|
EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin asıl
adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn,
Sultân-ül-Mahûbbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır.
Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle meşhûr Muhammed Behâeddîn
Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ
bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir.
Mevlânâ Celâleddîn, küçük
yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve evliyâ bir zât olan babasının terbiye ve
himâyesinde yetişti. Mânevî olgunluklara kavuştu. Henüz beş yaşında iken
kendisinden bir takım hârikulâde ve olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn
meleklerini görür, evliyânın ruhlarıyla konuşurdu. Melekler ve Allahü teâlânın
ricâl-i gayb ismi verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi.
Zâhiren tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek
benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin, meleklerin
ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için memnûn kalırdı.
Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden birkaçını oğluyla
meşgûl olmaları için vazîfelendirip; "Oğlum Muhammed'e görünenler, Allahü
teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve merhâmetleri sebebiyle oğluma
görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi hâllerini ona öğretiyorlar, melekler
âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha
küçüktür. Kendisini zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım. Bunun
için sizler, onun heyecanlanmasına engel olun." derdi.
Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin
talebelerinden Bedreddîn anlatır: "Hocam Muhammed Behâeddîn Veled'in mübârek el
yazısı ile yazılmış bir sayfada şu notları gördüm: "Belh'te, oğlum Celâleddîn
Muhammed beş yaşında iken, Cumâ günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır,
dâimâ Kur'ân-ı kerîm okurdu. Belh'in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır
bulunur, onunla sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında
kalırlardı. Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; "Gel bu damdan öteki
dama atlayalım." deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar. Oğlum onlara
gülümseyerek; "Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer canlılar da
yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle şeylerle uğraşması
yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz varsa, geliniz göklere
uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım." diye cevap verir. Hemen o anda
gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun gözünden kaybolmaya başlar. Çocuklar bu hâl
karşısında feryâd edip çığlık koparırlar. Nihâyet herkesle birlikte ben de bu
hâdiseyi işittim. Çocukların yanına gittim. Biraz sonra Celâleddîn'in rengi
uçmuş, mübârek vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi. Bütün
çocuklar, Celâleddîn'e sarılıp tebrik ettiler. Oğlum onlara dönüp; "Sizinle
konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan aldı. Gökyüzünün
tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş şeylerini bana
gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar beni buraya
getirdiler. Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat ve muhabbeti olmasa
idi, bu alçak âleme geri dönmezdim." dedi.
Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn
Veled hazretleri mübârek oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in terbiyesiyle meşgul iken,
Belh civârındaki bâzı hasetçiler onun hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet
ettiler. O da kimseye zarar dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte
Belh'ten ayrılıp Nişâbur'a gitti. Nişâbur'a geldiklerinde evliyânın
büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri kendilerini karşıladı. Onlara izzet
ve ikrâmlarda bulundu. O sırada küçük yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir
rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı
verdi. Mevlânâ Celâleddîn rüyâsını babasına anlattığında o; "Altı dallı gül,
senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işârettir." buyurdu. O anda orada hazır
bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile
meşgûl olursunuz." diyerek; Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn'e hediye
etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn hazretleri
imiş.
Ferîdüddîn Attâr hazretleri,
Mevlânâ Celâleddîn'de ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım
kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.
Bir müddet Nişâbur'da kalan
Behâeddîn Veled hazretleri ve Mevlânâ Celâleddîn, daha sonra yakınlarıyla
birlikte Bağdât'a gelip Mustansıriyye Medresesine yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ
burada oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in ve talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu.
Behâeddîn Veled hazretleri bâzı gecelerde oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den su
isterdi. Mevlânâ Celâleddîn de yatağından kalkar su aramaya giderdi. Geceleyin
medresenin kapısına gelince kilitli kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ
Celâleddîn de Dicle'den kabına suyu doldurur, babasının odasına getirirdi.
Medreseye gelişinde kapı kendiliğinden kapanır kilitlenirdi. Bir defâsında
kapıcı bu hâdiseye vâkıf oldu. Bâzı kimselere de söyledi. Mevlânâ'nın babası
bunu duyunca, o kapıcıyı çağırıp; "Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun."
buyurdu. Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in kerâmetini gizleyeceğine söz
verip Sultân-ül-Ulemâ'nın talebeleri arasına katıldı.
Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn
Veled hazretleri daha sonra Bağdât'tan, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i
münevvereye geldiler. Hac ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâretten
sonra Şam'a ve Erzincan'a, oradan da Lârende'ye (Karaman'a) gelip yerleştiler.
Sultân-ül-Ulemâ, Lârende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için yaptırdığı
medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi sene kadar talebe okuttu.
Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi. Şöhreti her tarafa yayıldı.
Mevlânâ Celâleddîn, din ve
fen ilimlerinde yetişip bülûğ, evlenme çağına erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn
Lâlâ Semerkandî'nin kızı Gevher Hâtunla evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn'in bu
evliliğinden oğlu Sultan Veled dünyâya geldi. Daha sonra Mevlânâ'nın annesi
Mü'mine Hâtun ve ağabeyi Muhammed Alâeddîn, Lârende'de vefât ettiler.
Bu sıralarda Mevlânâ
Celâleddîn'in babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ismi Selçuklu Devletinin her köşesinde
duyulmuştu. Konya'da oturan Sultan Alâeddîn Keykûbâd onu Konya'ya dâvet etti. Bu
dâvet üzerine Behâeddîn Veled hazretleri Lârende'den ayrılıp Konya'ya yerleşmek
üzere yola çıktı. Kervan Konya'ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile
karşıladı. Atının dizginlerinden tuttu. Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü. Atın
dizginleri sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler. Behâeddîn Veled ve
yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine yerleştirildiler.
Mevlânâ Celâleddîn burada da
tahsîline devâm etti. Konya'da iki seneyi doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ
Hakk'ın rahmetine kavuştu. Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn;
babasının halîfesi, vekîli Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin ders halkasına girdi.
Dokuz sene kadar husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı.
Mevlânâ Celâleddîn'in
çocukluk yıllarında, terbiyesiyle meşgul olan ve kendisini çeşitli ilimlerde
yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri, babası Sultân-ül-Ulemâ'nın
ileri gelen talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Bir gün talebeleriyle sohbet
ederken birden; "Eyvah! Eyvah! Hocam Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını
kılalım." diyerek, talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar.
Ondan sonraki gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü. Hocası Sultân-ül-Ulemâ;
"Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e ilim öğretmeye devâm et!" emri üzerine
yollara düştü. Konya'ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Lârende'de bulunan
kayınpederinin yanına gitmişti. Hocasının Konya'ya geldiğini duyunca, derhal
döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı. Seyyid Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde
kemâl derecesine yükselen Mevlânâ'yı mârifet, Allahü teâlâyı tanıma ilminde de
en yüksek seviyeye çıkarmak için Mevlânâ Celâleddîn'e riyâzet, nefsin
isteklerini yapmama ve mücâhede, nefsin istemediği ve ona zor gelen şeyleri
yaptırmaya başladı. Bir müddet sonra Halep ve Şam'a gidip, oradaki âlimlerden de
ilim öğrenmesi gerektiğini Mevlânâ'ya anlattı. Böylece onu Halep ve Şam'a
gönderdi. Kendisi de Kayseri'ye gitti.
Seyyid Burhâneddîn
hazretleri, Mevlânâ'nın dört senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir hayli ilerlemiş
olduğunu gördü. Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye devâm ettirdi. Mübah
olanları azaltıp, zarûret mikdârı kullanırdı. Ona; "Karnınız aç olsun. Bunun
için de çok oruç tutunuz. Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç
tutmak; kalp gözünün açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebeb olur." buyurdu.
Mevlânâ hazretlerinin, on beş gün ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu.
Nefsinin istediklerini yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek
artıklarının yanına gider, nefsine; "Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp,
rûhumu emrin altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan,
önce yemek artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!"
diyerek nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu
rûhuna köle ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçer giderdi.
Mevlânâ hazretlerinin iyice
olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn hazretleri ona; "Evlâdım! Şimdiye
kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim. Bundan sonra senin daha da
olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman, Tebrizli Şems'in (Şems-i
Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat kanatları altında aşamadığın
engelleri aşar, mânevî hâllere kavuşursun. O, seni tasavvufun en mahrem
noktalarına çeker, sen de ona, aynı âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi
tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Bense Kayseri'ye gidip
ömrümün sonlarını orada geçiririm." buyurdu. Mevlânâ hazretleri hocasına,
Kayseri'ye gitmeyip berâber kalmaları için çok ısrâr ettiyse de kabûl
ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn hazretlerini Kayseri'ye uğurladı.
Kayseri'de bir müddet yaşayan Seyyid hazretleri, bir gün abdestini alıp
hizmetçisine; "Git kapıyı kapa ve dışarıda, Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye
bağır." buyurdu. Hizmetçi dışarı çıkınca, Seyyid hazretleri secdeye kapanarak;
"Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok seviyorum. Sana kavuşmak arzum son haddine
ulaştı. Beni bu sevgime ve arzuma bağışla. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün
Resûlullah." dedi ve rûhunu teslim etti. Hizmetçinin haberi üzerine Kayseri bir
anda anababa gününe döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine haber salındı.
Cenâze hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı kılınıp, defn işleri halledildi.
Mevlânâ hazretleri haberi işitince Kayseri'ye geldi. Hocasının kabri başında
Kur'ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı. Seyyid hazretlerinin
kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında Şems-i Tebrîzî'nin
hazırladığı meşhûr Makâlât isimli eser de vardı.
Mevlânâ hazretleri o
sıralarda Konya'ya yerleşmiş bulunan zamânın en büyük kelâm ve tasavvuf
âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden de ilim öğrendi. Onun feyz
ve teveccühlerine kavuştu. Mânevî yolda yüksek derecelere ulaştı.
Hocası Sadreddîn-i Konevî
hazretleri anlatır: "Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm. Yanlarında Eshâb-ı
kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu. Peygamber
efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ
Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun
öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O
benim oğlumdur." buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber
efendimiz bu rüyâ ile, talebelerimden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine
işâret buyurdular. Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin
yüksekliğini anlamaları için anlattım."
Bir gün büyük bir ilim
meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî
de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye
oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ; "Terbiyesizlik edip sizin
seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?" deyince,
Sadreddîn hazretleri; "Senin oturmakta fayda görmediğin seccâde bize de
yaramaz." buyurup, seccâdeyi oradan kaldırdı.
Mevlânâ Celâleddîn
hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî'dir. Şems-i Tebrîzî, Tebriz
şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî'nin talebesi idi. Şems-i Tebrîzî evliyâlıkta yüksek
makamlara ve derecelere yükseldi. Lâkin daha yüksek mânevî makamlara kavuşmak
istiyordu. Şems-i Tebrîzî seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi
bir dost bulabilmek için duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların netîcesi olarak
rüyâsında, Konya'da bulunan Celâleddîn-i Rûmî'ye gidip onun yetişmesinde
yardımcı olması îcâbettiği bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya
şükrederek; "Böyle dosta canım fedâ olsun." dedi. Konya'ya gelip, Şekerciler
Hanına indi. Günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın
mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle
oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu
anlaşılan Şems-i Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve yoluna devâm
etti. Kendi kendisine de; "Bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle
birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye düşünürken, âniden
atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ hazretleri, atı durduran elin
sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O
kimse; "İsminizi öğrenmek istiyorum?" deyince, o da; "Celâleddîn Muhammed." diye
cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed
aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu. Böyle bir
soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm
efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd, O'nun hürmetine yaratıldı."
buyurdu. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki Muhammed aleyhisselâm; "Biz
seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i Bistâmî; "Sübhânî."
"Benim şânım ne yücedir." diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?" diyerek
tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri buna da şöyle cevap verdi: "Peygamber
efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı
ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine
alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; "Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri
daha da artır." derdi. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi, o kadar geniş
olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek tecellî ile dolup taşardı". Bu
îzâhata hayrân kalan Şems-i Tebrîzî; "Allah!" diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı.
Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa
kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o kadar ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl
olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeple evine götürdü. Bu zâtın, ilk
hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî
olduğunu öğrenince; "Ey Muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de,
zât-ı âlînize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa
efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır."
diyerek hizmetine koşmaya başladı.
Gece-gündüz hiç yanından
ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu. Ondan hiç
ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhate
gitmiyordu. Yanlarına da, hizmetlerini görmek üzere, büyük oğlu Sultan Veled
girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın
yarattıkları üzerinde tefekkürde bulunurlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı
zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi
kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül
okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı
nümûnelerdir. Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl
derecede mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve
anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi
düşünmek ve o şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği
içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok eksik ve yarım
anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ'yı,
sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile
getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim.
Ben Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
hazretleri tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri
ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu
değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur
gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on
beşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı
zamâna rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır
sonradır. Onun Mesnevî'sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından
çalgı âleti olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak,
kendisinin ney çalıp dinlediği sanılmıştır.
Allahü teâlânın aşkı ile
dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve
başka hiç bir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Yâni dans etmedi.
Mesnevî'de yirmi dört bin, Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır.
Celâleddîn-i Rûmî hazretleri Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların
değiştirmesine imkân bırakmamıştır. Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi
Mâfih, Mektûbât, Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî'sine
her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek
kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da birçok kimse ayrıca
şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş'et Efendinin şerhinden elli altı
sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan Abdülmecîd Han zamânında,
H.1263' de Matba'a-i Âmire'de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise
sirruh) buyuruyor ki: "Mesnevî'nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl
anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil,
yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her
an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir.
Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir
çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O
büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın
ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü mânâsı, kamış kalem
demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve
yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep
Allahü teâlânın ilhâmı iledir." Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara
vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı kâmil olduğunu,
dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden,
"ney"i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe
başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî'nin
(kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o
tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir
kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda ise de, (Mesnevî
şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette
aldanmamaktadır.
Ney çalmak, ilâhi okumak,
oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle
zikr bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî'sinde;
Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!
buyuruyor. Yâni, "O hâlde,
sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan,
Rabbin ismini (kalbinden) söyle!" demekdir. Sonradan gelen, Mevlânâ'yı
tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans
ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine
ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da
böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan
uzaklaşmışlardır.
|
|