EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Ruh bilgilerinin, tasavvuf
ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ilk bilgileri babasının yanında öğrendi.
Sonra Başkale'de ibtidâî ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve
irfan merkezi olan Irak'ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek
âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve
tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı.
Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu
rüyâyı şöyle anlatmaktadır:
Nehrî isimli kasabada din ve
fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek
üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim
zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü
gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve
celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş
sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top
sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar
hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz
zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir
kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün
heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak
bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım,
şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını
anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına
rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir
buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı
vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi
arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir
sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din
bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle
çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca
din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının
tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye
sordum şu cevâbı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en
zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok
yükseleceğine işârettir.
Bu rüyâdan sonra, on sene
müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi
hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap
üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle
çalıştım.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî
yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü
teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in
terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.
Nihâyet Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî hazretleri H.1295 yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna
kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihârede şöyle
bir rüyâ gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri,
câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini
soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de
imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde
yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan
seccâdeye bırakıyordu.
Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl
edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri
idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise
âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire
muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi,
1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye gelip Peygamber
efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli
eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam
namazından sonra, yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet
içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip
yavaşça:
"Refikam, şu anda özür
sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek
Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde
var mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakîm hazretleri
o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer
Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü şahıs da bu
şahıstı. Yavaşça:
"Bu suâlin cevâbına mezun
olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi
Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu
bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve
hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.
Şeyh Abdülhakîm Efendi
1907'deki haccı sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek iltifatlarına
mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum hazretleri
kendisine:
"Mürşidin Seyyid Fehîm
hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî
tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek
yolundan da icâzet verdim." buyurdular.
Seyyid Abdülhakîm Efendinin
ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar başgöstermeye
başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri İran
tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri
silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o
mübârek zât şöyle nakletmektedir:
Hızla silâhlanan Ermeniler,
Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de
tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı
sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka
çare bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri
alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe
yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir
saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve
çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi
tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret
yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele
geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri
görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir
dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir
derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin
nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum
taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana
gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni
fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve
kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar
takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi
açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde
hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.
Bizimle beraber yirmi dokuz
köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne
geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi
Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi
harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü
Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara
toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9
erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında
toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur
Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o
vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve
selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.
Burada on sekiz ay kadar
oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde
kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı
olsun.
Devamlı olarak, Bağdat'ta
Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını
vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek
şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra
nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın
yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn
ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı
Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise
1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti
(İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri
Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı
Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada
toplamaya muvaffak oldum. İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik.
Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği,
imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da Sultan
Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs
profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve
hem de üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya
ve sindirmeye başladı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi din
bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite
mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya
gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya
lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini
kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben
dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında
hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve; "Bizler o büyüklerin
yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki
kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Sultan Vahideddîn Han
kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm
Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgâl altında
bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa
Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir
bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana
selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik.
İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib
geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle
çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu'daki
mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara
katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok
kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.
Bir defâsında da Sultan
Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret
edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet
adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören
Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin
bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu.
Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı.
Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir
deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini
bekleyip yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ
Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce
ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona
ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler
ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane
verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri
siyâsete hiç karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı.
Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil,
boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı." demiştir.
Bu muazzam görüş, o günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh tipine âit teşhislerin
en güzelidir.
Kânunlara uymakta çok titiz
davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakîm Efendinin yemesi,
içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslâmiyete
ve Resûlullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini
bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi.
Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt
üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine
yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli
istikâmet üzere idi. "İstikâmet yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere
olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.
BÜTÜN BUNLARA RAĞMEN
Sevdiklerinden biri, bir gün huzûrlarına,
Gelerek şu şekilde, bir suâl sordu ona:
"Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî mi yüksektir,
İmâm-ı Rabbânî mi, merak eder bu fakîr?"
Abdülhakîm Efendi, cevâben o kimseye,
Başladı Abdülkâdir Geylânî'yi övmeye.
Buyurdu: "Gavsül âzam, idi ki bu büyük zât,
Ânında yetişirdi, istese her kim imdât.
Öyle çok kerâmeti, vardı ki onun hattâ,
Duâsıyle ölüyü, döndürürdü hayâta.
Kendi zamânındaki, bilcümle evliyânın,
Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zâtın.
Ve kıyâmete kadar, her Velî'ye feyiz, nûr,
Onun vâsıtasıyle, erişir, vâsıl olur.
Mübârek cemâlini, görseydi biri elhak,
Allahü teâlâyı, hâtırlardı muhakkak.
Dört yüz kişi yazardı, vâzını muntazaman,
Birbirinin sırtında, yazarlardı çok zaman."
Böylece bu Velî'den, bahsedip uzun uzun,
Çok kerâmetlerini, anlattı önce onun.
Sonunda buyurdu ki: "Bütün bunlara rağmen,
İmâm-ı Rabbânî'nin âşıkıyım ama ben." |