|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
İyi insanların hayatları
öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Mâzisini, büyüklerini tanıyamayan
çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar.
(E. Ans. c.1, s. 5)
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyânın
büyüklerinden ve müslümanların gözbebeği olan yüksek âlimlerdendir. Seyyid olup
insanları Hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve
kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisidir.
Muhammed Bâbâ Semmâsî ile Emîr Külâl'in talebesidir. İsmi, Muhammed bin
Muhammed'dir. Behâeddîn ve Şâh-ı Nakşibend gibi lakabları vardır. Allahü
teâlânın sevgisini kalplere nakşettiği için, "Nakşibend" denilmiştir.
Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin ilk hocası, daha doğar doğmaz kendisini mânevî evlâtlığa kabûl
eden ve hakkında çok müjdeler veren Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî'dir. Önce ondan
istifâde etti. Sonra bu hocası, onun yetiştirilmesini en meşhûr talebesi Seyyid
Emîr Külâl'e havâle etti. Yedi sene Seyyid Emîr Külâl'in sohbetine devâm etti.
Sonra da onun izni ile Mevlânâ Ârif Dikgerânî'nin sohbetine devâm etti. Yedi
sene de onun yanında kaldı. Bundan sonra Kusam Şeyh ve Halîl Atâ'nın
sohbetlerinde bulundu. Bir müddet de Halîl Atâ'nın yanında kaldı. Ayrıca Mevlânâ
Behâeddîn Kışlâkî'den hadîs ilmini öğrendi. Sonra, Abdülhâlık Goncdüvânî
hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Üveysî olarak yetiştirildi. Böylece
tasavvufda ve diğer ilimlerde çok iyi yetişti. Bu tahsil devresini ve tasavvufta
yetişmesini bizzât kendisi şöyle nakletmiştir:
"Çocukluktan bülûğ çağına
kadar, büyük hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin sohbetinde bulundum. On sekiz
yaşına girdiğim sırada, dedem beni evlendirmek istedi. Hocam Muhammed Bâbâ
Semmâsî'yi düğünüme dâvet etmek için beni Semmâs'a gönderdi. Semmâs'a varıp
hocamı görmekle şereflendim ve elini öptüm. Sohbetinin bereketinden bende öyle
bir hâl hâsıl oldu ki, devamlı hocamın sohbetine can atıyordum. O gece
kalbimdeki bu arzu ve istek ile gece yarısından sonra kalkıp abdest aldım ve
hocamın mescidine gidip, iki rekat namaz kıldım. Başımı secdeye koyup çok duâ
ettim. Sabah olunca hocamın huzûruna vardım.
Daha sonra sofra kurulup,
yemek yendi. Hocam, sofrada bir somun ekmeği alıp verdi. Ekmeği çekinerek aldım.
Bu çekingenliğimi görüp; "Ekmeği almakta çekiniyorsun. Fakat bu ekmek, yolda
lâzım olacaktır." buyurdu. Nihâyet dâvetimiz üzerine talebeleriyle birlikte
köyümüz Kasr-ı Ârifân'a gitmek üzere yola çıktık. Ben, hocamın bindiği hayvanın
üzengileri yanında yürüyordum. Rûhum zevkle dolmuş olduğundan kalbimde hiçbir
dünyâ düşüncesi yoktu. Aşk ve şevkle dolu olan kalbim heyecanla çarpıyordu.
Allah sevgisinden başka her şey kalbimden çıkmıştı. Bu sırada kalbim dünyâya
meyledecek olsa, hocam hemen; "Kalbini ayrılıktan koru." buyururdu. Hocamın bu
kerâmetini ve keşfini gördükçe, muhabbetim kat kat artıyordu. Yolumuz bir köye
uğradı. O köyde hocamın dostlarından biri bizi karşılayıp evine dâvet etti.
Hocam da bu dâveti kabûl edip, o zâtın evine indi. Ev sâhibinin, mahcûbiyetinden
ızdırap içinde yüzü kızardı. Bu hâlini gören hocam, o kişiye; "Senin ızdırabının
sebebi nedir?" dedi. O da; "Efendim, size yemek ikrâm etmek istiyorum, fakat
sütten başka bir şeyim yoktur." dedi. Bunun üzerine hocam bana; "Behâeddîn, sana
verdiğim ekmeğe ihtiyaç hâsıl oldu. O ekmeği ver." dedi. Ekmeği çıkarıp verdim.
Ev sâhibi de sütü getirip sofraya koydu. Ekmeği süte batırarak yedik ve hepimiz
doyduk. Bu kerâmeti karşısında hocamıza hayranlığımız arttı. Sonra kalkıp
yolumuza devâm ettik."
"Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî
vefât edince, dedem beni Semerkand'a götürdü. Orada bulunan büyük âlim ve
velîleri ziyâret edip, benim için duâ ve himmet istedi. Sonra Kasr-ı Ârifân'a
döndük. O günlerde Ali Râmîtenî hazretlerinden gelip, emâneten saklanmakta olan
taç bana verildi. O anda kalbim Allahü teâlânın muhabbeti ile dolup, taştı.
Sonra hocam Seyyid Emîr Külâl, Kasr-ı Ârifân'a geldi. Bana çok iltifâtta
bulunup; "Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî, bana; "Oğlum Behâeddîn'in yetişmesi ile
ilgilen. Ondan şefâatini esirgeme! Eğer onun yetişmesinde kusûr edersen, sana
hakkımı helâl etmem." buyurdu. Ben de bu vasiyeti üzerine senin yetişmen ile
ilgileneceğime söz verdim." dedi. Seyyid Emîr Külâl hazretleri Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin yetişmesi için titizlikle meşgûl olup, onu tasavvufta yüksek
derecelere ulaştırdı. Hattâ bir gün ona şöyle buyurdu: "Yüce mürşidim Hâce
Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine
getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Hem hâl bakımından, hem de ilim
bakımından yüksek bir himmete sâhip bulunuyorsun. Şimdi nereye gitmeyi arzu
edersen gidebilirsin. Her kimden olursa olsun, sohbetinde bulunmak ve istifâde
etmek husûsunda serbestsin. Tarafımızdan size izin ve ruhsat verilmiştir. Bizde
olan hâl ve makamları size fazlasıyla verdim. Bostânı senin için kuru ettim.
Yâni göğsümde, kalbimde olanların hepsini sana verdim. Rûhâniyet kuşunu,
insanlık yumurtasından (dar nefis çerçevesinden) çıkardım. Ama senin himmet
kuşun, yükseklerde uçuyor. Şimdiden sonra icâzetlisin, müsâdelisin, izinlisin."
Behâeddîn Buhârî hazretleri,
hocası Emir Külâl hazretlerinin bu sözleri üzerine Mevlânâ Ârif'in sohbetine
gidip, yedi sene de onun yanında kaldı. Sonra Halîl Atâ hazretlerinin yanına
gidip, on iki sene sohbetinde bulundu. İki defâ hacca gitti. İkinci haccında
Herat'a gidip, Mevlânâ Zeynüddîn hazretleriyle üç gün sohbet etti. İkinci hacca
gidişinde Hicâz'dan dönüp, bir müddet Merv şehrinde ikâmet etti. Daha sonra
Buhârâ'ya dönüp orada yerleşti. Emîr Külâl hazretlerinin vefâtından sonra,
insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazîfesini yaptı.
Şâh-ı Nakşibend hazretleri
şöyle anlatmıştır: "Bir gece rüyâmda, Türk âlimlerinden Hakîm Atâ, beni
yetiştirmesi için talebelerinden birine havâle etti. Sâliha bir ninem var idi,
rüyâmı ona anlattım. "Oğlum, senin Türk âlimlerinden nasîbin vardır." dedi.
Bunun üzerine rüyâda gördüğüm o dervişin sîmâsını hatırımda tuttum ve
karşılaşacağım günü bekledim. Bir gün Buhârâ pazarında, Hakîm Atâ'nın rüyâmda
beni yetiştirmesi için kendisine havâle ettiği zât ile karşılaştım. İsmi Halîl
Atâ idi. Ben onu derhâl hatırlayıp, tanıdım. Fakat bir türlü yanına yaklaşıp
sohbet edemedim. Bundan dolayı üzgün bir hâlde eve döndüm. Akşam bir kimse evime
gelip, Halîl Atâ seni çağırıyor dedi. Bu habere çok sevindim ve bir mikdâr
hediye bulup, hemen huzûruna gittim. Sohbetiyle şereflendim. Bana çok iltifât
etti. Rüyâyı anlatmak isteyince; "Senin hâtırında olanı biz biliyoruz, anlatmana
gerek yok." buyurdu. Bundan sonra uzun zaman sohbetine devâm ettim. Çok feyz
alıp, istifâde ettim. Bir müddet sonra Mâverâünnehr sultânının vefât etmesi
üzerine, oranın halkı, Halîl Atâ'yı sultanlık yapması için Buhârâ'dan
Mâverâünnehr'e dâvet ettiler. Dâveti kabûl edince ben de birlikte gittim. O
tahta oturdu. Ben de hizmetine devâm ettim. Kendisinde çok kerâmetler
görülüyordu. Bana şefkat ve muhabbet gösterip yetiştirdi. Böylece orada altı
sene süren sultanlığı sırasında da hizmetinde bulundum. Kendisine o kadar yakın
oldum ki, her sırrına vâkıf, işlerinde idâreci oldum. Görünüşte diğer
hizmetçiler gibi çalışırdım. Hâlimi bildirmezdim. Altı sene sonra bu büyük âlim
tahttan indi. Sultanlığı sona erdi. Bundan sonra Zeyvertûn köyüne yerleştim.
Yine şöyle nakletti: "Bende
tasavvuf hallerinin görüldüğü ilk günlerde mübârek bir zât ile yakınlığım oldu.
Bu zât bana; "Seni Hakk'ın âşinâlarından görüyorum." deyince, "Umarım ki, sizin
teveccühünüz ve yardımınızla âşinâlardan olurum." dedim. Dedi ki: "Arzular
karşısında nefsin ile ne hâldesin?" "Bulursam şükrederim, bulamazsam
sabrederim." dedim. "Bu kolay bir iştir. Asıl iş, nefsini bir yerde hapsedip,
ekmek ve su vermeyeceksin ve nefsin o hâle gelmiş olacak ki, sana serkeşlik
etmeyip, boyun eğsin." buyurdu. Bunun üzerine o zâta yalvardım. Bu hâle kavuşmam
için teveccüh etmesini istedim. Buyurdu ki: "Nefsinin, başkalarından ümitsiz ve
yalnız kalacağı bir sahrâya gideceksin, Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûl
olacaksın ve orada üç gün kalacaksın, dördüncü gün târif edeceğim bir dağa
gideceksin, karşına çıplak ata binmiş bir kimse çıkacak. Ona selâm verip geç. Üç
adım geçtiğin zaman sana o; "Ey genç! Dur sana ekmek vereyim." diyecek. Sen hiç
aldırmayıp, ekmeği almadan geçip gideceksin. Bu zâtın emri üzerine, söylediği
gibi üç gün sahrâda yalnız kalıp ibâdet ile meşgûl oldum. Dördüncü gün târif
ettiği dağın eteğine gittim. Giderken buyurduğu gibi ata binmiş bir zât karşıma
çıktı. Selâm verip, geçtim. Bana; "Delikanlı sana ekmek vereyim." dedi. Ben aslâ
aldırmadım ve ekmeği almadan geçip gittim. Sonra, bana bunları yapmamı tavsiye
eden zâtın huzûruna gittim. Bana;
"Behâeddîn! Bundan sonra
insanların hatır ve gönüllerini alıp, düşkünlerin hizmetinde bulunup, zayıflara
ve gönlü kırık olanlara ikram ve hürmette bulunacaksın! İlim öğrenme husûsunda
gayret ederek, kimsesizlere yoldaş olup, onlara karşı tevâzu göstereceksin!"
buyurdu. Bu zâtın emirlerini de yerine getirdim. Uzun zaman bu yolda devâm
ettim. Sonra tekrar huzûruna çıktım. Buyurdu ki: "Behâeddîn! Bundan sonra da
hayvanlara bakacaksın. Onlar, seni yaratan Rabbinin mahlûklarıdırlar. Eğer yük
çeken hayvanların vücutlarında yara görürsen tedâvi edeceksin." Bu emre de
uyarak çok gayret gösterdim. Yolda eğer önüme bir hayvan gelse, o geçinceye
kadar dururdum. Hayvanın önüne geçmezdim ve geceleri izlerine yüzümü sürüp,
Allahü teâlâya yalvarırdım. Bütün bunlar, içimdeki nefs düşmanının kırılması,
ıslâh olması için idi. Yedi sene böyle devâm ettim. Sonra tekrar o zâtın
huzûruna gittim. Buyurdu ki:
"Behâeddîn! Bundan sonra
yolların hizmetiyle meşgûl ol, yolları süpürüp temizle, gelip geçenlere eziyet
veren şeyleri kaldır. İğrenç şeyleri yollardan alıp, görünmez bir yere at.
Yollardan gelip geçenler zahmet çekmesinler ve rahatsız olmasınlar." Bu emrine
de uyarak, bir müddet de bu işle meşgûl oldum. Bu zât ne emretmişse, büyük bir
bağlılık ile hepsini yerine getirdim. Bu hizmetleri yaparken, Allahü teâlânın
nice nîmetleri ve ihsânları bana göründü. Nefsim iyice ezildi. Nefsâniyetten ve
mâsivâdan, Allahü teâlâdan başka herşeyden kurtulup, rûhâniyet derecesine
eriştim. Bu sırada bana Allahü teâlâdan pekçok sırlar tecellî etti."
Behâeddîn Buhârî Şâh-ı
Nakşibend hazretleri yine tasavvuftaki ilk hâllerini şöyle anlatmıştır:
"Tasavvuf hâllerinden cezbe hâli çoğalıp kararsız düştüğüm günlerde, geceleri ay
ışığında kabristanda dolaşırdım. Bir gece, devamlı ziyâret edilmekte olan üç
büyük zâtın mezarını gördüm. Her birinin kabrinde yanmakta olan birer kandil
vardı. Kandillerin yağı ve fitilleri olduğu hâlde çok sönük yanıyorlardı.
Fitillerini hareket ettirmek lâzımdı ki, parlak yanıp, çok ışık versinler. O
kandilleri öylece bırakıp, Hâce Muhammed Vasî'nin kabrinin başına gittim. Bana
orada Hâce Ahmed Eçkarnevî'nin kabrine gitmem işâret olundu, oraya gittim. Onun
kabrinin başına, bellerinde kılıç takılı olan iki kişi geldi. Beni tutup, bir
hayvana bindirdiler. Hayvanın yönünü Mezdâhin tarafına çevirip, gittiler. O gece
sabaha doğru Mezdâhin mezarlığına ulaştım. Orada da diğer kabirlerdeki gibi bir
kandil yanıyordu. Fakat o da sönük yanmaktaydı. Kıbleye karşı dönüp oturdum. Bu
sırada bana kendimden geçme hâli geldi. Kıble tarafında bir duvar gördüm. Duvar
yarılıp, yeşil örtüler ile süslenmiş bir taht ve bu taht üzerinde bir zât
oturmuş idi. Etrâfında ise kalabalık bir cemâat vardı. İçlerinde Muhammed Bâbâ
Semmâsî hazretleri de vardı. Sâdece onu tanıyordum. Bunların vefât eden ve bu
yolun büyükleri olduğunu anladım. Fakat kürsünün üzerinde oturan kimdir diye
merak ediyordum. Ben böyle düşünürken, kürsü etrâfında bulunan cemâatten biri
bana şöyle dedi:
"Kürsü üzerinde oturan
mübârek zât, Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî'dir. Etrâfındaki cemâat ise, onun
halîfeleri; Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ Gülân, Hâce Ârif Rîvegerî, Hâce
Muhammed İncirfagnevî, Hâce Ali Râmitenî'dir." Sonunda hocam Muhammed Bâbâ
Semmâsî'yi göstererek; "Bunu, sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana
tâc verdi. Kendisini tanıdın mı?" dedi. "Evet hocamı tanıdım fakat bıraktığı
tâcın nerede olduğunu bilmiyorum." dedim. "O senin evindedir. Onu sana kerâmet
olarak verdiler ki, bir belâ gelecek olsa, onun bereketiyle belâ def edilir."
buyurarak müjdeledi. Cemâatten bana dediler ki: "Dikkat et, kulak ver, şimdi
sana Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri nasîhat edecek! O nasîhatten başka bir
şeyle Hak yolunda ilerlenemez. Hâce hazretlerinin elini öpmek için izin istedim.
Bana izin verildi. Kalkıp yaklaştım. Selâm verip, edeble elini öptüm. Sonra
huzûrunda edeble ayakta durdum. Tasavvufda ilerlemek husûsunda buyurdu ki:
"Kabirlerin başında
kandillerin sana öyle gösterilmesi, senin bu yolda kâbiliyet sâhibi olduğuna
alâmettir. Fakat, fitil gibi olan kâbiliyeti hareketlendirmek lâzımdır ki, bu
kâbiliyet ortaya çıksın. Hakkın gizli sırları sana açık olsun. Her durumda
dînimizin caddesinde yürümek, azîmet ve sünnet-i seniyye üzere olmak lâzımdır.
Emirlere ve yasaklara uymak husûsunda istikâmet üzere olacaksın. Bid'atlerden,
Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp sonradan çıkan, ibâdet
olarak yapılan şeylerden ve ruhsatla amel etmekten uzak duracaksın. Hadîs-i
şerîfleri öğrenip, amel edersin." Sonra cemâattan bana dediler ki:
"Yarın acele Nesef tarafına
gideceksin. Seyyid Emîr Külâl'in hizmetinde bulunacaksın. Oraya giderken yolda
ihtiyar bir zât ile karşılaşacaksın. O sana sıcak bir çörek verecektir. Ekmeği
al, fakat onunla hiç konuşma. O ihtiyârı geçtikten sonra bir kervana, sonra da
ata binmiş bir kimseye rastlayacaksın, o kimse senin önünde tövbe edecek. Sen, o
evindeki mübârek tâcını al, Emîr Külâl'e götür."
Bu konuşmalardan sonra
bendeki o hâl gidip, eski hâlime döndüm. Derhal başında bulunduğum kabrin
yanından ayrılıp, Zeyvertûn tarafına gittim. Evime varıp, bana bırakılmış olan
tâcı istedim. Getirip verdiler. Onu giyince hâlim değişti. Bambaşka bir hâle
girdim. Tâcı alıp yola çıktım. Sabah namazı vaktinde Mevlânâ Şemseddîn'in
mescidine ulaştım. Sabah namazını orada kılıp, o gün Eyne adındaki köyde kaldım.
Ertesi gün güneş doğarken Nesef tarafına hareket ettim. Yolda, önceden
büyüklerin işâret ettiği gibi, bir ihtiyâra rastladım. Bana bir ekmek verdi.
Ekmeği alıp, hiçbir şey söylemeden geçip gittim. Sonra bir kervana rastladım.
Kervanın başı bana; "Ey yiğit, nereden geliyorsun?" deyince; "Eyne köyünden."
dedim. Ne zaman yola çıktığımı sordular. "Güneş doğarken." dedim. Kervana
rastladığım vakit kuşluk vakti idi. Kervandakiler bu sözümü işitince hayret
edip; "Eyne köyü buraya dört fersah, yaklaşık 24 km mesâfededir. Sabah vakti
çıkılsa, ancak buraya ikindiden sonra gelinebilir." dediler. Kervanı da geçip
gittim. Kervanı geçtikten sonra bir atlıya rastladım. Bana; "Sen kimsin? Seni
görünce içime bir korku düştü." dedi. "Ben öyle bir kimseyim ki, sen benim
önümde tövbe edeceksin." dedim. O atlı yanıma gelip tövbe etti. Şarap yüklü bir
beygiri vardı. Beygirin üzerindeki şarabı yere döktü. Onu da geçip yoluma devam
ettim. Nesef taraflarında bir köye uğradım. Seyyid Emîr Külâl'in orada olduğunu
öğrendim. Hâcegân büyüklerinin mübârek tâcını çıkarıp arz ettim. Bir müddet
sükût ettikten sonra; "Bu tâc, Hâcegân büyüklerinin mübârek tâclarıdır."
buyurdu. "Evet efendim." dedim. Devâm ederek; "Bu tâc-ı şerîfi almakta iki şart
vardır. Birinci şart; bunu korumak, ikincisi; îcâbını yerine getirmek. Bu iki
şart, büyüklerin (Hâcegân'ın) yolunda bulunmak ve bize hizmettir. Bundan sonra
ben de bu şartlara uymak üzere tâcı alıp kabûl ettim." Buyurdular.
Behâeddîn Buhârî hazretleri
orta boylu, mübârek yüzü değirmi olup, yanakları kırmızıya yakın idi. İki kaşı
arası açık, gözleri sarı ile elâ renk karışımı olan kestane renginde idi.
Sakalının beyazı siyahından çok idi. Ne hızlı, ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları
Peygamber efendimizin konuşması gibi tâne tâne idi. Konuştuğu kimseye yönünü
dönmüş olarak konuşurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi. Her gün kendini
yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi küçük ve hakîr
görmez, dâimâ güler yüzle karşılardı. Ancak celâllendiği zaman kaşlarını
çatardı. Bu zamanda heybetinden karşısında durulmaz olurdu. Şemâili, görünüşü
birçok bakımdan Resûlullah efendimize benzediği gibi, sözleri, işleri ve bütün
hareketleri sünneti seniyyeye uygun idi.
Fakir olmalarına rağmen,
lütuf ve keremleri bol olup, cömert idiler. Bir kimse bir hediye getirse,
mümkünse getirilen hediyenin iki misli kıymetinde bir hediye verirlerdi.
Nafakasını çalışarak temin ederdi. Bunun için eker, biçerdi. Bir mikdar arpa,
biraz da hayvan yemi eker kaldırır, bununla geçinirdi. İşinde bizzat kendisi
çalışır, bütün işlerini görürdü.
KOKUSUNU DUYUYORUM
Evliyâ-i kirâmın, en büyüklerindendir,
İnsanların kalbine, nûr salıp etti tenvîr.
"Seyyid Emîr Külâl'in, talebesidir bu zât,
Kararmış olan kalpler, onunla buldu hayat.
Seyyid olup, Resûl'ün, kerîm evlâdındandır,
Dînin yayılmasında, pekçok hizmeti vardır.
Bin üç yüz on sekizde, teşrîf etti dünyâya,
Yetmiş üç yaşındayken, göçtü dâr-ı bekâya.
Buhâra'da bir belde, var ki Kasr-ı Ârifân,
Kabri bu yerde olup, nûr saçılır oradan.
Bu büyük zât, dünyâya, gelmişti bu beldede,
Hem vefâtları dahi, oldu yine bu yerde.
O, dünyâya gelmeden, duyulmadan hiç adı,
Onun geleceğini, müjdeledi üstâdı.
Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî'ydi ki o zât,
Ondan saçılıyordu, dünyâya her füyûzât.
Ne zaman geçse idi, o, Kasr-ı Ârifân'dan,
Derdi: "Bana bir koku, geliyor ki buradan,
Zuhûr eder bu yerde, çok büyük bir evliyâ
Kararmış gönülleri, nûruyla eder ihyâ."
Gelince başka bir gün, bu bereketli yere,
Buyurdu ki: "O koku, fazlalaşmış bu kere.
Öyle zannederim ki, o, dünyâya gelmiştir,
Büyüyüp yetişince, İslâma kuvvet verir."
Böyle söylediğinde, hakîkaten o velî,
Henüz üç gün olmuştu, o dünyâya geleli.
Babası, kucağına, alarak bu oğlunu,
Bu büyük evliyâya, götürdü o gün onu.
O zât onu görünce, sevinip buldu huzur,
Buyurdu: "O dediğim, evliyâ işte budur.
Zaten ben, her ne zaman, geçseydim bu beldeden,
Alırdım kokusunu, bu büyük zâtın hemen.
Bu defâ gelirken de, bu koku geliyordu,
Hattâ biz yaklaştıkça, ziyâdeleşiyordu.
Düşündüm ki "Doğmuştur, dediğim o büyük zât,"
O koku, bu yavrudan, geliyor işte bizzât.
Size müjde olsun ki, işte o, bu bebektir,
Bu, ilerde çok büyük, bir zât olsa gerektir."
Daha sonra şefkatle, bağrına bastı onu,
Buyurdu: "Evlatlığa, kabûl ettik biz bunu."
Sonra Emîr Külâl'e, dedi: "Bu, benim oğlum,
Bunun yetişmesini, sana ısmarlıyorum."
Büyüyüp tâbi oldu, o da Emîr Külâl'e,
Ondan feyiz alarak, erişti tam kemâle.
O, henüz çocuk iken, evliyâlığa âit,
Alnında işâretler, görünürdü her vakit.
Annesi anlatır ki: "Bu oğlum
Behâeddîn,
"Kerâmet" sâhibiydi, dört yaşındayken hemin.
Evimizde bir inek, vardı yavrulayacak,
Doğurmasına daha, bir müddet vardı ancak.
Bir gün bana dedi ki, ineği göstererek;
"Beyaz başlı bir yavru, doğuracak bu inek."
Birkaç ay geçmişti ki, o günden îtibâren,
Beyaz başlı buzağı, doğurdu inek aynen."
İmâm-ı Buhârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hadîs-i şerîf âlimlerinin en büyüklerinden ve velîlerdendir.
Babası, seçilmiş kimselerden ve hadîs rivâyet ehlinden idi. Evliyânın
büyüklerinden Abdullah ibni Mübârek ile sohbet etmiş ilim ve feyz almıştı. Duâsı
kabûl olanlardandı. Hattâ birçok defâ; "Yâ Rabbî! Benim duâlarımı isteklerimi
kabûl etme, bir kısmını âhirete ayır karşılığını orada göreyim." derdi. Annesi
de duâsı kabûl olanlardan sâlihâ bir hanımdı. Buhârî, küçük iken babası vefât
etti. Onu annesi yetiştirdi. Annesi Buhârî ile kardeşini yetiştirme konusunda
oldukça titiz davrandı. Babalarından mirâs kalan serveti, onların tahsîli ve
terbiyesi için harcadı. Buhârî'nin küçük yaşta bir hastalıktan dolayı gözleri
görmez olmuştu. Annesi tedâvî ettirmeye çalıştı ise de, oğlunun körlüğü devâm
etti. Çocuğunun görmesi için, uzun zaman duâ etti. Bir gece rüyâsında İbrâhim
aleyhisselâmı görüp, duâ istedi. İbrâhim aleyhisselâm ona; "Üzülme, Allahü teâlâ
oğlunun gözlerini geri verecek." diye müjdeledi. Sabah olunca Buhârî'nin gözleri
tekrar görmeye başladı.
Buhârî küçük yaşta iken,
Buhâra'daki âlimlerden ilim öğrenmeye başladı. Kâbiliyet ve zekâsının üstünlüğü
ile dikkati çekiyordu. İlk tahsil yıllarında, hadîs ilmini öğrenmeye ilgi
duymaya başladı. Kendisine hadîs ilmini öğrenmeye nasıl başladığı sorulduğunda;
"Bu ilmi öğrenmeye kâtipler arasında kâtiplik yaparak başladım. On yaşına kadar
böyle devâm ettim." cevâbını vermiştir. On yaşından îtibâren gönlüne hadîs
ezberleme arzusu ilhâm edilince, hadîs âlimlerinin derslerine devâm etmeye
başladı. Henüz on beş yaşına girmeden, ezberinde yetmiş bin hadîs-i şerîf vardı.
Bu garip hâdiseyi duyanlar, hakîkaten bu kadar hadîs-i şerîfi ezberledin mi?"
diye sorduklarında, onlara; "Evet! Hattâ yetmiş binden daha fazladır. Ayrıca bu
hadîslerin kim tarafından rivâyet edildiğini, râvîlerin doğum ve ölüm
târihlerini de biliyorum." dedi.
Bu ilimde o kadar yükselmişti
ki, hocaları ile karşılıklı ilmî münâzaralarda bulunurlardı. Nitekim hocası
Dâhilî, bâzı hadîs rivâyetindeki eksikliklerini onun yardımıyla tamamladı.
Zekâsının keskinliği ve hâfızasının kuvveti ile etrâfındakilerin hayret ve
takdirini kazandı. On altı yaşına gelince, Abdullah ibni Mübârek ve Veki' bin
Cerrâh'ın yazdıkları hadîs kitaplarını ezberledi. Bu yaşta, büyük din
âlimlerinin yazılarını okuyup anlardı.
O zaman bilhassa hadîs ilmini
öğrenmek için, meşhûr hadîs âlimlerinin bulunduğu ilim merkezlerine gitmek, ilim
öğrenmek için önemli bir şart idi. Bu sebeple İmâm-ı Buhârî de on altı yaşından
îtibâren, ilim öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Pekçok ilim merkezine yaptığı
seyâhatleri kırk yaşına kadar devâm etti.
Kendisi anlatır: "On altı
yaşında iken Abdullah ibni Mübârek'in ve Veki' bin Cerrâh'ın kitaplarını
ezberledim. Fıkıh ilminde müctehidlerin, bildirdiklerini öğrendim. Sonra annem
ve kardeşim Ahmed'le birlikte hacca gittik. Hac farizasını yaptıktan sonra,
annemle kardeşim Buhâra'ya döndü. Ben Mekke'de kalıp, hadîs-i şerîf toplamaya
başladım. On sekiz yaşına girdiğimde, Sahâbe ve Tâbiînin fetvâlarını topladım.
Bu arada Medîne'ye gittim. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfi başında,
geceleri ay ışığında Târih-ül-Kebîr adlı eseri yazdım. Bu kitapta yazdığım ve
ismi geçen her zâtın, bende bir kıssası vardı. Kitabı uzatmamak için bunları
yazmadım." İmâm-ı Buhârî Mekke'de bulunduğu sırada Abdullah bin Zübeyr el-Hamidî'den
Şâfiî fıkhını öğrendi. Ayrıca Târih-i Kebîr'ini yazarken istifâde ettiği Sahâbe
ve Tâbiînin rivâyet ve fetvâlarını da bu sırada öğrendi.
Buhârî'nin gittiği ilim
merkezleri; Mekke, Medîne, Bağdât, Basra, Kûfe, Mısır, Nişâbûr, Belh, Merv,
Askalan, Dımeşk, Hums, Rey, Kayseriyye ve diğer yerlerdir. Gittiği yerlerde,
zamânın meşhûr hadîs âlimleriyle görüşüp, onlardan hadîs-i şerîf dinledi.
İşittiği hadîs-i şerîfleri yazdı ve ezberledi. O kadar kuvvetli zekâsı ve
hâfızası vardı ki, hadîs-i şerîfi bir kere işitince veya okuyunca hemen
ezberliyordu. Haşid bin İsmâil şöyle anlatır: "Buhârî, işittiklerini küçük
yaşına rağmen yazmıyordu, ama ezberliyordu. Basra'da bizimle berâber hadîs
âlimlerini dolaşırdı, biz yazardık, fakat o yazmazdı. Biz ona yazmamasının
sebebini sorar dururduk. Aradan on altı gün geçmişti ki bize; "Yazdıklarınızı
getirip gösterin bakalım." dedi. Ona yazdıklarımızı getirdik. O da bize, on beş
binden fazla hadîs-i şerîfin hepsini ezberden okuyuverdi. Sonra şöyle dedi:
"Görüyorsunuz ki boşuna gelip, günlerimi heder etmemişim!" O zaman hadîs ilminde
hiç kimsenin onu geçemeyeceğini anladık."
Süleymân bin Mücâhid şöyle
anlatır: "Bir gün Süleymân bin Selâm Bikendî'nin yanına gitmiştim. Yanına varır
varmaz: "Biraz önce gelseydin, yetmiş bin hadîs-i şerîf ezberlemiş olan bir
çocuk görecektin." dedi. Bu söz üzerine çok merak edip dışarı çıktım. Bir
çocukla karşılaştım. Bahsedilen çocuk budur diye düşünerek; "Yetmiş bin hadîs-i
şerîfi ezberleyen sen misin?" dedim. "Evet efendim, daha da fazlasını ve
Sahâbeden, Tâbiînden olup da, rivâyet ettiği hadîs-i şerîf ezberlediğim
râvilerin, doğum ve vefât târihlerini, yaşadıkları yerleri biliyorum..." dedi.
İmâm-ı Buhârî hazretleri,
hadîs-i şerîflerin râvilerini çok inceler, dînin emirlerine uymayan, edeplerini
gözetmeyen, ahlâkında kusur bulunan kimselerin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri
almazdı. Hadîs-i şerîfin metnini ezberlediği gibi, o hadîs-i şerîfi rivâyet eden
zâtların künyesini, doğum-ölüm târihlerini, ahlâkını, yaşayışını, kimden
rivâyette bulunduğunu, o râviden başka kimlerin hadîs-i şerîf aldığını hep
öğrenir, ezberlerdi. Bir kimse hadîs rivâyetinde ve râvilerin senedinde hatâya
düşse, hemen İmâm-ı Buhârî hazretlerini bulur, doğrusunu ondan öğrenirdi.
Buhârî'den hadîs-i şerîf
işitip, rivâyet edenlerin sayısı doksan binden fazladır. Gittiği yerlerde,
etrâfı hadîs-i şerîf almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup taşardı. Nişâbûr'a
gittiğinde kendisini dört bin kişi karşılamıştı.
Hadîs ilminde çok yüksek bir
dereceye yükselen Buhârî, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi senetleriyle
birlikte ezberledi. Bu sebeple kendisine Hadîs imâmı adı verildi ve İmâm-ı
Buhârî adıyla meşhur oldu.
İmâm-ı Buhârî'nin ibâdetteki
huşû ve ihlâsı, çok fazla idi. Bir defâ namaz kılarken arılar kendisini tam on
yedi defâ soktuğu halde namazını bozmadı. Çünkü onların soktuğunu duymuyordu.
İmâm-ı Buhârî'ye babasından
çok mal, para kalmıştı. Herkese iyilik ederdi. Çok cömerd idi. Mürüvvet,
başkalarına iyilik yapan; verâ, haram ve şüphelilerden sakınan ve ihtiyat sâhibi
idi. Fakirlere çok sadaka verir, talebelerinin ihtiyaçlarını kendisi karşılardı.
Kendisi çok az yer, günde iki-üç bâdem ile iktifâ ederdi. Dört sene hiç yemek
yemeyip, sâdece ekmek ile idâre etti. Bir zaman hastalandı. Doktorlar; "Bu
hastalık, sâdece kuru ekmek yemekden meydana gelmiştir." dediler. Bundan sonra
bir bardak su ve ekmek ile idâre etti. Babası; "Malıma, bir dirhem haram ve
şüpheli malın karıştığını bilmiyorum." dediği için, helâl mal olarak bildiği,
yalnız babasının malından yerdi.
İmâm-ı Buhârî hazretleri,
bayram günleri hâriç bütün yılını oruçla geçirirdi. Şüphelilerden dâimâ kaçardı.
Gıybetten çok korkardı. Sebebi soruldukta; "İsterim ki Rabbime kavuştuğumda hiç
gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey için kimse beni aramasın." dedi. Gecenin
ilk saatlerinde biraz uyur, sonra kalkar ilim ve ibâdetle meşgûl olurdu. Üç
günde bir hatim ederdi. Sonra duâsını yapıp; "Her hatim sonunda yapılan duâ
makbûldür." buyururdu. Ramazân-ı şerîf gecelerinde arkadaşlarına namaz kıldırır,
her kıldırdığında Kur'ân-ı kerîmin üçte birini okurdu.
İmâm-ı Buhârî Bağdât'a
geldiğinde, buradaki hadîs âlimlerinden çoğu toplanıp, İmâm-ı Buhârî'yi imtihân
etmek istediler. Yüz tâne hadîs-i şerîfin metin (Peygamber efendimizin mübârek
sözleri) ve sened (bir hadîs-i şerîfi nakleden zâtların isim silsilesi)
kısımlarının yerlerini değiştirdiler. Bu şekilde değiştirdikleri hadîs-i
şerîflerden, bir kişiye on hadîs-i şerîf vererek, on kişiyi İmâm-ı Buhârî'ye
gönderdiler. Bu kimseler, İmâm-ı Buhârî'nin bulunduğu meclise gelip, herbirisi
yanlarında bulunan hadîs-i şerîfleri okuyup; "Bu hadîs-i şerîfi biliyor
musunuz?" diye sordular. İmâm-ı Buhârî "Bu söylediğiniz şekilde bir hadîs-i
şerîf bilmiyorum." dedi. On kişi, onar hadîs-i şerîfi okuyup bitirdikleri zaman,
İmâm-ı Buhârî birinci kimseye dönüp; "Senin okuduğun birinci hadîs-i şerîfin
metni böyle, isnâdı da şöyledir diyerek, onların okudukları sıra ile birden yüze
kadar hadîs-i şerîfleri, sened ve metinlerini doğru olarak okudu. Bunun üzerine
oradakilerin hepsi, Muhammed Buhârî'nin hâfızasının kuvvetliliğini, hadîs
ilmindeki yüksekliğini anlayıp kabûl ettiler.
İmâm-ı Buhârî bu ilmî
üstünlüğü ile çok kıymetli eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şöyledir: 1)
Câmi-us-Sahîh: En büyük ve en meşhur eseridir. Sahîh-i Buhârî ismiyle tanındı.
Hadîs-i şerîfleri toplayan en kıymetli kitabıdır. İmâm-ı Buhârî hazretleri bu
eserine Sahîh denilmesinin sebebini şöyle anlatır: "Rüyâda Peygamber efendimizi
gördüm. Karşılarında oturuyordum ve elimde bulunan yelpazeyi sallayıp, mübârek
vücûdunu serinletiyor, mübârek yüzüne yaklaşmak istiyen sinekleri
uzaklaştırıyordum. Büyük zâtlar bu rüyâmı; "Sen, Peygamberimiz aleyhisselâmın
hadîs-i şerîflerini, O'nun sözü imiş gibi uydurulan yalanlardan ayırırsın."
şeklinde açıkladılar. Bundan sonra, çok uğraşarak, sahîh hadîsleri topladım ve
bu şekilde meydana gelen eserin ismi Sahîh oldu."
İmâm-ı Buhârî hazretleri bu
eserini Mescid-i Harâm'da yazdı. Her bir hadîs-i şerîfi yazmadan önce
istihâreye, işin hayırlı olup olmayacağını anlamak için abdest alıp iki rekat
namaz kıldıktan sonra doğru rüyâ görmek ile hakîkatı öğrenmek üzere uykuya
yattı. İmâm-ı Buhârî zemzem suyu ile gusledip Kâbe'de, Makâm-ı İbrahîmin
gerisinde iki rekat namaz kılıp, koyduğu sağlam usüllere göre sahîh olduğu kesin
belli olan hadîs-i şerîfleri yazdı. Bu kitabı müsveddeden temize çekme işini de,
Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi ile minberi arasında "Ravda-i
Mutahhera"da yaptı. Bu eserini nasıl yazdığını kendisi şöyle anlatır:
"Câmi-us-Sahîh kitabını, altı yüz bin hadîs-i şerîf arasından seçtim. Her
hadîs-i şerîfi kitaba koymadan önce gusledip, iki rekat namaz kılıp, istihâreye
yattım. Ondan sonra hadîs-i şerîfi kitaba koydum. Bunları yapmadan hiçbir hadîsi
yazmadım. Bunu on altı yılda tamamladım. Bu kitapta sahîh hadîsleri bildirdim.
Bununla berâber almadığım, yâni bu kitapta olmayan hadîsler bunlardan çok
fazladır."
İmâm-ı Buhârî ömrünün son
yıllarında, Nişâbûr'a döndüğünde, ilimdeki üstünlüğünü bilenler etrafında
toplanmıştı. İlim meclisine devâm edenlerin çokluğu ve gördüğü îtibar, bâzı
kimselerin kıskanmasına ve iyi olmayan tutum içine girmelerine yol açtı. Bundan
dolayı Nişâbûr'dan ayrılıp, Buhâra'ya gitti. Buhâra'ya varınca vâli Hâlid bin
Ahmed, İmâm-ı Buhârî'ye haber gönderip, eserlerini alıp, yanına gelmesini,
onları bizzat kendisinden dinlemek istediğini bildirdi. Ayrıca kendi çocukları
için husûsî hadîs-i şerîf dersi vermesini istedi. Bunun üzerine İmâm-ı Buhârî;
"Ben ilmi, emîrin kapısına götürüp zelîl etmem. Eğer ilmi istiyorsan, mescidde,
yâhut evimdeki ilim meclisinde hazır bulun. Bu sözümü kabûl etmezsen, beni
kürsüde ders vermekten men et de Allah katında mâzur olayım. Halbuki ben,
Peygamber efendimizin; "Her kime bir ilimden sorulur, o da onu gizlerse, kıyâmet
günü ateşten bir gem vurulur." hadîs-i şerîfi gereğince, ilmi gizleyemem." dedi.
Çocukları için husûsi ders vermesini istemesine karşı da:
"Ben, bir kısım kimseleri
hadîs-i şerîf dersinden men edip, birkaç kişiye ders veremem." dedi. Bunun
üzerine vâli, İmâm'ın Buhârâ'dan çıkması emrini verdi. İmâm-ı Buhârî, vâliyi
Allahü teâlâya havâle edip, Buhâra'dan çıktı. Aradan bir ay geçmeden bu vâli
görevinden alındı. Bir merkebe bindirilip, şehri dolaştırıldı ve "Kötü işler
yapanın sonu işte budur." diye bağırılması emri geldi. Vâlinin sözlerine uyarak,
İmâm-ı Buhârî'ye çeşitli ezâ ve cefâlarda bulunan kimselerin de her birine,
insanların ders ve ibret alacakları çeşitli belâlar isâbet etti.
İmâm-ı Buhârî hazretlerinin
Buhâra'dan çıkış haberi üzerine, Semerkantlılar kendisini dâvet ettiler.
Giderken yolda Semerkantlı bir topluluğun kendisini isteyip, bir kısmının
istemediği haberini alınca, Hartenk'de akrabâlarının yanında kaldı. İnsanların
bu hâlinden kalbi daraldı ve canı sıkıldı. Teheccüd namazından sonra ellerini
açıp, "Yâ Rabbî! Yeryüzü bu genişlikle bana dar oldu. Beni tarafına al!" diye
duâ etti. O ay, orada hastalandı ve Ramazan bayramı gecesi vefât etti. |
|