CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Amasya'da yetişen velîlerden olan Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tahsîl çağına geldikten sonra ilim tahsîline başlayarak Bayburt'ta Eşref Efendinin derslerini tâkib etti. Sonra Hâfız İbrâhim Efendi'nin talebesi oldu ve ondan icâzet, diploma aldı. İnsanlara doğru yolu göstermek için önce Amasya'nın İlyas köyüne, sonra da Karasenir köyüne yerleşti.

Güzel ahlâkı, yumuşaklığı, merhameti ile tanınan Ali Efendi, senelerce Amasya ve köylerinde yaptığı sohbetlerle sevenlerine doğru yolu, güzel ahlâkı anlattı. Birkaç defâ tutuklandı ise de; "Biz siyâset ile uğraşmayız. Biz insanlara güzel ahlâkı anlatırız" dediği için serbest bırakıldı. Kur'ân-ı kerîm okumanın, Allah ismini söylemenin yasak olduğu dönemde, Amasya ve köylerinde İslâm dînini anlatarak müslümanların îmânını korudu.

Gözü çok yaşlı idi. Ümmet-i Muhammed'e olan aşırı merhametinden çok ağlardı. Âhirette kurtulmaları için çok duâ ederdi. Sohbetlerinde Ehl-i sünnet büyüklerinden nakiller yapardı. Kur'ân-ı kerîmi çok güzel okurdu. Talebeleri ile baba-oğul gibi idi. "Evlâdım benim ile sizin aranızdaki fark, benim yaşlı, sizin genç olmanızdır." derdi.

Çok cömertti. Bir lokması olsa talebeleri ile berâber yemek isterdi. Çocukları çok severdi. Onları karşısına alır, tatlı tatlı sohbet eder, îzâhât verirdi. Dünyâ malına hiç değer vermezdi. Maaşını olduğu gibi hanımına verirdi. Talebelerine, sevdiklerine hanımlarına karşı çok yumuşak davranmalarını, onların hukukunu iyi gözetmelerini, merhametli olmaları gerektiğini sık sık anlatırdı.

Ali Hâfız, sohbetine gelen herkesin seviyesine, mesleğine, aklına göre sohbet ederdi. Sohbetine gelenler onu severek ayrılırdı. Birgün başı ve kolları açık bir hanım, Şamlar Türbesinde iken ziyâretine geldi. Amasya târihi üzerine kendisinden bilgi öğrenmek istedi. Ali Hâfız, istenen bilgileri gayet açık ve teferruatlı bir şekilde anlattı. Hanım çok memnun olup, teşekkür ederek ayrıldı. Ayrılıp giderken orada bulunan bir şahıs arkasından hafifçe tükürdü. Bu hareketi gören Ali Hâfız çok üzüldü ve; "Neden böyle yaptın. O da Allahü teâlânın kuludur. O kadın îmânlı idi. Allahü teâlâ bizi benlik tuzağından kurtarsın." dedi.

Talebelerinden biri vefât etti. O zâtın çocukları durumu Ali Efendi'ye bildirmek için bir haberciyi türbeye yolladılar. Haberci daha türbenin kapısına geldiğinde hoca efendiyi gördü ve bir şey söylemeden Ali Hâfız; "Ziyâeddîn Efendi vefât etti. Onu mu haber vermeye geldin?" diye sordu. Haberci; "Evet efendim." deyince; "Hemen geliyorum." dedi.

Ali Efendinin üçüncü oğlu Necâtî, âni rahatsızlıktan hastâneye kaldırıldı ve ameliyat sonrası kurtarılamayarak vefât etti. Vefât haberini vermek üzere bâzı talebeleri Ali Hâfız'ın yanına gittiler, fakat bir şey söyleyemediler. Ali Efendi onlara; "Hepimizin âkibeti bu. Bundan kurtuluş yok. Necâtî'nin vefât ettiğini niçin söylemiyorsunuz?" dedi. Orada bulunanlar hocalarının bir kerâmetini daha görmüş oldular. Oğlunu bizzat kendisi yıkayıp, namazını kıldırıp defnetti.

Ali Hâfız ile aynı devirde Gümüş kasabasında yaşayan Garip Hâfız (İbrâhim Hakkı) isminde bir zât vardı. Bu zâtla sık sık görüşürdü. Garip Hâfız ikindi vaktine kadar ziyâretçi kabûl etmezdi. Birgün Ali Hâfız talebeleri ile Garip Hâfız'ın ziyâretine gitti. Vakit ikindiden önce idi. Ali Hâfız, kapıda bekleyen talebeye; "Evlâdım! Garip Hâfız'a geldiğimizi haber ver." dedi. Talebe; "Efendim geleceğinizi söyledi sizi bekliyor." dedi. İki zât uzun süre sohbet ettiler. Orada bulunanlar konuşulanlardan hiçbir şey anlayamadılar. Zîrâ onlar birbirlerinin derecesine göre konuşuyorlardı.

Ali Efendide nefes darlığı hastalığı vardı. Yeşilırmak kıyısında yetişen bir bitkinin yapraklarını kıyar, tütün gibi yapıp sarar içerdi. Birgün nefes darlığından rahatsız olup yattığı sırada, talebeleri ve sevenleri onu ziyârete geldi. O hemen ayağa kalkıp onlarla sohbet etti. Onun bu hâlini gören hanımı; "Efendi! Ben senin hastalığına inanmıyorum." dedi. Ali Efendi de; "Hanım... Hanım!.. Onlar geldiğinde Allahü teâlâ bana bir şevk veriyor, hemen ayağa kalkıyorum, sıhhat buluyorum." dedi.

Talebelerinden biri, Ali Hâfız'ı görmeden önce elinde saz, köy köy dolaşıp, saz çalıp söylüyordu. Bu zât birgün, Ali Efendinin ismini duyup, onun yanına gitti. Aklında arz edeceği bâzı sualleri vardı. Mütevâzî şekilde onu karşılayan Ali Hâfız onunla sohbete başladı. Söyleyeceklerinin hepsini unutan o zât, oradan ayrılınca, soracağı sualleri tekrar aklına geldi. O zaman Ali Hâfız'ın mübârek bir zât olduğunu anladı ve ona talebe olmak istedi. Sonra; "Efendim! Yalnız ben sazımı bırakmam." dedi. Ali Efendi de; "Çalabilirsen çal!" dedi. Zamanla sohbetlerin tesiriyle kalbinden tamâmen saz sevgisi çıktı. Çalmak istedi ise de çalamadı. Ali Hâfız, teveccühleri ile kalbinden o nefsânî sevgiyi alıp çıkardı.

Talebeleri ile birgün sohbet ederken, talebeleri gördükleri rüyâları anlattılar. O sırada bir talebeye sen ne gördün diye soruldu. O talebe de rüyâsında güzel sûrette bir insan görmüştü. Acabâ Peygamber efendimiz mi idi? diye düşündüğünden, gayr-i ihtiyârî; "Ben de Resûlullah efendimizi gördüm." dedi. Ali Hâfız bir başka konuya geçerek sohbetin havasını değiştirdi. Sonra Resûlullah efendimizi rüyâda nasıl görüleceğini anlattı; "Ben ömrümde bir kere Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. Allahü teâlânın Resûlünü gören rahat bir şekilde anlatamaz. O'nu görmenin aşkı ile iki-üç gün kendinden geçer, ağlar, gözyaşı döker. Rüyâmda gördüğümde; "Yâ Resûlallah! Dilde var, gönülde yok." dedim. O mübârek elini uzattı ve öptüm. Bana; "Sen her zaman benimle berâbersin."buyurdular." dedi. Bunun üzerine o talebe yaptığı hatâyı anlayarak hemen tövbe etti.