|
EVLAT
YETİŞTİRMEK
İslâm âlimlerinin ve
velîlerin büyüklerinden Celâleddîn-i Devânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
çocuk terbiyesine çok önem verilmesini sık sık anlatırdı. Bir seferinde
buyurdular ki: "Çocuk dünyâya gelince, yedinci günü ona isim koymalıdır. Düşünüp
iyi bir isim koymalıdır. Çünkü rastgele bir isim konursa, ömür boyu ona sıkıntı
verebilir. Bunun için çocuğa iyi isim koymaya dikkat etmek, çocuğun babası
üzerindeki haklarındandır.
Süt emme zamânı bitince,
terbiyesi ile meşgûl olmalı, kötü ahlâk ve huy edinmesine engel olmalıdır. Çünkü
çocukların kâbiliyetleri kemâl üzeredir. Tabiatının meyli ise kötülükleredir.
Çabuk bozulabilirler. Bunun için iyi ahlâklı olmasına dikkat etmeli ve bunda bir
sıra gözetmelidir. Çocukta ilk görülen, göze çarpan duygu hayâdır. Hayânın
çokluğu, fazîlete işârettir. Çocukta hayâ hasleti görünce, daha çok ihtimâm
etmelidir.
İlk terbiye, çocuğu kötü
arkadaşlardan men etmek, alıkoymaktır. Çünkü, çocukların rûhu temiz bir ayna
gibidir. Karşısında olanı hemen tutar, alır. Bundan sonra İslâmın şartlarını,
dînin emirlerini ve sünnetin edeblerini öğretmeli ve bu öğretme işine devâm
etmelidir. Öğrenmek istemezse müsâmaha etmemeli, devâm etmelidir. Gerekirse,
azarlamalıdır. Fakat yaşı ve kâbiliyeti de göz önünde bulundurmalıdır. Nitekim
dînimizin hükmüne göre, yedi yaşında namazı öğretmeli, kıldırmalıdır. Eğer on
yaşına gelir de kılmazsa, azarlamalı, hattâ dövmelidir. İyileri övmeli, kötüleri
ayıplamalı ve böylece iyiliğe teşvik etmelidir. Kötülükten, çirkin işlerden men
etmelidir. İyi bir iş yaparsa, onu övmeli, âferin demeli, kötü bir iş işlerse,
ayıplayıp korkutmalıdır. Elden geldiği kadar açık sitem etmeli, yanlışlıkla
yaptı, unutarak etti deyip, cür'etini arttırmamalıdır. Gizli bir şey yapmışsa,
yüzüne vurmamalı, hayâ perdesini yırtmamalıdır. Tekrar yaparsa, yalnız bir
yerde, onu tembih etmeli, azarlamalıdır. Yaptığı o işin, çok çirkin olduğunu
söylemeli, bir daha yapmaması için korkutmalıdır. Sık sık azarlamamalıdır. Yoksa
azarlamak, ayıplamak âdet hâline gelir. "İnsanlar yasaklara karşı meyilli ve
harîs olurlar." sözü gereğince, tekrar yapmaya koyulabilir. Bunun için iyi idâre
etmelidir.
Çocuğun nazarında yemeyi,
içmeyi, iyi elbise giymeyi önemsiz göstermeli, süslü elbiseler, renkli kumaşlar
kadınların beğeneceği şeylerdir, erkekler böyle şeyleri sevmez demelidir. Hep
yemeye, içmeye düşkün olmaması için uyarmalıdır.
Önce yemek yemenin edeplerini
öğretmelidir. Yemek yemekten maksad, bedenin sıhhatini korumaktır, lezzet almak
değildir demelidir. Yemek ve içmek ilâç gibidir, onunla açlık ve susuzluk
giderilir demelidir. İlaç belli miktârda alındığı zaman faydalı olduğu gibi,
yemek ve içmek de, açlığı ve susuzluğu giderecek kadar olursa faydalı olur
demeli, çeşitli yemeklere alıştırmayıp, bir yemekle yetinmeye alıştırmalı,
iştihâsını zabt ettirmeli, istediğini değil, bulduğunu yemeğe alıştırmalı,
lezzet ve zevklere önem vermemesini öğretmelidir. Zaman zaman çocuğa kuru ekmek
vermeli, zaman olur ki, ondan başka bir şey bulamadığı olur. Onun için öyle
alıştırmalıdır. Bu edebler, zengin olmayanlar içindir. Zenginler yaparsa daha
iyi olur. Eti normal yedirmelidir. Yemekten hemen sonra mümkünse su
içirmemelidir.
Her ne kadar alkollü
içkilerden sakınmak herkese lâzım ise de, çocuklara akıllarına göre anlatıp, men
etmek husûsunda çok söylemeli, rûha da, bedene de çok zararlıdır demelidir.
İnsanın, kızgınlığını, sinirini, hayâsızlığını arttırır ve bu hâller onda
meleke, alışkanlık hâline gelir demeli, böyle kimselerle düşüp kalkmaktan,
arkadaşlık etmekten kesin olarak men etmelidir.
Çirkin sözleri, dînimize
uymayan sesleri dinlemekten men etmelidir. Vazîfelerini bitirmeden ve sıkıntı
çekmeden yemeğini vermemelidir.
Kapalı ve gizli işlerden onu
men ederek, kabahate karşı cesâretini kırmalıdır. Gündüz ve gece çok uyutmamalı,
yumuşak elbiselere alıştırmamalı, yaya yürütmeli, bineğe binmesini öğretmeli,
oturma, kalkma ve konuşmanın edeplerini anlatmalı, kadınlar gibi süslenmemesini,
vakti gelmeyince yüzük takmamasını söylemelidir. Babasıyla ve dünyâ malı ile
arkadaşlarına övünmekten men etmeli, yalan söylemekten sıkı men etmeli, doğru
veya yalan yemin etmemesini tembih etmelidir. Çünkü yemin, herkes için kötü bir
şeydir. Uygun olarak yapılırsa da mekrûhtur. Ancak din için faydalı olursa,
câizdir. Büyüklerin yemin etmeye ihtiyâcı olsa da, çocukların hiç ihtiyâcı
yoktur. Büyüklerin yanında susup oturmasını, sorulursa, kısa cevap vermesini
öğretmeli, hep iyi konuşmayı âdet etmesini anlatmalıdır. Büyüklerin çocuklarına
bu edebler daha çok lâzımdır.
İlim öğrenmeye çok teşvik
etmelidir. Hoca dövse de, kayırmamalı, lüzumsuz yere çocuğu azarlamamalıdır.
Dayağa ihtiyâc olursa, bir daha yapmaması için önce kuvvetli azarlamalıdır.
Çocuğu cömerdliğe
alıştırmalı, mal ve mülkü gözünden düşürmelidir. Çünkü para ve mal sevgisinin
zararı, zehirden çoktur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; "Yâ Rabbî, beni ve
çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut!" meâlindeki İbrâhim sûresi: 35. âyetinin
tefsîrinde buyuruyor ki: Putlardan murâd, altın ve gümüştür. Yâni İbrâhim
aleyhisselâm; "Beni ve çocuklarımı altına ve gümüşe tapmaktan, kalbimizi onlara
bağlamaktan koru!" diye duâ ediyor. Çünkü bütün kötülüklerin menşei; parayı,
dünyâyı sevmektir.
Boş zamanlarında çocuklara
oyun oynamak için izin vermelidir. Ama sıkıntılı ve zor oyunlar ve kötülüğe
sebep olacak alışkanlıkları veren oyunlardan sakındırmalıdır. Bu edebler herkes
için iyidir. Gençler için ise, daha iyidir. Anlama yaşına gelince, ona dünyâ
malından esas maksadın, sıhhati korumak olduğunu anlatmalı, dünyâyı âhirete
sermâye yapmayı tembih edip, öğütlemelidir.
Eğer ilim sâhibi olacaksa,
ilim tahsîli için gerekli terbiye verilmelidir. San'at sâhibi olacaksa, dînî
vecîbeleri öğrenip yaptıktan sonra, o sanatla meşgûl etmelidir. Burada en iyisi,
çocuğun tabiatine, yâni kâbiliyetine bakmalı, durumunu incelemeli, neye istidâdı
olduğunu sezmeli, kâbiliyetinin hangi ilim ve sanata daha yatkın olduğunu
anlayıp, o tahsîl ve sanata vermelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz; "Kişi ne için
yaratılmışsa, o işi ona kolaylaştırılır." buyurdular. Herkesin her sanata
kâbiliyeti olmaz. Belki herkesin bir sanata istidâdı olur. Bunun altında derin
bir sır vardır. Böyle olmasının sırrı, cemiyetlerin ayakta durması ve insanların
düzenli, tertipli ve herbirinin ayrı işler görerek, birbirinin eksik taraflarını
gidermesidir. Çünkü bir kimse bir sanata istidâtlı ise, küçük bir gayretle onu
öğrenir. O işe istidâdı yoksa, ona boşuna emek verip, boşuna ömür tüketir. Eğer
çocuğun bir sanata karşı kâbiliyeti yoksa, onu başka sanata vermelidir. Bunda
da, çocuğun o işi yapamayacağını iyice anlamalıdır. Değilse ümitsizliğe,
başarısızlığa kapılır. Bir sanatı öğrenince, geçimini ondan sağlamasını
emretmelidir. Onun zevkini alıp daha iyi yapmaya çalışmalı ve o sanatın
inceliklerini öğrenmeli, branşında ihtisâs yapmalıdır.
Çocuğa büyüklerin âdeti olan
temiz, tayyib bir kazanç getirecek iş yaptırmalıdır. Baba veya anasından kendine
ulaşana güvendirmemelidir. Çünkü babalarının malı, parası ile gururlanan, övünen
zengin çocukları, sanat öğrenmekten mahrûm olmuşlar, durumları değişince de
sıkıntıya düşmüşlerdir.
Çalışma, kazanma ve bir ev
idâre etmeyi başardığında, onu evlendirmeli ve kazancını ayırıp, ona
vermelidir."
Osmanlı âlim ve velîlerinin
en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, Yavuz Sultan Selîm Han ile Mısır seferinden döndükten
sonra Yavuz, bu değerli ilim adamının bâzı işlerle uğraşmasını hoş görmeyerek
onu Edirne'deki Dârü'l-hadîs medresesine yeniden tâyin etti (1519). Pâdişâhın
gâyesi onun ilim adamı yetiştirmesini temin etmekti. Nitekim adam yetiştirmek
ideâli Osmanlıda çok mühim olup şöyle söylene gelmiştir.
Mesacidü meabidi ko âdem yap
Kâbe yapmakcadur âdem yapmak
Taş ağaç kaydı ne lâzım şâhım
Yaraşır şahlara âdem yapmak.
(Mescid ve mâbedleri bırak da
insan yetiştir. Bir insan yetiştirmek Kâbe yapmak gibidir. Taş ve ağaç düşüncesi
ile oyalanmak şahlara yakışmaz. Onlara yakışan adam yetiştirmektir.)
Anadolu velîlerinin
büyüklerinden Ahmed Kuddûsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Resûlullah efendimizin yüksek himmetlerine nâil
olduğunu bir şiirde şöyle ifâde eder.
Dâvet etti köyüne çünkü bizi ol şâhımız,
Pes icâbet eyledik bugün açıldı râhımız.
Etti tâlim hem bize seyr-i sülûkin tarzını,
Pîşvâ-yı sâlikîn olan Resûlullahımız.
.
.
Doldu ışk-u-cezbe dil iklimine deryâ misâl,
Bu sebeple mürtefî' oldu begâyet râhımız.
Bakmanız hışm u hakâretle bize ey zâhidân,
Dost yanında mu'teber hor görünen gümrâhımız.
Yanarız ışk oduna Kuddûsîyâ leyl ü nehâr,
Kıldı âlem halkını âciz figân ü âhımız.
Osmanlı âlim ve evliyâsının
meşhûrlarından Kınalızâde Ali bin Emrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: Süt emzirmek devri bittikten sonra çocuğun terbiyesiyle meşgûl
olmalı, yavaş yavaş güzel hâlleri ve ahlâkı telkin etmeli, fenâ fiillerden
menetmelidir. Ar ve ayıp olacak fiillere teşebbüs ettikte; "Sakın! Bir daha bunu
yapma, ayıptır!" diyerek darılmalı, azarlamalıdır.
Çocukların yanında dâimâ
hayırlı ve sâlih adamları medhetmeli, övmeli, kötü ve şerir kimseleri de
zemmetmeli, kızmalı ki, çocuk şerden kaçınsın ve hayrâta rağbet etsin.
Erkek çocukların süslenmeğe
meyl etmemesi lâzımdır. Süs ve zînetin kadınlara mahsus olduğunu bilmelidir.
Yalnız yemek ve içmeği arzu ve emel edinmek, saman yiyen öküz ve eşeklerin
kârıdır. Evlâdı, çocukluk vaktinde dâimâ nefis taamlar, yiyecekler ve leziz
içecekler ile büyütmemeli, bâzan kuru ekmekle de doyurmalıdır. Aşırı derecede
nâzperverlik, sultan ve ümerâ evlâdına bile lâyık değildir..."
Kınalızâde Ali Çelebi
hazretleri: Kişinin, Peygamber efendimizin; "Ben ümmetimin çokluğu ile övünürüm"
hadîs-i şerîfine muhâtab olabilmesi için, evlâd terbiyesine büyük önem ve
ehemmiyet göstermesi gerektiğini bildirirdi. O bir vâzında şöyle demiştir:
"Bir adamın ister erkek,
ister kız bir çocuğu doğarsa, önce Allahü teâlâya şükür ve senâ etmeli ve bunu
Hakk'ın bir hediyesi bilmelidir. Fakir veya âile efrâdı kalabalık da olsa bundan
sıkılmamalıdır. Mümkündür ki bu doğan çocuğun başında saâdet var ve rızkının
çoğalmasına sebeb olacaktır. Koca, zevcesine "Niçin kız doğurdun?" diye
konuşmamalıdır. Zîrâ bu kadının elinde olmayan bir şeydir. Bir adamı elinde
olmayan bir şeyden dolayı kötülemek veya azarlamak cehâletten ileri gelir. Yeni
doğan çocuğa güzel isim vermelidir. Fâzıl zâtlardan birisi evlâdına dermiş ki:
"Ben size doğmanızdan evvel, doğduğunuz zaman, doğduktan sonra iyilik edip
duruyorum." Doğmazdan evvel iyilik nasıl olur? derler. Dermiş ki:
"Doğmazdan evvel sizi iyi,
temiz, soyu-sopu belli bir kadından kazandım. Alçak âilelerden kadın almadım ki,
hayâtım müddetince bu sebeple kötülenip kınanmayacaksınız. Doğduğunuz zaman da
size iyi bir ad verdim ki yaşadıkça çirkin bir isimle çağırılmayacaksınız.
Doğduktan sonra da okuttum, terbiye ettim ki, bu sâyede akrânınız içinde mümtâz
oldunuz."
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Kız evlâtlar, ana-babası için hayır ve hasenâttırlar. Oğlanlar ise,
nîmettirler. Hasenât sâhibi olanlar sevap kazanır. Nîmetlerden ise hesâba
çekilir, suâl sorulur."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dört oğlu
vardı. Herbirine bir sanat öğretti. "Hepsinin, sanat sâhibi olması için niçin bu
kadar gayret ediyorsunuz, sebebi nedir?" diye soranlara; "Vefâtımdan sonra geçim
sıkıntısına düşerler. Sonra da, bizi sevenlere; "Ben falanın oğluyum." deyip,
onlardan bir şey isteyip, üzerler, korkusuyla herbirinin sanat sâhibi olmasını
istedim. Böylece, ihtiyaç ânında geçimlerini temin edip güçlük çekmezler."
buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden
Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey insanoğlu!
Adının unutulmamasını istersen, çocuğuna ilim, hüner, mârifet öğret ve onu
akıllı fikirli yetiştir. Böyle yaparsan, arkanda seni rahmetle anan bir kişi
bırakmış olursun."
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerini, Hazret-i Muâviye (radıyallahü anh) yanına çağırdı. Gelince; "Ey
Ebü'l-Bahr! Çocuklar hakkında ne dersin?" diye sordu. Ahnef bin Kays hazretleri;
"Onlar gönlümüzün meyveleridir. Onlara her türlü şefkat ve kolaylığı gösteriniz.
Onların sevgi dolu hareketlerinden memnun ol. Onlara bir şeyi zorlaştırma. Bu
yüzden onları hayatlarından bezdirip, usandırma!" buyurdular.
Son devir Türkistan
velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) çocukları çok
severdi. Bâzan torunlarını önüne alıp, hem sever hem de hıçkırarak ağlardı. Öyle
ki göz yaşları sakalının ucundan damlardı. Sebebi sorulduğunda da; "Onların
doğduklarına seviniyorum, ama görecekleri günler için ağlıyorum." buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden Şeyh
Sa'dî-i Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey insanoğlu!
Adının unutulmamasını istersen, çocuğuna ilim, hüner, mârifet öğret ve onu
akıllı fikirli yetiştir. Böyle yaparsan, arkanda seni rahmetle anan bir kişi
bırakmış olursun."
Konya'nın büyük velîlerinden
Ulu Ârif Çelebi hazretlerini, babası Sultân Veled (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri anlattı: "Oğlum Ârif, babamın yanında ağladığı zaman, babam
onu kucağına alır, mübârek parmağını ağzına uzatırdı. Çocuk iştah ile babamın
parmağını emerdi. Bâzan öyle kuvvetli çekerdi ki, parmağı koparacak sanırdık. Bu
şekilde babamı üzüyor düşüncesiyle, bir daha böyle yaparsa çekip alayım, diye
içimden geçirmiştim. Yine parmağını hızla çektiği bir gün, babam, benim dikkatle
baktığımı görünce, düşündüklerimi anlayarak; "Ey Veled! Ârif benim de oğlum
değil midir?" deyince, ben de; "Siz, bizim sultânımızsınız. Bizler ise, sizin
köleniziz." dedim. Bu sözüm üzerine; "Bizi seven köle de, talebe de, hep
oğlumuzdur." buyurarak, merhametinin ne kadar çok ve herkes için geçerli
olduğuna işâret buyurdular."
Ârif Çelebi'yi bâzan Mevlânâ
yanına getirterek, ona teveccüh ederdi. Altı aylık olduğunda ona; "Allah de, yâ
Celâleddîn!" diye söyler, o da herkesin kolaylıkla anlayacağı bir şekilde üç
defâ; "Allah, Allah, Allah!" derdi. Bu sözleri büyük bir zevk ile dinleyen
Mevlânâ hazretleri, onun ileride büyük bir velî olacağını söylerdi.
Ârif Çelebi'nin vâlidesi
Fâtıma hâtun anlattı: "Kayınpederimin vefâtından sonra, onun ayrılık acısının
şiddetinden, üç gün üç gece, Ârif'ime süt vermek aklıma gelmedi. O dahî hiç
ağlamadan bekleyip, açlığını hatırlatacak bir harekette bulunmadı. Fakat, üç
gündür hiç yemeyip içmediği için, iyice zayıflamıştı. O gece bir mikdâr
uyumuştum. Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Buyurdu ki: "Ey Fâtıma! Benim
ayrılığım sebebiyle üzülüyorsanız, üzülmeyiniz. Zîrâ, bende bulunan bütün
kemâlâtı ve feyzleri, oğlum Ârif'e aktardım. Beni arayan Ârif'imde bulur. Şâyet
sen de beni istersen, Ârif'de bulursun ve nûrumu onda müşâhede edersin. Onun
yetişmesiyle alâkalı her şeyi, mânevî olarak üzerime aldım." Bu rüyânın
tesiriyle hemen uyandım. Ârif Çelebi'yi üç gündür hiç doyurmadığım aklıma geldi.
Artık göğsümden sütler akıyordu. Emîr Ârif'in yüzünü açtığımda, bana doğru
tebessüm ettiğini gördüm. Kucağıma alıp doyururken, cemâli dikkatimi çekti. O
güzel yüzünde Mevlânâ'nın mübârek nûrunu gördüm. Öyle heyecanlandım ki, bakmaya
tâkat getiremedim. Elimde olmıyarak bağırmışım. Bağırdığımı, bana sonradan
efendim haber verdi."
Fâtıma Hâtun, Ârif Çelebi'ye
çok hürmet, izzet ve ikrâmda bulunurdu. Her zaman onun hâtırını hoş tutardı. Bir
gün misâfir hanımların yanında çocuğuna aynı hürmeti gösterince, onlar; "Ey
Fâtıma! İnsan hiç evlâdına bu kadar hürmet eder mi? Nitekim Ârif daha çocuktur."
dediler. Bu sözlere karşı Fâtıma Hâtun; "Bizim bu tâzim ve hürmetimiz, Ârif için
az bile. Onu bize Mevlânâ hazretleri emânet etti ve Ârif'e hürmet ve isteklerine
riâyet etmemizi, son derece ikrâmlarda bulunmamızı emretti. Ârif'im ağladığı
zaman, kayınpederim parmağını ağzına koyar, büyüdüğünde zamânındaki evliyânın
bir tânesi olacağını söylerdi." diye konuşunca, oradaki kadınlar söylediklerine
pişmân olup, özür dilediler.
Lala Fahreddîn anlattı:
"Arada sırada Ârif Çelebi'yi kucağıma alıp, Hüsâmeddîn Çelebi hazretlerinin
evine giderdim. Hüsâmeddîn Çelebi, bizi hep kapıda karşılar, Ârif'i kucağına
alarak odaya kadar götürürdü. Ona her türlü yiyeceklerden, nefis şerbetlerden
ziyâfet çekerdi. Daha önceden alıp hazır ettiği güzel elbiseleri, kendi eliyle
giydirirdi. Gideceğimiz zaman da, onu omuzuna alıp eve kadar götürür ve; "Ah!
Mümkün olsaydı da Ârif Çelebi'nin lalası olup hizmetiyle şereflenebilseydim.
Zîrâ, onun nûrunun doğu ile batıyı kuşatacağını ve âleme ışık salacağını,
makâmının çok yüce olacağını hocam Mevlânâ hazretleri haber verdiler. Ne mutlu o
kimselere ki, Ârif Çelebi'nin hizmetiyle şereflenip, sevgilisi oluyorlar."
diyerek, hasretini dile getirirdi." |
|