|
EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Anadolu velîlerinden
Abdurrahmân-ı Harpûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Diyarbakır'da tahsîli
sırasında, bütün derslerden geri kalması üzerine, arkadaşları onunla alay
ederlerdi. Bu durumu hocası öğrenince, onun daha çok rencide olmaması için,
yanına çağırarak; "Şimdiye kadar okudukların ve öğrendiğin bilgi sana kâfidir.
Köylerde çok rahat imamlık yapabilirsin. Var git oralarda kısmetini ara." dedi.
Bunun üzerine medrese tahsîlini bırakarak, şehirden ayrıldı. Yolda bir hanın
önünden akmakta olan bir çayın kenarında oturup düşünürken, çayın içerisindeki
taşların, suyun şiddetli akıntısından yusyuvarlak olduklarını ve pırıl pırıl
parladıklarını gören genç Abdurrahmân, üzüntü ve kırık bir kalb ile; "Yâ Rabbî!
Beni sen yarattın. Bu dersleri anlayamamam da senin kudretin iledir. Senin
emrinde akan sular, şu taşları nasıl yusyuvarlak yapıyor ve parlatıyorsa, sen de
benim zihnime kuvvet ihsân et de, rızâna kavuşturacak ilim deryâsından biraz
nasîb alayım." diye Allahü teâlâya yalvardı. Daha sonra yorgunluğu sebebiye
uykuya daldı. Rüyâsında, yanına nûrânî üç zât gelerek, yanlarında getirdikleri
bir çuval darıyı Abdurrahmân Molla'ya nöbetleşe yedirdikten sonra, kaybolup
gittiler. Abdurrahmân Harpûtî uyanınca, içinde bir ferahlık bir sevinç duydu ve
zihninin açıldığını hissetti.
Abdurrahmân-ı Harpûtî bu
hâdiseden sonra medreseye geri döndü. Arkadaşları onu aralarında görünce yine
alay etmeye başladılar. Fakat bunlara hiç aldırış etmedi. Ders saatinde
hocasının huzuruna çıkarak elini öptü ve müsâade isteyerek yerine oturdu.
Cevapsız kalan bâzı sorulara, Abdurrahmân Efendi cevap verince, hocası dâhil
herkes hayret içinde kaldı. Hocasının geçmiş derslere âit sorularını da
rahatlıkla cevaplandırdı. Aradan kısa bir zaman sonra yapılan imtihanda
birincilik alınca, hocası ona icâzet, diploma vererek İstanbul'a gönderdi.
Abdurrahmân-ı Harpûtî,
İstanbul'a gitti ise de bir vazîfe verilmemesi üzerine memleketine döndü. Burada
tâliblere ders vermekle meşgûl oldu. Bir müddet sonra tekrar memleketini terk
ederek İstanbul'a gitti. Bir gün vakit namazını kılmak için girdiği Ayasofya
Câmiinin duvarında asılı bir levhaya gözü takıldı. Levhanın altındaki kâğıtta;
"Bu levhadaki ibâreyi, her kim doğru olarak hâllederse, mükâfatlandırılacaktır."
yazıyordu. Hemen bir kâğıda ibâreyi bütün kâideleri ile çözen Abdurrahmân-ı
Harpûtî, kâğıdın altına "Daha başka mânâların da mevcûd olduğu ibâreden
anlaşılmakta ise de, kâğıdım olmadığı için bu kadarıyla iktifâ edilmiştir." diye
bir şerh koyarak adını ve adresini yazdı ve tahlilnâmelerin içine bıraktı.
Ertesi gün kâğıtlar sultânın huzûrunda teker teker tetkik edildi. Bu tetkik
esnasında Abdurrahmân Efendinin yaptığı tahlilin diğerlerine göre, daha yüksek
bilgilerle donatılmış olduğu anlaşıldı ve Abdurrahmân Efendi irâde-i seniyye ile
saraya dâvet edildi. Kendisine mesleğinin gereği kıyâfetler giydirilerek
sultânın huzûruna çıkarıldı. İkinci Mahmûd Han; "Siz benim hocamsınız." diyerek
yanına oturttu ve büyük iltifâtlarda bulundu. Üsküdar'da bir ev verildi ve
evlendirildi.
Bu sırada Osmanlı Devleti
içerisinde yeniçeri isyân ve zorbalıklarının önü alınamaz bir hâle gelmişti.
Tâlim ve eğitim kabûl etmiyorlar, savaşa çıkmayı da reddediyorlardı. Kendilerine
harp fenlerinin öğretilmesini isteyen din ve devlet adamlarına karşı harekete
geçtiler. Bunun üzerine İkinci Mahmûd Han vezirleri ve ulemâ sınıfını toplantıya
çağırdı. Abdurrahmân-ı Harpûtî hazretleri de bunlar arasında idi. Yeniçerilerin
artan zorbalıklarından bahisle ne yapılması gerektiği soruldu. Mesele son derece
nâzikti. Yeniçeriler tekrar isyân ederek devlet ileri gelenlerinin kellelerini
istemeye başlamışlardı. Tamâmen bid'at yuvaları hâline gelen bektâşî tekkeleri
de kendilerini tahrik ediyordu. Sonuçta ulemâ birlik içerisinde bunların
öldürülmeleri câizdir diye fetvâ verdi. Savaşın başlangıcı olmak üzere sancak-ı
şerîfin çıkarılması kararlaştırıldı. Fakat sancağı şerîfin açılması çok önemli
bir olaydı. Bu işin dönüşü yoktu. Yeniçeriler ile yapılacak mücâdelenin sonu ise
kestirilemiyordu. Bu sebepten karar alınmasına rağmen herkeste bir tereddüd
vardı. İşte bu devlet adamlarının çekingen ve kararsız hâlleri sırasında
Abdurrahmân Harpûtî hazretleri söz aldı.
"Bu din ve devletin ayakta
kalması Allahü teâlânın istediği şeyse yeniçerileri vururuz, yok ederiz. Değilse
biz de bu din ile berâber batıp gideriz, daha ne ihtimâl kaldı?" diyerek
kalplerdeki şüpheleri giderdi. Herkes tek bilek tek yürek oldu. Nitekim bu inanç
ve îmânla harekete geçerek yeniçeri ocağını ortadan kaldırdılar ve bozulmuş
bektaşî yuvalarını kapattılar.
|
|