CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİLİK – HANIMLAR

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tebe-i tâbiînin büyüklerindendir. Babası ile ilgili bir menkibe

şöyledir.

Merv şehri kâdısının bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, makam ve mevkı sâhibi kimseler bu kızı isteyince hiç birine vermedi. Bu zâtın Mübârek  adlı, bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı. Aradan iki ay geçmiş meyveler olgunlaşmış bolluk bereket gelmişti. Efendisi, Mübârek'ten üzüm isteyince, toplayıp geldi. Getirdiği üzüm çok güzel olmasına rağmen henüz olmamıştı, başka üzüm istedi. O da ekşi çıktı. Efendisi; "Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm getiriyorsun?" demekten kendini alamadı. Mübârek; "Efendim! Ekşisini tatlısını bilmiyorum!" diye cevap verdi. Bağ sâhibi; "Sübhanallah iki aydır bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyorsun." diye çıkıştı. Mübârek onları yemekle değil korumakla vazîfeli olduğunu biliyordu. Efendisi; "Niçin onlardan yemedin?" deyince; "Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını istediniz. Yeyiniz demeyince alıp yemem uygun olur mu, emrinize karşı gelebilir miyim?" cevâbını verdi.

Efendisi böyle bir hâdiseyle ilk defâ karşılaşmıştı. Mübârek'in bu hâline hayran kaldı. Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten onu ve hâlini çok sevmişti. Kölesine dönerek; "Sana bir şey soracağım." diye söze başladı. Sonra; "Benim bir kızım var, malı makamı yüksek pekçok kimse onu ister. Hangisine vereceğimi ne yapacağımı bilemiyorum. Bu hususda bir fikrin olur mu? Sen ne dersin?" diye sordu. Mübârek, bu söze karşı şöyle dedi:

"Efendim!.. İnsanlar, dâmâd için; câhiliyye devrinde soya sopa; yahûdîler ve hıristiyanlar güzelliğe, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında dindârlığa, Allahü teâlâdan korkup, haramlardan sakınmaya bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve makama bakılıyor. Artık bunlardan dilediğini seç."

Bunun üzerine efendisi: "Ben dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kızımı seninle evlendirmek istiyorum. Çünkü sende haramlardan kaçma, dînine bağlılık, iyi hal, emânet ve güvenilirlik gördüm ve bunları sende buldum." dedi.

O ise kendisinin köle olduğunu, parayla satıldığını, böyle olunca evlenmelerinin garib karşılanacağını, hem kızın buna râzı olmayacağını bir bir anlattı. Akıl da öyle diyordu. Ancak kâdı kararlı idi. "Kalk eve gidelim." dedi. Eve varınca hanımına; "Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı; "Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım." cevabını verdi. Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince, kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın râzı olduğunu babasına anlatınca nikahları kıyıldı. Fakat Mübârek, kızın yanına gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle ile anne durumdan haberdâr olunca dayanamadı; "Kızımızı kölene verdin, aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde bulundu. Bunun üzerine kâdı; "Ey Mübârek! Kızıma nâz mı ediyorsun? Niçin yanına gitmiyorsun?" demekten kendini alamadı.

Buna karşılık dâmâd: "Ey müslümanların kâdısı! Ey efendim! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize nâz etmek ne haddime. Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamâna kadar bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlâd verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur." dedi.

Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve helâle bu derece dikkat ettiği için Allahü teâlâ ona Abdullah isminde bir çocuk verdi.

Kuzey Afrika'da yetişmiş fıkıh âlimlerinden ve evliyâdan Arabî Feştâlî el-Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin Râdiye isminde bir kız kardeşi vardı. Bu kız kardeşi zengin ve varlıklı bir kimse olan Alâl el-Kımârişî ile evliydi. Kız kardeşinin bu kocasından Fâriha isminde bir kız çocuğu vardı. Bir müddet sonra Alâl el-Kımârişî vefât etti. Arabî Feştâlî onun vefâtından sonra kız kardeşini başka bir kimseyle evlendirdi. Yeğeni olan Fâriha'yı da yanına alıp yetiştirdi ve terbiye etti. Fâriha evlenme çağına geldiği sıralardaydı. Arabî Feştâlî bir gün talebelerine ders verdi. Ders bittikten sonra, talebelerinden Ebû Mesûd'a dönerek; "Seni kızkardeşimin kızıyla evlendirmek istiyorum." buyurdu. Ebû Mesûd; "Eğer sen onu bana verirsen ben de kabûl ederim." dedi. Arabî Feştâlî, Ebû Mesûd'un bu sözü üzerine; "Eğer sen yeğenimle evlenirsen her türlü çeyizini ben vereceğim ve evinizin her ihtiyâcını karşılayacağım." buyurdu. Bu işe Ebû Mesûd'un babası da çok sevindi. Nihâyet onları nikahlayıp evlendirdi. Gerek evlenme sırasındaki gerekse evlendikten sonraki masraflarını Arabî Feştâlî karşıladı. Bu evlilikten Abdülazîz isminde bir oğlan çocuğu dünyâya geldi.

Derin âlim ve kerâmet ehli bir velî olan Arabî Feştâlî yeğeninin Abdülazîz isminde bir oğlunun dünyâya geleceğini Allahü teâlânın bildirmesiyle kerâmet olarak önceden haber verdi. Bir gün yeğeni Fâriha Hanıma buyurdu ki; "Sizin Abdülazîz isminde bir oğlunuz dünyâya gelecek, onun şânı yüce olup, büyük bir velî olacak. Çünkü bir gece rüyâmda Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. Bana; "Senin yeğeninin, büyük velî olacak bir çocuğu dünyâya gelecek." buyurdu. Ben; "Yâ Resûlallah onun babası kimdir?" diye sordum. Resûlullah efendimiz; "Onun babası Ebû Mesûd ed-Debbağ'dır." buyurdu. Arabî Feştâlî'nin yeğenini Ebû Mesûd ile evlendirmek isteyişinin sebebi bu rüyâ idi.

Arabî Feştâlî, yeğeninin Abdülazîz ismindeki çocuğunun doğumunu görmeyi çok isterdi. Fakat, meydana gelen bir vebâ salgınında hastalandı. Vefât edeceği sırada talebesi Ebû Mes'ûd'a haber gönderip yanına getirtti. Ebû Mesûd'a buyurdu ki; "Zevcen nerededir? Onu da benim yanıma getir." Ebû Mesûd zevcesiyle birlikte Arabî Feştâlî'nin yanına geldi. İkisine birden hitâb ederek ve yanındaki emânetlere işâret ederek; "Bunlar, Allahü teâlânın size emânetidir. Sizin Abdülazîz isminde bir oğlunuz dünyâya geldiği zaman bu emânetleri ona veriniz." buyurdu. Bir sarık, bir nalin, bir de kitab emânet bıraktı. Bu emânetleri yeğeni aldıktan sonra, helalleşti ve H.1090 da vefât etti.

Bu emânetleri, Fâriha Hanım yanında muhâfaza edip sakladı. Bir müddet sonra Abdülazîz dünyâya geldi. Büyüdükten sonra bir Ramazân-ı şerîf ayında oğlunu yanına çağırdı ve emânetleri ona teslim etti. Dayısı Arabî Feştâlî'nin üstünlük ve fazîletlerini anlattı. Abdülazîz, sarığı başına sardıktan ve nalini ayağına giydikten sonra vücudunda bir ateşlenme meydana geldi. O derece oldu ki gözlerinden yaş geldi. Bu hâlin Arabî Feştâlî hazretlerinin bıraktığı emânetler sebebiyle olduğunu anladı.

Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin babası Sâbit hazretleri, daha bekar iken temiz ahlâklı, takvâ ve verâ sâhibiydi. Zühdü, salahı ve ilmi pekçoktu. Yüzünde bir nur vardı. Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Elmayı alıp, abdestten sonra elinde olmayarak dişledi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Kendi kendine; "Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep ısırdığım elma olmalı." dedi ve buna pişman oldu. Elma sâhibini bulup helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu. Ağacın sâhibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğrendi. Oradakiler; "Çok cömert ve ihsân sâhibidir. Elma ağacındaki bütün elmaları alsan, alma demez. Bir tane elmadan ne çıkar." dediler. Sâbit aramalardan sonra, bahçenin sâhibini buldu ve; "Ya elmanın parasını al, yahut helâl et." dedi. Bahçe sâhibi onun haramlardan ve şüphelilerden sakınma husûsundaki gayretini görüp, hareketinin doğru olup olmadığını kontrol etmek istedi. Sâbit'e; "Helâl etmem için ne vereceksin?" diye sordu. Sâbit; "Altın istersen altın, gümüş istersen gümüş." dedi. Bahçe sâhibi; "Ben altın, gümüş istemem. Kıyâmet gününde senden dâvâcı olmamamı istiyorsan, bir teklifim var. Onu kabûl edersen hakkımı helâl ederim." dedi. Sâbit; "Teklifin nedir?" diye sordu. Bahçe sâhibi; "Benim bir kızım var; gözleri görmez, kulakları duymaz, dili söylemez, ayakları yürümez. Bunu sana nikâh etmek istiyorum. Kabûl edersen elmayı sana helâl ederim. Yoksa, yarın kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda seni mahcûb ederim." dedi. Sâbit kendi kendine; "Ey dîninde sâbit olan Sâbit! Kıyâmette tehlike ve sıkıntılara mâruz kalmaktansa buna dünyâda katlanmak daha iyidir." deyip kabûl etti. Bahçe sâhibi, teklifinin kabûl edildiğini görünce, böyle bir kimseye kızını vereceği için çok sevindi. Nikâhı yapıldı. Gece olunca Sâbit üzüntü ile nikâhlısının bulunduğu odaya girdi. Orada, gâyet süslü, güzel, sağlam, görür, işitir, konuşur, yürür bir hanımla karşılaştı. Hanım efendi kalkıp Sâbit'i karşıladı. Saygı dolu ifâdelerle konuştu. Sâbit kendi kendine; "Yâ Rabbî! Bu ne iştir. Hayal mi yoksa rüyâ mı?" dedi. Hanımın kendi nikâhlısı olduğundan şüphelenip odadan geri çıkmak istedi. Hanımı; "Niye çıkıyorsun ey Allahü teâlânın sevgili kulu? Senin helâlin benim!" dedi. Sâbit ona; "Baban seni bana kötüledi. Kördür, sağırdır, dilsizdir, kötürümdür." diye târif etti. Sen ise ne güzel yürüyorsun ve ne iyi konuşuyorsun. Niçin böyle söyledi. Şaştım doğrusu. Muhakkak bunda bir hikmet vardır." dedi. Nikâhlısı kız; "Bu bir sırdır, izin ver açıklayayım. Babamın sözünde yalan yoktur. Dînini kayıran ve seven bir insandır. Seneler oluyor bu evden dışarı çıkmış değilim. Şimdiye kadar hiçbir yabancı, yüzümü görmedi. Ben de bir yabancı yüz görmedim. Bu sebeple gözlerim harama kördür. Kulağım bir yabancı sözü duymamış ve günâh işlememiştir. Bunun için günâha karşı sağırdır. Ayaklarım günah yerlerine gitmez, bunun için kötürümüm. Dilimden hiç kötü söz, günâha sebeb olan bir kelime çıkmadı. Onun için dilsizim. Babamın sözlerindeki hikmet budur." dedi.

Bu sözleri duyan Sâbit bin Zûtâ Allahü teâlâya şükretti ve; "Yâ Rabbî! Sen her şeye gücü yetensin." dedi. Haramlardan ve şüphelilerden sakınma ve iffet esasları üzerine kurulan bu evlilikten; ilim, irfân ve takvâ sâhibi olacak olan Nûmân isminde bir çocuk dünyâya geldi.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf bin Muhammed Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dayısı Hâce Muhammed hazretleri, altmış beş yaşlarındaydı. Hiç evlenmemişti. Müttekî, sâlihâ bir kız kardeşi vardı. Ağabeyine hizmet ederdi. Eliyle iplik eğirip satar ve ağabeyinin ihtiyaçlarına sarfederdi. Allahü teâlâya ibâdet ve ağabeyine hizmetle meşgûl olduğundan, evlenmedi. Hâce Muhammed hazretleri, rüyâsında babası Ebû Ahmed’i gördü. Babası kendisine; “Şaflan vilâyetinde, Muhammed bin Sem’ân adında bir kimse vardır. İlim tahsil etmiştir. Günlerini doğruluk ile geçirmektedir. Kız kardeşini onunla nikâhla.” dedi. Hâce Muhammed bu durumu kız kardeşine ve Muhammed bin Sem’ân’a bildirdi. İkisini evlendirdi. Çeşt’te yerleştiler. Bu evlilikten Hâce Yûsuf bin Muhammed bin Sem’ân-i Çeştî doğdu. Hâce Muhammed hazretleri de, altmış beş yaşından sonra evlendi. Fakat çocuğu olmadı. Yeğeni Hâce Yûsuf’u evlâd edinip, terbiye etti. Onun büyükler yolunda çok yüksek makam ve derecelere kavuşmasına sebeb oldu. Kendisinden sonra halîfesi oldu.

Yûsuf bin Muhammed bin Sem’ân hazretleri, Allahü teâlânın aşkıyla yanar, sekr yâni, kendinden geçmiş hâlde bulunurdu. Bâzan, hizmetçi abdest için eline su dökerken kendinden geçer, bir zaman öylece kalırdı. Kendine gelince abdeste devâm ederdi.

Hâce Yûsuf-i Çeştî hazretleri, hocasının vefâtından sonra bir ara Herat’a gitti. Geri dönüp gelirken Keng isimli bir yerde, gönül ehli dervişlerden birinin evinde misâfir oldu. Bu evin sâhibinin, hayâ ve iffet sâhibi çok güzel bir kızı vardı. Kız o gece rüyâsında bedir hâlindeki ayın gökten kucağına inip; “Ben, Allahü teâlâdan seni istedim. Sen benim nikâhlımsın.” dediğini gördü. Sabah olunca kız, rüyâsını babasına anlattı. Babası rüyânın tâbirini evlerinde misâfir bulunan Hâce Yûsuf’tan sormak üzere yanına vardı. Daha bir şey söylemeden Hâce Yûsuf; “Kızınızın gördüğü o rüyâdan haberim var. Ay’ın o hâli benim. Kızınızın iffetini, edeb ve hayâsının fazla olduğunu duyduğum için, onunla evlenmeyi Allahü teâlâdan niyâz etmiştim.” buyurdu. Ev sâhibi bu duruma çok sevinip, kerîmesini Hâce’ye nikâh etti. Bu evlilikten Hâce Kutbüddîn Mevdûd-i Çeştî ve Hâce Nâsırüddîn Ebü’l-Feth doğdu.

Türkistan'ın büyük velîlerinden Zengî Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) uzun yıllar dede ve babasından zâhir ve bâtın ilimlerini öğrendi. Ahmed Yesevî hazretlerinin halîfelerinden Hakîm Atâ’nın hizmetine girdi. Onun yüksek ilim ve feyzinden istifâde etti. Taşkent’te ikâmet eder, Taşkent halkının hayvanlarına çobanlık yapardı. Hocası Hakîm Atâ, H.582 yılında vefât edip, Harezm’de Akkurgan’a (Bağırgan’a) defnedildi. Onun en meşhûr halîfesi olan Zengî Atâ, Hakîm Atâ’nın hanımı Anber Ana ile evlendi. Hâdise şöyle oldu:

Hakîm Atâ biraz esmerceydi. Birgün Anber Ana’nın kalbinden; “Keşke kocam siyah olmasaydı.” şeklinde bir düşünce geçti. Hakîm Atâ, onun bu düşüncesini Allahü teâlânın izniyle anlayıp; “Sen beni beğenmiyorsun ama, benden sonra dişinden başka beyaz yeri olmayan bir karaya düşeceksin!” dedi. Anber Ana, bu düşüncesine çok ağlayıp tövbe ettiyse de, Allahü teâlânın o sevgili kulu dilek dilemiş, iş işten geçmişti. Hakîm Atâ vefâtına yakın, Harezm’de ilim tahsîl etmekte olan oğulları Muhammed Hoca ile Asgar Hoca’yı çağırttı. Onlara; “Ölümümden sonra gün doğusundan kırk ebdâl gelecek, içlerinde gözü zayıf ve ayağı aksak bir kara ebdâl vardır. İddeti bitince, ananızı onunla evlendirirsiniz.” dedi. Gerçekten vefâtından bir müddet sonra, bahsedilen kırk mübârek kimse geldi. İçlerinden biri arkada kalmıştı. Târiflere uygun olan o mübârek kimse Zengî Atâ idi. Zengî Atâ, aslında Taşkent taraflarında çobanlıkla meşgûl olurdu. Kalın dudaklı, dişlerinden başka beyazı olmayan, oldukça esmer biriydi. Anber Ana’nın iddet müddeti (kocası ölen veya kocasından boşanmış olan kadının, ikinci bir nikâh akdinden önce, dînimizce beklemesi gereken zaman) bitince, bir yakınını gönderip nikâh taleb etti. Anber Ana kabûl etmeyip; “Ben Hakîm Atâ’dan sonra kimseye varmam. Hele böyle siyah bir kimseye!” deyip reddetti. Bu esnâda boynu tutuldu. Yüzünü çeviremez oldu. Çok sıkıntı çekti. Zengî Atâ’ya durum haber verildi. Zengî Atâ adam gönderip; “Bilmez misin ki, bir gün hatırından; “Keşke Hakîm Atâ esmer olmasaydı.” düşüncesi geçmişti de, Hakîm Atâ kerâmetle bunu bilip; “Yakında benden siyaha eş olursun.” demişti.” dedi. Anber Ana, takdîrin böyle olduğunu anlayıp, ağlayarak nikâha rızâ gösterdi. Nikâha râzı olur olmaz da, boynu eski hâline döndü. Zengî Atâ ile evlendiler. Çocukları oldu. Soylarından sâlih kimseler, velîler ve âlimler yetişti.

En büyük velîlerden ve on iki İmâmın beşincisi  Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak büyük zâtlardan birisi şöyle anlatıyor: İbn-i Ukâşe-i Esedi rahmetullahi aleyh, İmâm-ı Bâkır'n yanına geldi. İmâm-ı Câfer-i Sâdık da oradaydı. İbn-i Ukâşe; "Câfer'in evlenme vakti geldi." dedi. Hazret-i İmâm bunun üzerine; "Yakında bir yerden esir satıcısı gelecek ve falan yerde konaklayacaklardır." buyurdu. İbn-i Ukâşe'ye, ağzı mühürlü bir kese altın verdi ve; "O esir satıcısı gelmiştir, bununla ondan bir câriye satın alın." buyurdu. İbn-i Ukâşe esir satıcısının yanına gitti. Esir satıcısı, bütün câriyeleri sattığını, sadece iki tâne kaldığını söyledi. İbn-i Ukâşe; "Bir tanesini alalım." dedi. Câriyeyi çıkardılar. Esir satıcısına; "Kaça satacaksın?" diye sordular. O da "Yetmiş altın karşılığı." dedi. "Biraz ikrâm et." dediler. Esir satıcısı: "Bir kuruş ikrâm etmem." deyince, İbn-i Ukâşe; "Bu kesede kaç altın varsa kabûl et!" dedi.

Satıcı; "Noksan olursa kabûl etmem." diye cevap verdi. O sırada orada bulunan ak sakallı, yaşlı bir zât; "Altınları sayın." dedi. Altınları saydılar. Tam yetmiş altın idi. Câriyeyi alıp, İmâm-ı Bâkır'ın huzûruna getirdiler. Câfer-i Sâdık da oradaydı. İmâm-ı Bâkır, o hanıma; "Bekâr mısın, dul musun?" buyurdu. O; "Bekârım" dedi. İmâm-ı Bâkır; "Bir câriye esir satıcısının elinden, nasıl olur da bekâr olarak kurtulur?" diye sordu. O hanım; "Esir satıcısı ne zaman yanıma gelse, ak sakallı, yaşlı bir zât gelip ona kuvvetli bir tokat vurur, yanımdan uzaklaştırırdı." Bundan sonra bu hanımla, Câfer-i Sâdık nikâhlandı. Bu temiz hanımdan, oniki imâmın yedincisi İmâm-ı Mûsâ Kâzım doğdu.

Büyük velîlerden  Şâh Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin bir kızı vardı. Kirman vâlileri ona tâlibdi. Şâh onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitirinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip: “Ey genç, evli misin?” diye sordu. Genç; “Hayır.” deyince, ona; “Kur’ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç dirhemden başka hiç bir şeyim yok.” dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al.” dedi. Şâh Şücâ kızını o genç ile evlendirdi. Kızı, o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek parçası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca, genç; “Senin nasibindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım.” dedi. Şâh’ın kızı babasının evine doğru gitmeye başlayınca, genç; “Ah! Ben Şâh’ın kızının, benim yanımda durmayacağını bilmiştim.” dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum, îmânının zayıflığı için gidiyorum. Sen akşamdan, sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama şaşıyorum, bunca senedir yanındayım, bana seni haramlardan kaçan, dünyâyı hiç düşünmeyen birine vereceğim derdi. Bugün öyle birine verdi ki, Rabbine îtimâd etmiyor, rahat içinde bulunmuyor. Bu evde ya ben kalırım, ya bu ekmek. Sen karar ver.” dedi. Genç ekmeği bir fakire verdi. Şâh’ın kızı geri döndü ve onunla mesûd olarak yaşadı.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine sâlihâ kadından süâl edilince, buyurdular ki: "Beş vakit namazını kılan, efendisine (kocasına) itâat eden, her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözeten, insanları gıybetle çekiştirip dedi-kodu yapmaktan, koğuculuktan dilini koruyan, kanâat sâhibi olup dünyâ malına meyletmeyen ve musîbetlere karşı sabreden bir kadın, hakîkaten çok iyi bir kadındır."

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bizim bulunduğumuz yerde kadınlardan, yiyecek ve içeceklerden konuşmayınız. Çünkü, en sevmediğimiz kimse, avret yerlerinden ve yiyip içtiğinden bahsedenlerdir."

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) hazretleri'nden rivâyet edilen şu hadîs-i şerîfi nakletti: Hazret-i Âişe buyurdular ki: "Ben bir gün Resûlullah'dan sallallahü aleyhi ve sellem suâl ettim: "Yâ Resûlallah kadınların üzerinde cihâd var mıdır?" Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Kadınlar üzerinde de cihâd vardır. Lâkin o cihâdda harb etmek yoktur." Ben de; "O cihâd nedir?" dedim. Resûlullah; "O cihâd hac ile umredir." buyurdular.

Mısır Evlîyasından Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün talebelerinden İmâm-ı Şa'rânî'ye; "Allahü teâlâya tevekkül ederek evlen! Muhammed bin Anân'ın kızını al. O, sâlihâ bir kızdır. Sana münâsiptir." dedi. O da; "Efendim! Benim dünyâlık bir şeyim yok, nasıl düğün yapıp evleneyim?" deyince; "Sana ait olan şu kadar para var ya, o, inşâallah sana yeter." buyurdu. İmâm-ı Şa'rânî'nin yeğeninde bir mikdâr parası vardı ve konuşurken o parayı unutmuştu.

Tâbiîn devrinin büyük hadîs, kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A'meş (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Görmeden evlenmenin sonu, elem ve kederdir."

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden bir kişi bir gün evinden işine giderken, hanımına bir arzusu olup olmadığını sordu. Hanımı; "Kızına sor." dedi. O zât kızına dönerek; "Ne arzu ediyorsan söyle." deyince, kızı; "Benim isteğime senin gücün yetmez." dedi. Bunun üzerine o zât kızına; "Allah'ın izniyle dediğini yapmaya çalışırım, istersen bin altın olsa bile." deyince, kızı; "O hâlde beni Ebû Abdullah Kureşî ile evlendir." dedi. O zât buna çok şaşırdı. Çünkü, Ebû Abdullah Kureşî cüzzamlı olduğu için, dış görünüşüne göre hiç bir kadın onunla evlenmeye râzı olmazdı. Bunun üzerine, kızına söz verdiği için Ebû Abdullah Kureşî'nin yanına gitti ve durumu ona anlattı. Ebû Abdullah Kureşî o zâta; "Kâdıyı çağır." dedi. Adam kâdıyı çağırdı. Kâdı geldi ve kızla nikâhlarını kıydı. Kızı, Ebû Abdullah Kureşî'nin yanına girmesi için hazırladılar. Bütün hazırlıklar bitince, herkes evden ayrıldı. Ebû Abdullah Kureşî ile kız evde yalnız kaldıklarında, Ebû Abdullah Kureşî hamama girdi. Hamamdan çıktığı zaman, uzun boylu ve yakışıklı bir sûret almıştı. Üzerinde güzel bir elbise vardı. Değişik bir hâlde gören kız onu tanıyamadı. Kendine yakın olmamasını söyledi. Ebû Abdullah el-Kureşî; "Benden çekinme, ben yabancı değilim. Nikâhlın Ebû Abdullah el-Kureşî'yim." deyince, kız; "Sen Kureşî değilsin." dedi. Bunun üzerine Ebû Abdullah el-Kureşî;

"Allah adına yemin ederim ki, ben Kureşî'yim." deyince, kız inandı ve; "Bu ne hâldir?" diye sordu. Ebû Abdullah Kureşî, "Bundan sonra, seninle olduğum zaman böyle kalacağım. Ama başkaları ile berâber olunca, öbür şeklimle, yâni cüzzamlı olacağım. Fakat bu durumu, ben ölünceye kadar kimseye söyleme." dedi. Bunun üzerine gelin hanım; "Kimseye söylemeyeceğime söz veriyorum. İstersen benim yanımda dururken de cüzzamlı olarak kalabilirsin." dedi. Ebû Abdullah Kureşî, onun kendisiyle dış görünüşü için değil de, ilmi ve takvâsı için evlendiğini anlayarak; "Allahü teâlâ sana bolca hayırlar ihsân etsin." diye duâ etti. Hanımı bu durumu, Ebû Abdullah Kureşî hazretleri ölünceye kadar kimseye anlatmadı.

Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Ebû Hafs-ı Kebîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ilimde yüksek dereceye ulaşmasının sebebi şu menkıbeyle nakledilir. Ebû Hafs hazretleri gençlik yıllarında evlenmek isteyince, ilim ve iffet sâhibi, sâlihâ bir kızla evlendirdiler. Evliliğinin birinci gecesi, kız buna; "Kadınların âdet hâlleriyle ilgili hayız ilmini öğrendin mi?" dedi. "Hayır!" diye cevap verince, kız; "Allahü teâlâ, Tahrîm sûresi 6. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kendinizi ve emrinizde olanları Cehennem ateşinden koruyun!" buyurdu. Câhil olan nasıl koruyabilir?" dedi. Bu söz, Ahmed bin Hafs'a hoş geldi. Hanımını Allahü teâlâya emânet ederek, Merv şehrinde on beş yıl ilim tahsîl edip, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yüksek talebelerinden olan İmâm-ı Muhammed'den de ders aldı. Bu kadar zamandan sonra vatanına dönmesi için ona izin verdi. Hocası buna Ebû Hafs-ı Kebîr adını koymuştu. Dönüşünde, yanında Ebû Süleymân-ı Cürcânî de vardı.

Harezm'de, Ceyhun Irmağının üzerinden geçerken, Ebû Hafs'ın kitapları suya düştü. Ebû Süleymân'dan yazmak için kitaplarını âriyet, ödünç istedi. O da; "Sen, öyle ilim öğrenmeliydin ki, kitaba ihtiyâcın kalmamalıydı." dedi. Ebû Hafs, geri dönüp Merv şehrine geldi. Altı senede o kitapları ezberledi. Âlim olarak hanımının yanına döndü. Buhârâlılar, suyun kenarına kadar onu karşılamaya geldiler. Çok izzet, ikrâm ve tâzimde bulundular.

Meşhûr velîlerden Ebü'l-Abbâs el-Harrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Safiyyüddîn bin Ebi'l-Mansûr anlatır: "Hocamın sâlihâ ve evliyâ bir kızı vardı. Ben ona talebe olmadan önce talebelerinden çoğu o kızla evlenmeyi düşünmüşler. Hocam kerâmetiyle onların bu arzularını anlamış ve şöyle demiş: "Bu kızım doğduğunda kiminle evleneceğini Allahü teâlâ bana bildirdi. Ben onu bekliyorum. Onunla evlendireceğim." demiştir. Bir gece rüyâmda hocamı görmüştüm. Bana; "Safiyüddîn senin hanımın benim kızımdır." dedi. Uyanınca şaşırıp kaldım. Utancım sebebiyle bunu hocama anlatmam mümkün değildi. Anlatmasam olmazdı. Rüyâmı gizlemem de beni rahatsız ediyordu. Çünkü hocamdan hiçbir şeyi gizlemezdim. Ben bu hâlde ne yapacağımı düşünürken, hocam bana; "Rüyâda ne gördüysen anlat." dedi. Heybetli bir hâlde idi. Bir müddet sustu ve; "Ne gördüysen mutlaka anlatmalısın." dedi. Ben de rüyâmı aynen anlattım. Bana; "Evlâdım bu senin için takdir edilmiştir." dedi ve beni kızıyla evlendirdi. Kızı velî bir hanımdı. Yüzünde velîlik nûru parlardı. Kim görse evliyâ olduğunu nûrundan anlardı. Bu hanımdan olan evlâdımın herbiri âlim ve fazîletli kimseler oldu. Hocamın vefâtından sonra onunla uzun zaman saâdet içinde ömür sürdük. Keşfi çok kuvvetli idi. Vefât edeceği zamânı ve vefât ettikten sonra vukû bulacak birçok acâib hâdiseleri bildirdi. Vefât edeceği anda; "Ey mutmeinne olmuş nefs! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön." meâlindeki âyet-i kerîmeyi rûhu çıkıncaya kadar okudu.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Celâleddîn-i Hindî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili bir rivâyete göre; Bir gün Celâleddîn-i Hindî, Kutb-i ebdâl Şeyh Şerefüddîn Ebû Ali Kalender'e, kendini yetiştirmesi için çok yalvardı. Kutb-i ebdâl; "Ey azîz oğlum! Senin kalbinin açılması, başkasının eliyle olur. O da bugün yarın bu şehre gelir." dedi. Bekledi. Birkaç gün sonra vilâyet sâhibi, hidâyet semâsının güneşi Şems-ül-evliyâ Hâce Şemseddîn Türk, üstâdının izni ile Pâni-püt'i teşrif etti. O beldeyi vilâyet nûrları ile aydınlattı. Celâleddîn-i Hindî, ilâhî bir ilhâmla onun huzûruna gitti. Talebeliğe kabûl edildi. Çetin riyâzet ve mücâhedeler çekti, hilâfetle şereflendi, yüksek derecelere kavuştu. Hocasından hiç ayrılmak istemedi. Hâce Şemseddîn buyurdu ki: "Sen benim oğlumsun. Allahü teâlâdan, benden sonra benim yerime senin oturmanı istedim. Senin rehberliğin ile çok insanlar maksadlarına kavuşurlar. Yalnız Resûlullah'ın sünnetini, yâni evlenmeyi yerine getirmek, iki dünyâ saâdetlerindendir. Tâ ki, yarın Resûlullah efendimize karşı mahcûb olmayasın." Kutb-i Rabbânî; "Buyurduklarınız doğrudur. Tekrar özür dilemem yakışık almaz. Ancak çocuklarımın, kıyâmette beni mahcûb edecek ameller işlemesinden korkuyorum." diye arz etti. Şems-ül-evliyâ; "Buna üzülme! Allahü teâlânın emri ile sana söz veriyorum ki, iyileri sana, kötüleri bana âittir. Onların cevâbını yarın ben vereceğim. Dünyâda da kimin bir müşkili olursa, gelsin, bana hatırlatsın, ona yardım ederim. Sana bu işte çok yüklenmemin sebebi bunu ben Levh-i mahfûzda görmemdir. Senden çok sayıda evlâd dünyâya gelecek. Bu hususta bir şüphen varsa, gel, başını kaftanımın altına sok ve gör." buyurdu. Emre uyup, başını kaftanın altına sokunca, Levh-i mahfûzu gördü. Orada evlâdı gerçekten sayılamıyacak kadar çoktu. Onları silmek için elini uzattı. Birden görmesi durdu. Şems-ül-evliyâ, o anda elini tuttu ve; "Ey azîz oğlum, Allahü teâlânın irâdesine karışma. O kudret ve kudsiyet sâhibi, senin amel defterine evlâd yazınca, sen onu silemezsin." buyurdu. Kutb-i Rabbânî, hocasının ayaklarına kapandı. İstigfâr etti ve; "Emir, hazret-i pîrin emridir. Onun rızâsı nasıl ve nerede ise, bu kul onu kendi için saâdet bilir." dedi ve evlenmeye râzı oldu. Lâkin bir şart koştu. "Sağır, kör, topal ve benzeri kadın olursa, benim nikâhıma onu verin." dedi. Araştırmalardan sonra, Kirnâl şeyhzâdelerinde onun aradığı gibi temiz, afîf, zâhide ve benzeri üstün vasıflarda bir kız bulundu. Şems-ül-evliyâ, Kutb-i ebdâl, akrabâlar, ileri gelenler, Kutb-i Rabbânî ile birlikte Kirnâl'e gittiler, düğün yapıp, Pâni-püt'e döndüler. Kutb-i Rabbânî'nin hanımına ilk sözü; "Ey hanım, bana bak, kalk bana abdest suyu getir." oldu. Hanım hemen yüzünü açıp, kalktı ve abdest suyu getirdi. Abdest aldırdı ve emir gereği kendisi de abdest aldı. Sonra o hazret, ağzının temiz suyunu o afîfenin ağzına sürdü, Kur'ân-ı kerîmi önüne koydu ve "Oku!" buyurdu. Hemen okudu. Bu hanım, mücâhede ve riyâzetle meşgûl oldu. Nefsinin istediklerini yerine getirmeyip, istemediklerini yapmayı âdet edindi. Neticede, bu hanımdan, beş oğlu ve iki kızı dünyâya geldi.

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri, "Niye evlenmiyorsun?" diye ısrâr edenlere şöyle söyledi: "Benim üç büyük derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim. Birincisi, (Acabâ son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim?) İkincisi, (Kıyâmet gününde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler?) Üçüncüsü, (Herkesin hesâbı görüldükten sonra bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, acabâ ben hangi grupta bulunacağım?)" dedi. O kimseler; "Biz bu suâllerin cevâbı olarak size bir şey söylemekten âciziz" dediler. "O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu günlere hazırlanmak elbette lâzım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim?" buyurdu.

Türkistan da yetişen velî ve mücâhid âlimlerden Sâbit Ebü'l-Meânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin fakir bir talebesi vardı. Bu talebesinin de zengin bir hanımı vardı. Hanımı ona elinde bulunanları verir, yardımcı olurdu. Fakat bir gün düşüncelerinde ve hareketlerinde bâzı değişiklikler olan hanımı kocasına; "Eğer sen benim zevcim (kocam) isen bana bir ipekli elbise al." dedi. O kimse hanımına; "Benim fakir hâlimi biliyorsun. Benim sana elbise alacak durumum yok." Bu söz üzerine kadın sinirlenerek üzücü sözler sarfetti. Kocası bu kadının hâline çok hayret etti. İçinde bulunduğu sıkıntılı hâlini arz etmek üzere Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin evine gitti. Kapısına vardığı zaman, Sâbit Ebü'l-Meânî elinde bir kese ile dışarı çıktı ve buyurdu ki: "Bu keseyi al. İçindeki parayla hanımına ipek elbise alıp hediye et." buyurdu. Bu hâle hayret eden talebesi gidip ipekli elbise aldı ve hanımına götürdü. Olanları da hanımına anlattı. Hanımı yaptıklarına pişman olup tövbe etti ve özür diledi.

Evliyânın büyüklerinden Semnûn Muhib (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliğinde evlenmedi. İleri yaşlarda, sünnete uymak için sâliha bir hanımla evlendi. Bir kız çocuğu oldu. Üç yaşına gelince, ona çok büyük bir muhabbetle bağlandığını gördü. Bir gece rüyâda, kıyâmetin koptuğunu, her gruba bir başka bayrağın dağıtıldığını gördü. Çok parlak, gözleri kamaştıran bir bayrak, bir grup tarafından taşınıyordu. "Bu bayrağın sâhipleri kimdir?" diye sordu. Cevâben; "Bu, âşıkların bayrağıdır. Mâide sûresinin elli dördüncü âyetinde meâlen; "O, onları sever, onlar da O'nu sever." buyurulmuş olan kavmin, O'nu çok seven âşıklarının bayrağıdır." diye söylediler. Semnûn bu gruba karışmak için yaklaşınca, içlerinden birisi onu itti. İsminin "Muhîb" olduğunu belirtti. Cevâben; "Fakat senin kalbin başkalarına meyledince, ismini âşıklar grubundan çıkardık." dedi. Bunun üzerine inlemeye ve sızlanmaya başladı. "Allah'ım! Senin sevgine ortak olacak, muhabbet yolunda engel olabilecek her şeyden beni kurtar!" diye duâ etti. Ertesi gün uyandığında, çocuğunun damdan düşüp öldüğünü belirten bir feryâdın koptuğunu duydu.

İbn-i Mesrûk anlatır: Semnûn Muhib, hac dönüşü bir şehre uğradı. Halk vâzını dinlemek istediklerini söylediler. Câmide vâza başladı. Kimsenin dinlemediğini görünce, yüzünü kandillere dönüp; "Size hitâb ediyorum." dedi. Bütün kandiller yere döküldü.

Büyük velîlerden Mevlânâ hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin annesi ile babasının evlenmeleri şöyle olmuştur: Sultan Alâeddîn bir gün vezîrine, kızının evlenme çağına geldiğini, bu sebeble kiminle evlenmesinin münâsib olduğunu sordu. Vezîr de tereddüd etmeden; "Sultânım! Kerîmenizi, ilim ve irfan sâhibi bir kimseye vermelisiniz." deyince, sultan tekrâr; "Bu kimse sizce kimdir?" diye sordu. Vezîr; "Âlimler arasında kızınıza en lâyık olan Hüseyin Hatîbî'dir." dedi. Sultânın gönlünden geçen kimse de bu olduğu için, vezîrinin bu cevâbına memnun oldu. O gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Ona Peygamberimiz buyurdular ki; "Ey Alâeddîn! Kerîmenizi Hüseyin Hatîbî'ye nikâh ediniz. Onu kendinize dâmâd ediniz." Bu rüyâ üzerine, kızı Emetullah Hâtunu, Hüseyin Hatîbî ile evlendirdi. Bu evlilikten, Muhammed Behâeddîn isminde bir evlâtları oldu.

Konya'da yetişen velîlerin büyüklerinden Sultan Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) evlenme çağına geldiğinde, babası Mevlânâ hazretleri ona, en çok sevdiği talebelerinden Selâhaddîn-i Zerkûb'un kerîmesi, Fâtıma Hâtunu nikâh etti. Fâtıma Hâtun dahî, Mevlânâ hazretlerine çok hürmeti olan, çok sâliha, keşf ve kerâmet sâhibi bir hanım idi. Onlardan, evliyânın büyüklerinden Ulu Ârif Çelebi gibi bir muhterem zât dünyâya geldi.

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Terbiyeli, edepli, sâliha kızını, fâsık erkekle evlendiren, onun felâketine sebep olur."

Meşhûr Hanbelî hadîs âlimlerinden, velî Yünûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Şeyh Abdullah’ın bir kızı vardı. Hanımına, kızını Yünûnî’ye vereceğini söyledi. Hanımı, Yünûnî’nin fakir olduğunu, kızının ise, mesûd ve bolluk içerisinde yaşamasını istediğini, bu sebeple Yünûnî’ye vermek istemediğini söyledi. Bunun üzerine Şeyh Abdullah hanımına; “Ben Yünûnî ile kızımı öyle bir evde görüyorum ki, o evde bolluk ve bereket olacak, sultanlar Yünûnî’nin ziyâretine gidip gelecektir” dedi. Şeyh Abdullah’ın dediği, Allahü teâlânın izniyle aynen çıktı ve kızını Yünûnî ile evlendirdi.

Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri, Muhammed bin Yûsuf hazretlerinden nakleder: Kazvîn beldesinde ikâmet ederken, o şehrin ileri gelen zenginlerinden biri de sohbetime devam ederdi. Bir gün ikimiz yalnız kalınca, bana bir teklifi olduğunu söyledi ve devamla; “Dünyâda yalnız bir çocuğum var. O da, evlenecek çağda, dînine bağlı bir kızcağızdır. Onu bütün mallarımla birlikte sana vermek ve daha sonra da Mekke veya Medîne’de ikâmet etmek isterim.” dedi. Ben de ona; “Allahü teâlâ senden râzı olsun. Eğer benim evlenmek gibi bir niyetim olsaydı, kabûl ederdim. Fakat böyle bir niyetim yok” diye cevap verdim. “Bu teklifi niçin kabûl etmediniz?” diye soran bir talebesine de; “Ben mal-mülk sâhibi olsaydım, onlarla meşgûl olurdum. Şimdi ise daha kıymetli şeylerle meşgûlüm. Beni bu kıymetli şeylerden alıkoyacak hiçbir şeyi istemem” buyurdu.

Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında Eshâb-ı kirâmın ordusu İran’a gidip, Yezdicürd’ün memleketini fethettiler. Oradan çok ganimet ile köle getirdiler. Kölelerin arasında pâdişâhın üç kızı da vardı. Medîne-i münevvereye geldiklerinde hepsini halîfe Ömer’e teslim ettiler. Hazret-i Ali bu kızları satın aldı. Bunlardan Şehr-i Bânû Gazele’yi oğlu hazret-i Hüseyin’e nikâh etti (Zeynelâbidîn bundan oldu). Birisini hazret-i Abdullah bin Ömer’e, diğerini de hazret-i Muhammed bin Ebû Bekir’e nikâh ederek verdi.

Hindistan âlim ve velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Büyüklerden biri, bir kadınla evlendi. Gece olunca ona; “Ey hanım, pijamamı hazırla yatacağım.” dedi. Hanımı; “Efendim, senin Mevlâ’n (sâhibin) yok mu?” dedi. “Vardır” buyurdu. “Senin Mevlâ’n uyur mu, uyumaz mı?” dedi. “Uyumaz” buyurdu. “Mevlâ’n uyanık iken sen uyumaktan hayâ etmez misin?” dedi.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hiç evlenmemişti. Kendisine; "Niçin evlenmiyorsun?" diye soranlara; "Bana ömrüm kadar bir ömür daha verilseydi, evlenebilirdim. Zîrâ ömrümde ancak Allahü teâlâya kulluk vazîfelerimi yapabiliyorum." buyurdu. "Eğer sen evlenseydin kulluğun tam olurdu." deyince de; "Kendi hakkımı yerine getirmekten korkuyorum da onun hakkını nasıl yerine getirebilirim." buyurdu. "Niçin evlenerek Sünnet-i seniyyeye muhâlif olmaktan kurtulmuyorsun?" diyenlere de; "Ben farzlarla meşgûl oluyorum. Zîrâ farzları yerine getirmek, sünnetten evlâdır." buyurdu. Bişr-i Hâfî hazretleri; "İki yüz yılından sonra sizin en iyiniz, hafîfülhaz olandır, yâni zevcesi ve çocuğu olmayandır." hadîs-i şerîfini kendine delil olarak almıştı.

Tâbiînden ve evliyâdan Câbir bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, İbn-i Abbâs'tan; Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) "Neseb yolu ile evlenilmesi haram olanlar süt kardeşliği yoluyla da haramdır." buyurduğunu rivâyet etmişdir.

Bağdât'ın büyük velîlerinden Ebü'l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhid, dünyâdan tamâmen uzak bir hayat yaşardı. Peygamber efendimizin; "İki yüz yılından sonra sizin en iyiniz hafîfülhâz (zevcesi ve çocuğu olmayan) olandır." hadîs-i şerîfine uyarak hiç evlenmemişti.

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) ömründe hiç evlenmedi. Kendisine; "Niçin evlenmiyorsunuz?" diye sorduklarında; "Ben bir şeytanla başa çıkamıyorum. İki şeytanla nasıl baş edebilirim?" buyurdu. "Nasıl?" dediklerinde; "Benim bir şeytanım var. Evlenince bir de evlendiğim kadının şeytanı buna eklenecek. Ben bu iki şeytanla nasıl baş ederim?" buyurdular.

Oniki imâmın dokuzuncusu, tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hanımı Ümmü Fadl, bir gün babası halife Me'mûn'a bir mektup yazarak, İmâm-ı Takî'nin kendisinin üzerine başka bir hanım almak istediğini şikâyet etti. Halife Me'mûn cevap yazarak; "Seni İmâm-ı Takî'ye verirken, Cenâb-ı Hakk'ın ona helâl ettiğini haram etmedim. Bundan sonra bana bu konuda şikâyet mektubu yazma." dedi.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini tanıyan ve sevenlerden Ebû Amr, bir gün bir ihtiyaç için çarşıya gitmişti. Bir cenâze gördü. "Cenâze namazına katılayım." dedi. Yolda giderken bir kadın görüp ona baktı. Bu yaptığının uygun olmadığını hatırlayıp derhal tövbe etti. Eve geldiğinde yüzünün niçin karardığını sordular. Aynaya baktığında hakîkaten yaptığı o uygunsuz iş sebebiyle yüzünün karardığını anladı. Kırk gün, devamlı olarak bu günahına tövbe ve istiğfâr etti. Cüneyd-i Bağdâdî'yi ziyâret etmek hatırına geldi. Bağdat'a gitti. Cüneyd-i Bağdâdî'nin hânesine varıp kapısını çaldığında, içeriden ona; "Gel bakalım ey Ebâ Amr! Sen Ruhbe'de günah işle, biz de Bağdat'ta bu günâha istiğfâr edelim." buyurdu.

Birisi, Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Gözümü yabancı kadınlara bakmaktan nasıl koruyabilirim?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "Yabancı kadını gördüğün zaman, Allahü teâlânın seni, senin o kadını görmenden daha iyi gördüğünü hatırla." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Alvân Hamevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzında hanımın hakkını gözetmek konusunda şöyle buyurmuştur: "Hanımına zorla bir iş gördürürsen, Allahü teâlâya âsî olursun. Yemek pişirmek, hamur yoğurmak, çamaşır yıkamak, ekmek yapmak, ev süpürmek, dikiş dikmek vs. onun vazîfesi değildir. Çocuğu emzirmesi ve bakmasına kadar onun bütün bunları yapması ihsânıdır. Eğer o yaptığı işe karşılık ücret isteseydi, onun kıymetini daha iyi anlardın. O hâlde, onu sana itâat ettirdiği ve işlerini gördürdüğü için Allahü teâlâya şükret. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Şükrederseniz nîmetimi arttırırım." (İbrâhim sûresi: 7). Peygamber efendimiz de; "Müslümanların en iyisi, en faydalısı, zevcesine karşı iyi ve faydalı olandır." buyurmuştur.

Hanbelî mezhebi fıkıh ve hadîs âlimlerinin büyüklerinden Ebû Sâlih Nasr bin Abdürrezzâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri  Peygamber efendimize kadar olan râvîlerini zikrederek rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ey kadınlar topluluğu! Çok sadaka verin ve çok istigfâr edin! Şüphesiz ki, ben, Cehennem ehlinin çoğunun siz kadınlardan olduğunu gördüm.”

Tâbiîn devrinde Medîne'de yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yaşı yetmişi geçmişti. Yine de; "Bana göre, en çok korkulcak şey, kadınlardır. Şeytan bir adamı, başka yollardan aldatamayınca, ona kadın ile yaklaşmaya çalışır." buyururdu.

Müctehid âlim ve velîlerden Muhammed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hanımına; "Her şeyi bana sormayınız, her şeyi benden istemeyiniz. Kalbimin ilimden ve dîne hizmetten başka şeylerle meşgûl olmasına sebeb olur. Ne isterseniz, ne lâzımsa vekilimden alsanız daha iyi olur" derdi.