|
ESHÂB-I
KİRÂM DÜŞMANLIĞI
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Erdebil Hânedânına
mensup Safevî Eshâb-ı kirâm düşmanları, Tebriz'deki Ehl-i sünnet müslümanları
ortadan kaldırmak ve İbrâhim Gülşenî'ye zulmetmek için harekete geçtiler. Ateşe
tapan mecûsîler ile birleşerek, Tebrîz'i işgâl ettiler. Her tarafı yakıp
yıktılar. Önlerine gelen genç, yaşlı, kadın, erkek demeden herkesi öldürmeğe
başladılar. İbrâhim Gülşenî hazretleri bu fitneden kurtulmak için hicrete karar
verdi. Mâcerâlı bir yolculuktan sonra oğlu Ahmed Hayâlî ile Diyarbakır'a ulaştı
İbrâhim Gülşenî'ye, şehrin hâkimi, Âmir Bey ile kardeşi Kayıtmaz Bey son derece
hürmet gösterdiler. İzzet ve ikrâmlarda bulundular. Fakat orada fazla kalmayıp,
yollarına devâm ederek Mısır'a ulaştılar.
İbrâhim Gülşenî'nin hocası
Ömer Rûşenî hazretlerinin talebelerinden Tîmûrtaş ile Şâhin efendiler de daha
önce Mısır'a gelip yerleşmişlerdi. Mısır halkı onlara değer veriyor, saygı ve
hürmette kusûr etmiyorlardı. İbrâhim Gülşenî'nin Mısır'a gelmesini halk büyük
bir sevinçle karşıladı. Kâdı'l-kudât Abdülberr bin Şahna, Tîmûrtaş ve Şâhin
efendilerin ricâsı üzerine Kubbet-ül-Mustafâ denilen yerde yerleşti. İnsanlara
nasîhate, ibâdetleri yapmanın, haramlardan kaçmanın fazîletini anlatmaya
başladı. Kısa zamanda Sultan Gavrî başta olmak üzere herkes onu çok sevdi. Onun
kalblere şifâ olan sözlerini hep dinlemek, hiç kaçırmamak için huzûrunda
bulunmaya gayret ettiler. Gelenlerin çok olması üzerine, hükümdâr ona,
Müeyyediye'de bir medrese yaptırdı. İbrâhim Gülşenî oraya giderek, insanlara Ehl-i
sünnet îtikâdını ve Gülşeniyye yolunu anlatmaya başladı.
Bu arada Memlûklerin
Safevîleri desteklemesi yüzünden Osmanlılarla arası açılmıştı. Sultan Gavri,
İbrâhim Gülşenî hazrelerinin karşı çıkmasına rağmen, devlet adamlarının ısrarı
üzerine, Yavuz Sultan Selîm üzerine yürüdü. Ancak yapılan savaşta hayâtını
kaybetti. Onun yerine tahta çıkan Tomanbay, İbrâhim Gülşenî'ye gelip duâ
istirhâm eyledi. Şeyh dedi ki: "Siz duâya kâbiliyet ve istidâd hâsıl eyleyin ki
duâ size ulaşsın. Sultanların duâya istidâdı adâlettir. Ol dahi Allahü teâlânın
kitâbı ile hüküm vermektir. Her kim Allahü teâlânın emri üzere hüküm etmez ise
zâlimdir. Sultanım! Eğer makâm-ı selâmette olmak istersen, Selîm'e tâbi olasın."
Bu nasîhatlere rağmen Tomanbay Ridâniye'de Yavuz'un karşısına çıktı. Bozguna
uğradı, sonra yakalanarak îdâm edildi.
Sultan Selîm Han böylece
Mısır'ı zaptettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri onu:
Azîzim hayr-ı makdem ömrümün vârı safâ geldin.
Keremler eyledin gönlümün sultânı safâ geldin.
diyerek karşıladı. Yavuz Sultan
Selîm Han da bu büyük âlime çok gönülden hürmet gösterdi. Pekçok yeniçeri ve
sipâhi sohbetiyle şereflendi, duâsını alarak feyz ve bereketlerinden istifâde
etmeye çalıştılar.
Mısır'da İbrâhim Gülşenî
hazretlerinin talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Nâmı, zamânın sultânı Kânûnî
Sultan Süleymân Hana erişti. Sultan Süleymân Han, onu İstanbul'a dâvet eyledi.
İstanbul'a gelen İbrâhim Gülşenî hazretlerine çok hürmet gösterdi, ikrâmlarda
bulundu. O sıralarda İbrâhim Gülşenî yüz dört yaşlarındaydı. Gözlerinde bir
rahatsızlık hissediyordu. Görmesi çok zayıflamıştı. Durumu Pâdişâha arz eyledi.
Sultan da Kehhâlbaşı'na (Sürmecibaşına) emrederek, gerekli ihtimâmı göstermesini
emretti. Kehhâlbaşı, bütün gayretini sarf ederek, Allahü teâlânın izniyle kısa
zamanda yeniden gözlerinin açılmasına sebeb oldu. İbrâhim Gülşenî sıhhate
kavuşunca, Çıkrıkçılar başındaki Atik İbrâhim Paşa Câmiinde halka vâz ve nasîhat
etmeye başladı. Kısa zamanda İstanbulluların gönlünde taht kuran İbrâhim
Gülşenî'ye, devlet erkânından ve halktan pekçok kimse talebe olmakla şereflendi.
Pâdişâh, şeyhülislâm, âlimler ve evliyâ onun ilimdeki üstünlüğünü çok takdir
ettiler. Bir müddet İstanbul'da kalan İbrâhim Gülşenî hazretleri, Pâdişâhtan
izin alarak tekrar Mısır'a döndü.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Kara Şems (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, vâz ve
nasîhat etmesi için civâr köy ve kasaba halkı dâvet ederlerdi. Bir talebesiyle
dâvete icâbet edip giderken bir köyde konakladı. O köy halkı, hazret-i Ali'yi
sevdiğini iddiâ ederek, sevgili Peygamber efendimizin seçilmiş Eshâb-ı kirâmı
hakkında kötü sözler söylüyorlardı. Kendilerine ve hayvanlarına paralarıyla
yiyecek bir şeyler almak istediklerinde vermedikleri gibi, onları zulüm ve
işkenceyle öldürmek istediler. O zaman Şemseddîn Sivâsî hazretleri, iki rekat
namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ etti. Aradan fazla zaman geçmeden, köyün ileri
gelenleri ve kalabalık bir topluluk türlü türlü yiyecekler ve hediyelerle
geldiler. Taaccüb edip; "Önce siz bize yemek vermeyip öldürmek istediğiniz halde
bu muhabbet ve sevgi nedir?" diye sorulduğunda; "Biz de bilmeyiz ne hal oldu.
Kalbimize, şu azîzin muhabbet ve sevgisi yerleşti. Mümkün olsa canımızı bile
fedâ etmeyi isteriz." diye cevap verdiler. Sonra talebesi, Şemseddîn Sivâsî
hazretlerine; "Sultânım, düşmanlıktan sonra bu muhabbet nedir?" diye sordu.
Tesbihini gösterdi. Onlar bu şekilde sohbet ederken o topluluğun reisi gelip;
"Sultanım küçük bir kızım var. Bâzan sara tutar. Günlerce bu halden kurtulamaz,
kurtulunca da kendini bilmez. Söylenen sözleri anlamaz. Başka evlâdım da yok.
Huzûrunuza getireyim de hayır duâ buyurun. Zîrâ bana "Kara Şems'in dergâhından
ne isterseniz geri çevrilmez." diye bildirildi. O da bir an önce getirmesini
isteyince adamcağız kızını bir hayvana bindirip getirdi ve bir ölü gibi
Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin huzûruna koydu. Hazret-i Şeyh bir müddet teveccüh
buyurup; "Fâtiha." dediğinde, kızcağız sıçrayarak ayağa kalktı. Sevinerek
evlerine döndü. Nakledilir ki: O hastalık bir daha gelmedi. Aklı başında iffetli
bir hâtun oldu. Bu kerâmeti gören köy halkı, Eshâb-ı kirâm hakkındaki kötü
düşüncelerinden vaz geçip, tövbe ettiler. Hepsi, Şeyh Şemseddîn Sivâsî'nin
sevenleri ve talebeleri oldu.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Kutb-i Zaman Seyyid Celâl Buhârî hazretleri, İmâm-ı
Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Mektûbât'ında, okunmasını
tavsiye ettiği Hızâne-i Celâlî kitabının yazarıdır. İmâm-ı Rabbânî,
talebelerinden Seyyid Şeyh Ferîd'e yazdığı mektu- bunda bu kıymetli eser
hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Meclîs-i şerîfinizde, Kutb-i
Zaman Bendegî Mahdûm-i Cihâniyân'ın kıymetli kitaplarından, her gün bir mikdâr
okutulursa, Eshâb-ı kirâmın nasıl medh ve senâ edildiği, isimlerinin ne kadar
edeple yazıldığı görülür. Böylece, o din büyüklerine dil uzatanlar, mahcûb olup,
utanır. Bu kötü yolu tutmuş zındıklar, bugünlerde işi azıttı. Her memlekete
yayılarak, Eshâb-ı kirâmı (radıyallahü anhüm) kendileri gibi sanıp,
kötülüyorlar. Bunun için birkaç kelime yazdım ki, meclîs-i şerîfinizde böylelere
yer verilmesin."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmed hazretlerine; İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı birinci cild, 207. mektubunda buyuruyorlar
ki: "Herhâlde uzakta kalan bu kardeşlerinizi unuttuğunuz anlaşılıyor. Evet,
yakında bulunmanın, kalplerin birleşmesinde büyük tesiri vardır. Bunun içindir
ki, hiçbir velî bir Sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Karânî, o kadar şânı
yüce olduğu hâlde, Resûlullah efendimizi hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en
aşağı olanın derecesine yetişemedi. Abdullah bin Mübârek hazretlerinden soruldu
ki; "Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" Cevâb
olarak: "Muâviye Resûlullah efendimizin yanında giderken atının burnuna giren
toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir." buyurdu.
Burada bulunanların hepsi
iyiyiz. Allahü teâlâya bunun için, belki bütün nîmetleri için hamd ve şükürler
olsun. Nîmetlerinin en büyüğü olan, müslüman yaptığı için ve mahlûkların en
iyisinin yolunda bulundurduğu için, ne kadar çok hamd edilse yine azdır. Çünkü
O'nun yolunda bulunmak, iyiliklerin başı, kurtulmanın çâresi, dünyâ ve âhiret
saâdetlerinin kapısıdır. Allahü teâlâ Peygamberlerin en üstünü hürmetine bizleri
ve sizleri her zaman bu yolda bulundursun. Âmîn. Fârisî mısrâ tercümesi.
"İş budur, bundan başkası
hiçtir!"
Hirat'ta yetişen âlim ve
büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çok
sevenlerden biri anlattı: "Eshâb-ı kirâm düşmanlarından biri, Mevlânâ Câmî ile
münâzara etti. Eshâb-ı kirâm aleyhinde kelimeler sarfetti. Buna Mevlânâ Câmî
öyle güzel cevaplar verdi ki, o Eshâb-ı kirâm düşmanı, konuşacak tek kelime
bulamayıp sustu. Fakat Mevlânâ hazretlerine buğz etmeye, ona gizliden düşmanlığa
başladı. Biz bu adamın en kısa zamanda bir belâya uğrayacağını ve Eshâb-ı kirâm
efendilerimize dil uzatmanın cezâsını ânında çekeceğine inanıyor ve bekliyorduk.
O, biraz ötede duran atının yanına gidip, yemini yiyip yemediğini kontrol etmek
için, elini atın başındaki torbanın içine soktu. At, birden sâhibinin şehâdet
parmağını ısırıp kopardı. Bağırmaya, feryâd ve figâna başladı. Herkes ne oluyor
ne var diye etrâfına toplandı. Biraz sonra yere yıkıldı ve büyük bir ızdırap
içinde kasıla kasıla öldü. Doğrusu, cezânın bu kadar kısa bir zaman içinde
verileceğini tahmin etmiyorduk."
Osmanlı sultanları, Mevlânâ
Abdurrahmân Molla Câmî hazretlerini çok sevdiler. Onun duâsına kavuşmak için can
attılar. Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmed Hân, onu Anadolu'ya dâvet etti. Konya'ya
geldiğinde, Fâtih Sultan Mehmed Hânın vefât haberini alınca geri döndü.
Osmanlılar, Molla Câmî'yi ne
kadar çok sevdilerse, İran'daki Safevî şahları da o kadar çok düşmanlık ettiler.
Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan'a hücûm ettikleri sırada, Molla Câmî'nin oğlu,
babasının kabrini açarak, mübârek cenâzesini başka bir yere defnetti. Eshâb-ı
kirâm düşmanları Horasan'ı istilâ edip, Molla Câmî'nin kabr-i şerîfini açtıkları
zaman, mübârek cenâzesini bulamadılar. Ona olan düşmanlıklarından, kabirde
bulunan tahta parçalarını yaktılar. Şâh İsmâil de, kendi devrinde Herat'ı
zaptettiği zaman şu emri verdi: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin nerede bir kitabı
görülürse, kitabın üzerindeki Câmî ismindeki "Cim" harfinin noktasını kazıyıp,
harfin üzerine nokta koyun. Bu sûretle Câmî ismi, Hâmî (olgunlaşmayan kimse)
olsun." Bu hâdiselere Horasanlı âlimler çok üzüldüler. Mevlânâ Abdurrahmân
Câmî'nin yeğeni; "Yazıklar olsun, ülkeler fetheden Şâh'ın insafına! O Câmî ki,
bir ömür boyu cihân, onun kapısında köle olmuştur. Ne yazık ki, birkaç traşsız
haydudun hatırı için, isminin altındaki noktayı yontturdu da, hâmî yazdırayım
derken hamlık etti" demekten kendini alamadı.
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden
Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizi
sallallahü aleyhi ve sellem görüp sohbetlerinde bulunma şerefine kavuştukları
için Eshâb-ı kirâmın üstünlüğünü anlatır ve: "Muâviye'nin radıyallahü anh,
Resûlullah'ın yanında giderken, bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin
Abdülazîz'den bin defâ üstündür." buyururdu.
Evinde hadîs-i şerîflerle çok
meşgûl olduğundan; "Yalnızlıktan rahatsız olmuyor musun?" diye sorulduğunda;
"Peygamber efendimiz ve Eshâbı radıyallahü anhüm ile berâber olunca insan hiç
yalnızlık duyar mı?" karşılığını verirdi.
Evlîyanın önderlerinden ve
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. H.918 yılında
Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini
geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât
yaptılar. Oradan Buhârâ'ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri
yerlerde Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret
yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri
burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık
Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre karşı hücuma
geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup
kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri
gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç
ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar
gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna
uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.
Abdülhâlık Goncdüvânî
hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:
Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim
Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum
şeklindeki sözleri de onun
332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.
Anadolu’da yetişen velîlerden
Garip Hâfız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin Merzifon’un Gümüş
Kasabası’nda sohbetine Hazret-i Muâviye efendimize buğzeden üç kişi geldi.
"Efendi! Muâviye hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Garip Hâfız;
"Hazret-i Muâviye sahâbedendir. Sevenler selâmettedir. Aleyhinde bulunanlar
azaptadır. O, sahâbenin büyüklerindendir. Resûlullah efendimizin hadîsleri ile
övülmüştür. İmâm-ı Hüseyin efendimizin şehâdetine sebeb olan Yezid dahi son
nefesinde îmânını muhâfaza edebildi ise, onun hakkında bile kötü söylemek
tehlikelidir." buyurdular.
Yavuz Sultan Selîm Hanın
nedîmi, sohbet arkadaşı ve velî Hasan Can (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin babası İsfehanlı müezzin Hâfız Mehmed Efendi, Akkoyunlu hükümdârı
Yâkub Hanın saray hâfızı idi. Çok güzel sesi vardı. Dâvûdî sesiyle okuduğu
Kur'ân-ı kerîm dillere destan olmuştu. Sultan Yâkub'un vefâtından sonra tahta
geçen Rüstem Han da, Hâfız Mehmed Efendiye çok büyük yakınlık gösterdi ve onu
sarayda tuttu.
Rüstem Hanın vefâtından
sonra, şehzâdeler arasındaki taht kavgaları sebebiyle devletin fetret devri
başladı, parçalanıp yıkılmaya yüz tuttu. Bu sırada, babası Şeyh Haydar'dan kalan
Hataylı tekkesinde şeyh olan Şâh İsmâil, etrâfında toplanan müridleri ile
Şirvân'a saldırdı. Eshâb-ı kirâm düşmanlığını ilân edip, Ehl-i sünnet
îtikâdındaki birçok müslümanı öldürdü. 1502 senesinde, Tebriz'de Safevî
devletini kurdu. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer'e ve Eshâb-ı kirâmın daha
birçoğuna dil uzatıp sövmeye başladı. Câmilerde namaz kılmayı yasak edip,
minberleri yıktırdı. Tutup yakalattığı bütün Ehl-i sünnet âlimlerini şehîd etti.
Müslümanların mallarına, kadınlarına ve kızlarına saldırıp ellerinden aldı.
Askerine dağıtarak, istedikleri gibi kullanmalarına izin verdi. Akla hayâle
gelmedik nice kötülükler yaptı.
Müslümanların bu perişan
hâlini haber alan Yavuz Sultan Selîm Han, 1514 senesinde, Şâhın üzerine yürüyüp
perişân etmeye karar verdi. Sultan Selîm Hanın İran üzerine yürüdüğü sıralarda,
Hâfız Mehmed Efendi, Tebriz'de büyük âlim Molla Kemâleddîn-i Erdebîlî'nin
hizmetinde bulunuyordu. Hasan Can burada vukû bulan bir konuşmayı şöyle
nakletmek-tedir:
"Bir gün ikindi namazını şeyh
ile birlikte cemâatle kıldık. Namazdan sonra Amme (Nebe') sûresi okundukta, Şeyh
Erdebîlî hazretleri babamı yanına çağırıp buyurdu ki: "Hak teâlâ, sizi ve
evlâdınızı, bu büyük belâdan koruyacaktır. Çünkü sizler, Hâfız-ı Kur'ân olup,
Hakk'ın kelâmını nâzil olduğu gibi korumaktasınız." Bunun üzerine babam (Hâfız
Mehmed Efendi), Şeyh Erdebîlî hazretlerine; "Osmanlı Sultanı bu ülkeye ayak
basmak üzeredir. Bu işin sonunun nereye varacağı görünüyor?" diye suâl etti.
Şeyh hazretleri de; "Bu gelen Sultan öyle bir zâttır ki, kendiliğinden buralara
gelmez. Bu bedbahtı (Şâh İsmâil'i) tedib etmek, cezâlandırmak için, Hak teâlâ
tarafından memur edilmiştir. Bütün evliyânın ruhları onunladır. Kendisi dahi,
evliyâlıkta rütbe ve makam sâhibidir." diye cevap verdi. Babam dedi ki:
"Cezâlandırmak için geliyor, buyurduğunuzdan anlaşılıyor ki, Şâhı tepeleyip
mağlûb edecektir." Şeyh hazretleri buyurdu ki: "Allahü tâlâ daha iyisini bilir
ki, büyük bir bozgun var. Fakat Şâh İsmâil bu arada canını kurtaracaktır."
Neticede Şeyh hazretlerinin
buyurduğu gibi Yavuz Sultan Selîm Han, Çaldıran zaferinde Şâhı ve askerlerini
büyük bir bozguna uğrattı. Şâh İsmâil perişân bir vaziyette, taht ve tâcını
bırakarak harb meydanından kaçtı. Az bir mâiyetiyle canını zor kurtardı. Ehl-i
sünnet düşmanı olan Şâh İsmâil'in zulmünden kurtulan müslümanlar, rahat bir
nefes aldılar. Osmanlı Sultânı Tebrîz'e gelince bütün âlim ve sanat sâhibi olgun
kimseleri huzûrunda topladı. Onlara pek ziyâde alâka ve iltifât gösterdikten
sonra; "Kur'ân-ı kerîm kırâatinde edâsının güzelliği ve Dâvûdî sesi ile meşhûr
Hâfız Mehmed Yâkûb'u işitir idik. O da burada mıdır, yoksa vefât etmiş midir?
Okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinlemek istiyoruz?" diye suâl etti. Onun da hazır
olduğunu haber verdiler. Kur'ân-ı kerîm tilâvetini dinleyince, hayranlığı bir
kat daha arttı. Ona çok iltifât gösterdi. Tâzim ve hürmette hiç kusûr etmedi.
Dönüşte İstanbul'a götürdü ve yakın dostları arasına aldı. Dâimâ berâberinde
bulundurur, sohbetlerinden ayırmazdı. Sultanın musâhibi, sohbet arkadaşı oldu.
Hâfız Mehmed'in vefâtından sonra da oğlu Hasan Can, Yavuz Sultan Selîm Hanın en
yakın dostu, sırdaşı ve sohbet arkadaşı oldu.
Tefsîr, hadîs, târih ve
Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, büyük velî İbn-i Cevzî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) zamânında bir ara Eshâb-ı kirâm düşmanlığı çoğaldı. Mahzen sâhibi (Hazîne
bakanı) halîfeye mektup yazdı. Mektupta; "Eğer sen İbn-i Cevzî'den yardım
istemezsen, Eshâb-ı kirâm düşmanlarıyla mücâdele edemezsin." diye bildirdi.
Halîfe de İbn-i Cevzî hazretlerine yardım etmesi için mektup yazınca, o da vâz
kürsüsünden insanlara şöyle hitâb etti. "Emîr-ül-Mü'minîn'e Eshâb-ı kirâm
düşmanlarının çoğaldığı haberi ulaşmış. Bid'at ehli olanları yok etmek için
fermân çıkardı. Size söylüyorum. Halktan Sahâbeye dil uzatanları duyarsanız bana
haber verin. Onun evini başına yıkayım. Ömür boyu hapse attırayım. Eğer
vâizlerden birisi de Sahâbeyi zemmederse, onlara da aynı şekilde zemmetmeyi
yasaklıyorum." Bu vâzın tesiri büyük oldu. Halk, Eshâb-ı kirâm düşmanlarından
uzaklaştı.
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir ara Hârûn Reşîd'in bulunduğu bir
meclise geldi. Eshâb-ı kirâmı (aleyhimürrıdvân) ve hazret-i Ebû Bekr, Ömer ve
Osman'ı (radıyallahü anhüm) şu sözlerle medh etti: "Allahü teâlâya hamd olsun,
Resûlullah efendimize salât ve selâm olsun. Sonradan gelenlerden, yâni Eshâb-ı
kirâmdan olmayanlardan bin tânesi, Eshâb-ı kirâmdan en aşağıda olanın derecesine
yaklaşamaz. Onlar Allahü teâlânın azâbından emîn oldular. Babalarımız ve
dedelerimiz de îmân edip, kılıç korkusundan emîn oldular. Yâ Ebâ Bekr! Sen
Allahü teâlâya kulluk ve itâatte öyle bir dereceye ulaştın ki, Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde seni medhü senâ ediyor. Yâ Ömer! Sen bir halîfe, emîr değil,
müslümanların babasısın. Yâ Osman! Sen mazlûmsun ve günahsız olarak şehîd edilip
defnedildin. Sen olgunluk yaşında idin. Ama küçük bir çocuk gibi (günahsız)
vefât ettin." buyurdu.
Tâbiîn devri âlim ve
evliyâsından Amr bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Eshâb-ı kirâmı çok
sever, onların büyüklüğünü İslâmiyete yaptıkları hizmetleri devamlı talebelerine
anlatırdı. Şu hadîs-i şerîfi sık sık tekrarlardı:
"Eshâbıma söğmeyiniz. Kim
Eshâbıma söğerse, Allahü teâlânın lâneti onun üzerine olsun."
Büyük velîlerden Ebû Ali
Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her insanın vücûdunda
binlerce damar vardır. Bu damarların hepsi, Peygamber efendimizin Eshâb-ı
kirâmına karşı muhabbet üzere bulunsa, yalnız biri, Eshâb-ı kirâmdan birine
düşmanlık, sevgisizlik üzere olsa, ölüm zamânında emir gelir ve canını o bir
damardan alırlar. Bunun bozukluğu sebebiyle dünyâdan îmânsız gider."
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin mübârek dergâhlarının
yakınında, Eshâb-ı kirâma düşman olan biri vardı. Abdullah-ı Dehlevî'nin
talebesi çok olduğundan dergâh küçük geliyordu. Bunun için genişletilmesi
lâzımdı. Kadından, o yeri istediler. Kadın vermedi. Nihâyet Delhi'nin ileri
gelenlerinden Hâkim Şerîf Hanı ona gönderdiler ve; "Eğer satıp, para almaktan
utanıyorsan, kıymetini gizli olarak gönderelim. Siz, nezr, hediye gibi bir
isimle bize verdiğinizi söyleyin." dediler. Allahın velî kullarına düşman olan
bu kadın, Hâkim'in sözünü kabûl etmedi. Ayrıca Abdullah-ı Dehlevî hakkında,
râfızîlerin âdetleri olduğu üzere çirkin, kaba sözler söyledi. Hâkim kalktı.
Abdullah-ı Dehlevî'nin yanına geldi ve durumu anlattı. Abdullah-ı Dehlevî
hazretleri ellerini açarak; "Yâ Rabbî, söylediklerini duydun!" dedi. Allah'ın
takdîri ile o evde bulunanlardan bir çocuk hâriç, hepsi kısa zamanda öldü. Çocuk
da hastalandı. Anladılar ki, yaptığımız kötü iş sebebiyledir. O çocuğu
Abdullah-ı Dehlevî'nin huzuruna gönderdiler. O yeri de hediye ettiler.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Abdülazîz Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında
Eshâb-ı kirâma, Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarına düşmanlık edenlerin
her tarafta bilhassa ilmi olmayan müslümanların îtikâdlarını bozmaya
çalıştıklarını görüp, Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye isimli kıymetli bir kitap yazarak
onların yüz karalarını bütün teferruatıyla ortaya koydu. Eserini yazma sebebini
anlatırken şöyle demektedir:
"Memleketimizde, Eshâb-ı
kirâm düşmanlığı o kadar yayıldı ki, içerisinde bir ikisi bu bozuk yolda olmayan
ev pek nâdirdi. Bu bozuk yolda olanların çoğu târih ilminden, kendi
asıllarından, babalarının ve dedelerinin doğru yolundan habersiz kimselerdi.
Bunlar, meclislerde Ehl-i sünnet müslümanlarla münâzara ettiklerinde, tutarsız
şeyler söylüyorlardı. Doğruyu görmelerine vesîle olmak ve Allahü teâlânın
rızâsını kazanmak için bu kitab yazıldı."
Büyük velîlerden Ebû Saîd
bin el-Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin rivâyet ettiği
hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz; "Ey müminler! Eshâbıma kötü söz
söylemeyiniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud Dağı kadar
altın sadaka verse, bu sadakanın sevâbı Eshâbımdan birisinin iki avuç hurma
sadakasının fazîletine ulaşamaz. Hattâ bunun yarısına da ulaşamaz." buyurdular.
Tebe-i tâbiînden meşhur fıkıh
âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Eshâb-ı
kirâmda şu beş haslet (özellik) vardı: Cemâate devam, Resûlullah'ın sünnetine
uymak, câmi yapmak, Kur'ân-ı kerîm okumak ve cihâd (İslâmiyeti yaymak) etmek."
Tokat velîlerinden Mustafa
Hâki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerde umumiyetle Eshâb-ı kirâm
sevgisinden bahseder, Eshâb-ı kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı kirâm dîni
bildirenlerdir. Eshâb-ı kirâma dil uzatan, dîni yıkar. Eshâb-ı kirâmın îmânda
ayrılıkları yoktur. Hepsi bütün velîlerden üstündür
Büyük velîlerden
Radıyüddîn Kazvînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Bağdât'ta Eshâb-ı
kirâma dil uzatanlar zuhûr edince, bir gece Ebû Ahmed bin Sükeyne’nin yanına
gitti. Onunla vedâlaşıp, helâllaştı. Memleketi olan Kazvîn’e gideceğini söyledi.
O; “Burası sizin için güzel değil mi? İnsanlara faydalı oluyorsunuz.” dedi.
“Resûlullah efendimizin Eshâbına açıkça dil uzatıldığı, hakâret edildiği bir
beldede kalmaktan Allahü teâlâya sığınırım.” buyurdu ve Bağdât'tan çıkıp
Kazvîn’e gitti. Orada kendisine çok hürmet ve tâzimde bulundular. İnsanlara
faydalı olmaya orada da devâm etti. Ömrünün sonuna kadar Kazvîn’de kaldı. |
|