasan'ın elçisi olarak gitmişti. Ali Kuşçu'ya çok
iltifât eden Fâtih Sultan Mehmed Hân, onun İstanbul'a gelmesini ısrârla istedi.
Uzun Hasan'dan müsâade alan Ali Kuşcu, kardeşi Mustafa İmâdî ile birlikte
İstanbul'a gelip yerleşti. Fâtih Sultan Mehmed Hân, onların Tebrîz'den
İstanbul'a yaptıkları yolculukları için, günlüğü bin akçe olarak hesaplatıp
vermiştir. İstanbul'a geldiklerinde, Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ali Kuşçu'yu
Ayasofya Medresesine müderris tâyin etti. Mustafa İmâdî de, ilim öğretmekle
meşgûl olan tasavvuf ehli bir âlim idi. İstanbul'a geldikten sonra, Ali Kuşçu,
kızını kardeşi Mustafa İmâdî'nin oğlu Yavsi Muhyiddîn Mehmed'e nikâhladı. Bu
evlilikten Ebüssü'ûd Efendi doğdu.
Ebüssü'ûd
Efendinin babası, hem amcası hem de kayınbabası olan Ali Kuşcu'dan ve dedesi
Mustafa İmâdî'den ilim öğrendi. Senelerce süren bu tahsîlden sonra, babası gibi
o da tasavvufa yönelip zamânının meşhûr evliyâsından ve Akşemseddîn
hazretlerinin halîfesi olan İbrâhim Tennûrî'ye talebe oldu. Onun sohbetlerinde
bulunarak, tasavvufda yetişti. Hocası İbrâhim Tennûrî'nin vefâtından sonra, onun
halîfesi olduğu için yerine geçti ve İstanbul'da insanlara doğru yolu
göstermekle meşgûl oldu. İkinci Bâyezîd Han, ona büyük bir zâviye yaptırdı ve
buraya mülk vakfetti. İkinci Bayezîd Hân, onun sohbetlerinden çok tad alırdı. Bu
sebeble, ekseriyâ berâber bulunurlardı. Zamânının meşhûr devlet adamları ve
âlimleri, "Hünkâr Şeyhi" lakabıyla da anılan Yavsî Muhyîddîn Mehmed İskilîbî'nin
sohbetine gelirler, dergâhı dolup taşardı. Meşhûr târihçi Hoca Sâdeddîn Efendi,
bu hâli şöyle ifâde etmiştir: "Sultanların Şeyhi, Şeyhlerin Sultânı olmuş,
herkesin gönlünü kazanmıştır."
Kânûnî
Sultan Süleymân Hân kıymetini ve ilimdeki üstünlüğünü anladığı Ebüssü'ûd
Efendiyi çok sever ve değer verirdi. Onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu.
1541 senesinde Budin'in fethinde, zafer şükrânesi olarak şehrin en büyük
kilisesini câmiye çevirten pâdişâh burada ilk namazı Ebüssü'ûd Efendiye
kıldırttı. Yine pâdişâhın emri üzerine, Budin'in ve Orta Macaristan'ın tapu ve
tahrir işlerini yaptı. Mühim hizmetler yaptığı bu vaifesinden sonra, 1545
senesinde Fenârîzâde Muhyiddîn Efendinin ihtiyarlığı ve rahatsızlığı sebebi ile
şeyhülislamlıktan ayrılması üzerine bu göreve getirildi. Bu sırada elli beş
yaşında bulunuyordu. Otuz sene şeyhülislâmlık yaparak, dîne ve devlete üstün
hizmetler yaptı.
Kânûnî
Sultan Süleymân Hân ve İkinci Sultan Selîm'in saltanatları zamânında 30 sene
şeyhülislâmlık yaptı. Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp
hizmeti geçen Ebüssü'ûd Efendidir. Bu vazifede bulunduğu sırada çok mühim
hizmetler yapmıştır. Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Ebüssü'ûd Efendiyi çok sever ve
her önemli işinde onun fetvâsına mürâcaat ederdi. Süleymâniye Câmiinin temel
atma merâsiminde, mihrâbın temel taşını Ebüssü'ûd Efendiye koydurtmuştur.
Devrinde âlimler arasında bir mesele hakkında farklı hüküm ortaya çıksa, Kânûnî
Sultan Süleymân Hân, Ebüssü'ûd Efendinin tarafını tercih ederdi. Ebüssü'ûd
Efendi, o devirde, devlet kânunlarını dînin hükümlerine uygun bir şekilde
düzenlemiştir. Tımar ve zeâmetlere dâir mevzûlarda verilen kararlar, genellikle
Ebüssü'ûd Efendinin fetvâlarına dayanmıştır. Mülâzemet usûlü de onun
kadıaskerliği zamanında kurulmuştur. Kânûnî, arâzi kânunnâmesini de Ebüssü'ûd
Efendiye yaptırmıştır.
Kânûnî
Sultan Süleymân Hân H.974 senesinde vefât edince, cenâze namazını Ebüssü'ûd
Efendi kıldırdı. Kılınan cenâze namazından sonra Kânûnî'nin hayatta iken
yaptırdığı Süleymâniye Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze kabre
konuldu. Bu sırada bir çekmece getirilip kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm
Ebüssü'ûd Efendi müdâhale etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde kıymetli
bir şeyin cenâzeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Sultan Süleymân
Hanın, vefâtından bir gün önce vasiyet edip bu çekmecenin kendisi ile
gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü'ûd Efendi, mutlaka içindekilerin
görülmesi gerektiğini, kıymetli bir şey varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece
Ebüssü'ûd Efendiye verilirken, elden kayıp düştü ve içindekiler döküldü.
Kâğıtların her birinde bir fetvâ ve altında şeyhülislâmın imzâsı vardı.
Ebüssü'ûd Efendi, yazıların altında kendi imzâsını görünce; "Ey Süleymân! Sen
kendini kurtardın ama, biz ne yapacağız?" diyerek ağlamaya başladı. Kânûnî
Sultan Süleymân Han, yapacağı her işi şeyhülislâma sormuş ve aldığı fetvâya göre
hareket etmişti. Delîl olarak da, aldığı fetvâların yanında gömülmesini vasiyet
etmişti.
Ebüssü'ûd
Efendi, dînine bağlı, haramlardan ve şüpheli şeylerden son derece sakınan, Allah
korkusu çok olan bir âlimdi. Güler yüzlü, tatlı dilli olup, latîfeden
hoşlanırdı. Etrâfında bulunanlara yumuşaklıkla muâmele ederdi. Çok ibâdet eder
ve zâhidâne, dünyâya gönül vermeden yaşardı. Gâyet temiz ve sâde giyinirdi.
Heybetinden meclisinde kimse konuşmaz, onun konuşması hürmetle dinlenirdi.
Devlet işlerini ve hizmetlerini mükemmel bir şekilde yürütmesi yanında, talebe
yetiştirmek ve kıymetli eserler hazırlamakla da vakit geçirirdi. Meşgûliyetinin
çokluğuna rağmen, talebelerine zamânında ve aksatmadan derslerini verirdi.
Zeyrek civârındaki Çırçır'da bulunan konağında oturur, müslümanların işlerine
bakardı. Belli zamanlarda Topkapı sarayına giderek pâdişâhı ziyâret ederdi. Bu
ziyâretlerine giderken devamlı bugün Ebüssü'ûd Caddesi denilen caddeden gittiği,
bu sebeple onun ismine izâfeten bu caddeye Ebüssü'ûd Caddesi denildiği bâzı
kaynaklarda kaydedilmiştir.
Osmanlı
Devletinde yetişmiş en büyük şeyhülislâmlardan birisi idi. Cinlere de fetvâ
vermesiyle meşhûrdur. Eyyûb Sultan'da Yazılı Medrese olarak bilinen medresede
bulunduğu sırada, bir defâsında cinler kendisinden fetvâ sormak üzere
gelmişlerdi. İçlerinden bâzısı suâl sorarken, diğerleri de medresenin
duvarlarına birşeyler yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı yazmaları
sebebiyle, o medreseye "Yazılı Medrese" ismi verilmiştir. Bu yazılar daha sonra
üzerlerine badana çekilmek sûretiyle kapatılmıştır.
Ebüssü'ûd
Efendi, kendisine sorulan suâllere gâyet yerinde ve faydalı cevaplar verirdi.
Şeyhülislâmlığı dönemindeki fetvâlarının herbiri, bir kânun maddesi
mâhiyetindeydi. Bu fetvâları, Fetâvâ-i Ebüssü'ûd adlı bir kitapta toplanmıştır.
Sorulan suâl manzûm ise, cevâbı da kâfiye ve vezin bakımından suâle uygun olarak
verilirdi. Sorulan suâl nesir ve secîli ise, cevâbı da öyle olurdu. Suâl Arabca
ise cevabı Arabca, Farsça ise Farsça, Türkçe ise Türkçe olurdu. Çoğu gün binden
fazla fetvâ verirdi. İki defa işlerin çokluğu sebebiyle, sabah namazından sonra
sorulan suâllere cevap vermeye başlayıp, ikindi namazında bitirmiştir. Birinde
1412, diğerinde 1413 fetvâ verdiği tesbit edilmiştir.
Ebüssü'ûd
Efendi, Yavuz Sultan Selîm ile Kânûnî Sultan Süleymân Hanın fevkalâde sevgi ve
iltifâtını kazandı. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Ebüssü'ûd Efendiye gönderdiği
şu mektup, ona karşı beslediği hâlisâne duyguları dile getirmektedir. Mektup
özetle şöyledir:
"Halde
hâldaşım, sinde sindaşım (yaşta yaşdaşım), âhiret karındaşım, Molla Ebüssü'ûd
Efendi hazretlerine, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra, hâl ve hâtırını suâl
ederim. Hazret-i Hak, gizli hazînelerinden tam bir kuvvet ve dâimî selâmet
müyesser eylesin! Allahü teâlânın ihsânı ile, lütuflarınızdan niyâz olunur ki,
mübârek vakitlerde, muhlislerinizi şerefli kalbinizden çıkarmayınız. Bizim için
duâ buyurunuz ki, yere batasıca kâfirler hezîmete uğrayıp, bütün İslâm orduları
mensûr ve muzaffer olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşalar... Duâlarınızı, yine
duâlarınızı bekleyen, Hak teâlânın kulu Süleymân-ı bî riyâ."
Ebüssü'ûd
Efendi, başta muhteşem bir hükümdâr olan Kânûnî Sultan Süleymân Hân, ilimde
Zenbilli Ali Efendi ve İbn-i Kemâl Paşa, İmâm-ı Birgivî gibi âlimlerin,
edebiyatta Fuzûlî ve Bâki gibi şâirlerin, mîmârîde Mîmar Sinân, tarihte
Selânikli Mustafa ve Âlî, Nişancı Mehmed, coğrafyada Pîrî Reis, denizcilikte
Barbaros ve Turgut Reis gibi meşhûr kimselerin bulunduğu bir devirde bulunmuş ve
o da ilimdeki yüksek derecesi ve mahâretiyle şeyhülislâmlık makâmında hizmet
etmiştir. Bu devir, Osmanlı Devletinin en parlak dönemlerindendir. İlimde,
sanatta ve diğer birçok husûslarda en meşhûr kimseler bu devrede bir araya
gelmiştir. Osmanlı Devleti, o devirde dünyânın yarısına hükmeden muazzam bir
devlet idi. Devletin bu hâle gelmesinde, diğer Osmanlı âlimleri gibi, Ebüssü'ûd
Efendinin de büyük emeği geçti. Hattâ en çok emeği ve hizmeti geçen
âlimlerdendir. Ömrü boyunca Osmanlı Devletinde adâletin yerleşmesinde ve
yaygınlaşmasında her türlü çalışmayı yapmış ve pek üstün gayretler göstermiştir.
Ebüssü'ûd
Efendi, bütün bu meziyet ve üstünlükleri yanında, edebiyât ve şiir sâhasında da
yâdigâr eserler bırakmıştır. Zamânının şâir ve edîbleri, yazdıkları nefîs
kasîdelerle onu övmüşler, şânını dile getirmeğe çalışmışlardır. Kendisinin
Türkçe, Arabca ve Farsça şiirleri vardır. Arabca şiirlerinden Kasîde-i Mîmiyye
en meşhûrudur. Sorulan bâzı suâllere şiirle cevap verdiği de olurdu. Şiirlerinde
daha ziyâde fikir hâkim olup, âlimâne ve hâkimâne yazardı.Meselâ;
"Eşk-i pür-hûn ser-be-ser
tutdı cihân eknâfını,
Sîne-i sûzânım içre
âteş-i hasret gibi."
ve aynı
kasîdesinde;
"Âleme beyhûde bakma,
eyle im'ân-ı nazar,
Sun'i üstâd-ı ezelde,
nâzır-ı ibret gibi.
.
Her biri zerrât-ı ekvânın
lisân-ı hâl ile,
Keşfeder sırr-ı cihânı
hâtik-i hikmet gibi."
Ebüssü'ûd
Efendi, benzeri az yetişen bir âlimdi. Arabcaya ve Arab edebiyâtına vukûfiyetini
ve bu husûstaki ihtisâsını zamânın âlimleri ve Arab şâirleri tasdîk etmişlerdir.
Arabcayı gâyet güzel yazar ve güzel konuşurdu. Şemsi Paşanın yazdığı beş yüz
beytlik manzûm Vikâye'nin incelemesini yapıp, yanlışlarını göstererek nâzik ve
zarîf tarzda bir yazı ile iâde etmesi meşhûrdur. Sorulan nükteli ve garip
suâllere aynı tarzda ve aynı uslûpta cevaplar verirdi. Nüktedan birinin hazîne
mânâsına gelen "Hızânetü" ve çanak mânâsına gelen "Kas'atü" kelimesinin fetha
ile mi yoksa kesre ile mi okunur diye sorduğu soruya; "Lâ teftah-ül-hızânete
velâ teksırul-kas'ate" diye cevap verdi. Burada, "hızâne"yi feth etme, yâni
"fetha" ile okuma, Kas'ayı da kesr etme, "kesre" ile okuma derken, "fetha"
kelimesini açma mânâsında, "kesre" kelimesini de kırma mânâsında kullanarak;
"Hazîneyi açma, çanağı da kırma" diyerek, sanatlı bir ifâde kullanmıştır.
Tefsîr
ilminde de büyük bir âlim olduğu için, "Müfessirlerin hatîbi" ünvânı
verilmiştir. Yine fıkıh ilmindeki yüksek derecesinden dolayı, âlimler arasında "Nu'mân-üs-sânî
(İkinci Ebû Hanîfe)" lakabıyla ve "Müftiy-yüs-sekaleyn (cinlerin ve insanların
müftîsi)" ve İbn-i Kemâl Paşadan sonra "Muallim-i sânî" lakabıyla tanınmıştır.
Bütün ilimlerde mâhir olup, bilhassa tefsîr, fıkıh ve Arabî ilimlerde mütehassıs
idi. Asrında İslâm âleminde onun derecesinde bir âlim yetişmemiştir. Zamânında
Hanefî mezhebinin reisliği onda idi. İslâm hukûkunda, usûl ve fürû'
meselelerinde tam bir selâhiyete sâhipti. Dört mezhebin fıkıh bilgilerine vâkıf
idi.
|
|