EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Amasya'da yetişen velîlerden
olan Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tahsîl çağına geldikten sonra
ilim tahsîline başlayarak Bayburt'ta Eşref Efendinin derslerini tâkib etti.
Sonra Hâfız İbrâhim Efendi'nin talebesi oldu ve ondan icâzet, diploma aldı.
İnsanlara doğru yolu göstermek için önce Amasya'nın İlyas köyüne, sonra da
Karasenir köyüne yerleşti.
Güzel ahlâkı, yumuşaklığı,
merhameti ile tanınan Ali Efendi, senelerce Amasya ve köylerinde yaptığı
sohbetlerle sevenlerine doğru yolu, güzel ahlâkı anlattı. Birkaç defâ tutuklandı
ise de; "Biz siyâset ile uğraşmayız. Biz insanlara güzel ahlâkı anlatırız"
dediği için serbest bırakıldı. Kur'ân-ı kerîm okumanın, Allah ismini söylemenin
yasak olduğu dönemde, Amasya ve köylerinde İslâm dînini anlatarak müslümanların
îmânını korudu.
Gözü çok yaşlı idi. Ümmet-i
Muhammed'e olan aşırı merhametinden çok ağlardı. Âhirette kurtulmaları için çok
duâ ederdi. Sohbetlerinde Ehl-i sünnet büyüklerinden nakiller yapardı. Kur'ân-ı
kerîmi çok güzel okurdu. Talebeleri ile baba-oğul gibi idi. "Evlâdım benim ile
sizin aranızdaki fark, benim yaşlı, sizin genç olmanızdır." derdi.
Çok cömertti. Bir lokması
olsa talebeleri ile berâber yemek isterdi. Çocukları çok severdi. Onları
karşısına alır, tatlı tatlı sohbet eder, îzâhât verirdi. Dünyâ malına hiç değer
vermezdi. Maaşını olduğu gibi hanımına verirdi. Talebelerine, sevdiklerine
hanımlarına karşı çok yumuşak davranmalarını, onların hukukunu iyi
gözetmelerini, merhametli olmaları gerektiğini sık sık anlatırdı.
Ali Hâfız, sohbetine gelen
herkesin seviyesine, mesleğine, aklına göre sohbet ederdi. Sohbetine gelenler
onu severek ayrılırdı. Birgün başı ve kolları açık bir hanım, Şamlar Türbesinde
iken ziyâretine geldi. Amasya târihi üzerine kendisinden bilgi öğrenmek istedi.
Ali Hâfız, istenen bilgileri gayet açık ve teferruatlı bir şekilde anlattı.
Hanım çok memnun olup, teşekkür ederek ayrıldı. Ayrılıp giderken orada bulunan
bir şahıs arkasından hafifçe tükürdü. Bu hareketi gören Ali Hâfız çok üzüldü ve;
"Neden böyle yaptın. O da Allahü teâlânın kuludur. O kadın îmânlı idi. Allahü
teâlâ bizi benlik tuzağından kurtarsın." dedi.
Talebelerinden biri vefât etti. O zâtın çocukları durumu Ali Efendi'ye bildirmek
için bir haberciyi türbeye yolladılar. Haberci daha türbenin kapısına geldiğinde
hoca efendiyi gördü ve bir şey söylemeden Ali Hâfız; "Ziyâeddîn Efendi vefât
etti. Onu mu haber vermeye geldin?" diye sordu. Haberci; "Evet efendim."
deyince; "Hemen geliyorum." dedi.
Ali Efendinin üçüncü oğlu
Necâtî, âni rahatsızlıktan hastâneye kaldırıldı ve ameliyat sonrası
kurtarılamayarak vefât etti. Vefât haberini vermek üzere bâzı talebeleri Ali
Hâfız'ın yanına gittiler, fakat bir şey söyleyemediler. Ali Efendi onlara;
"Hepimizin âkibeti bu. Bundan kurtuluş yok. Necâtî'nin vefât ettiğini niçin
söylemiyorsunuz?" dedi. Orada bulunanlar hocalarının bir kerâmetini daha görmüş
oldular. Oğlunu bizzat kendisi yıkayıp, namazını kıldırıp defnetti.
Ali Hâfız ile aynı devirde
Gümüş kasabasında yaşayan Garip Hâfız (İbrâhim Hakkı) isminde bir zât vardı. Bu
zâtla sık sık görüşürdü. Garip Hâfız ikindi vaktine kadar ziyâretçi kabûl
etmezdi. Birgün Ali Hâfız talebeleri ile Garip Hâfız'ın ziyâretine gitti. Vakit
ikindiden önce idi. Ali Hâfız, kapıda bekleyen talebeye; "Evlâdım! Garip Hâfız'a
geldiğimizi haber ver." dedi. Talebe; "Efendim geleceğinizi söyledi sizi
bekliyor." dedi. İki zât uzun süre sohbet ettiler. Orada bulunanlar
konuşulanlardan hiçbir şey anlayamadılar. Zîrâ onlar birbirlerinin derecesine
göre konuşuyorlardı.
Ali Efendide nefes darlığı
hastalığı vardı. Yeşilırmak kıyısında yetişen bir bitkinin yapraklarını kıyar,
tütün gibi yapıp sarar içerdi. Birgün nefes darlığından rahatsız olup yattığı
sırada, talebeleri ve sevenleri onu ziyârete geldi. O hemen ayağa kalkıp onlarla
sohbet etti. Onun bu hâlini gören hanımı; "Efendi! Ben senin hastalığına
inanmıyorum." dedi. Ali Efendi de; "Hanım... Hanım!.. Onlar geldiğinde Allahü
teâlâ bana bir şevk veriyor, hemen ayağa kalkıyorum, sıhhat buluyorum." dedi.
Talebelerinden biri, Ali Hâfız'ı görmeden önce elinde saz, köy köy dolaşıp, saz
çalıp söylüyordu. Bu zât birgün, Ali Efendinin ismini duyup, onun yanına gitti.
Aklında arz edeceği bâzı sualleri vardı. Mütevâzî şekilde onu karşılayan Ali
Hâfız onunla sohbete başladı. Söyleyeceklerinin hepsini unutan o zât, oradan
ayrılınca, soracağı sualleri tekrar aklına geldi. O zaman Ali Hâfız'ın mübârek
bir zât olduğunu anladı ve ona talebe olmak istedi. Sonra; "Efendim! Yalnız ben
sazımı bırakmam." dedi. Ali Efendi de; "Çalabilirsen çal!" dedi. Zamanla
sohbetlerin tesiriyle kalbinden tamâmen saz sevgisi çıktı. Çalmak istedi ise de
çalamadı. Ali Hâfız, teveccühleri ile kalbinden o nefsânî sevgiyi alıp çıkardı.
Talebeleri ile birgün sohbet
ederken, talebeleri gördükleri rüyâları anlattılar. O sırada bir talebeye sen ne
gördün diye soruldu. O talebe de rüyâsında güzel sûrette bir insan görmüştü.
Acabâ Peygamber efendimiz mi idi? diye düşündüğünden, gayr-i ihtiyârî; "Ben de
Resûlullah efendimizi gördüm." dedi. Ali Hâfız bir başka konuya geçerek sohbetin
havasını değiştirdi. Sonra Resûlullah efendimizi rüyâda nasıl görüleceğini
anlattı; "Ben ömrümde bir kere Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. Allahü
teâlânın Resûlünü gören rahat bir şekilde anlatamaz. O'nu görmenin aşkı ile
iki-üç gün kendinden geçer, ağlar, gözyaşı döker. Rüyâmda gördüğümde; "Yâ
Resûlallah! Dilde var, gönülde yok." dedim. O mübârek elini uzattı ve öptüm.
Bana; "Sen her zaman benimle berâbersin."buyurdular." dedi. Bunun üzerine o
talebe yaptığı hatâyı anlayarak hemen tövbe etti.
|