|
EMR-İ
MA’RÛF VE NEHY’İ MÜNKER
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) Emr-i mârûf ve nehy-i
münker yapıp, iyilikleri bildirip, kötülüklerden sakındırırken, şiddet ve
sertlik göstermezdi. Bir kimse dîne uygun olmayan bir iş yapsa veya söz söylese,
yumuşaklıkla, kinâye ve îmâ ile sakındırır, kalb kırmak istemezdi. Emr-i mârûf
yaparken, kendini diğer insanlardan ayırmamak ve üstün görmemek için çok gayret
sarf ederdi. Hiçbir zaman dilinde, meclisinde ve sohbetlerinde hiçbir müslüman
kötülenmezdi. Huzûrunda bulunanlardan birinin kalbinden bir müslüman hakkında
kötü bir düşünce veya hafife alma düşüncesi geçse, Muhammed Bâkî-billah
hazretleri derhal hakkında kötü düşünülen kimseyi medhedici sözler söyleyerek
konuşmaya başlardı.
Tâbiînin tanınmışlarından
büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir Cumâ
günü vâza gittiği câmide, cemâat oldukça kalabalıktı. Vâzında bir ara; "Bana,
câmide bulunanların en hayırlısı ve iyisi sorulsaydı, insanlara en çok nasîhat
eden, emr-i bil-mâruf ve nehy-i anil münker yapan, iyiliği emredip, kötülükten
nehyedeni, alıkoyanı arar bulur ve onu gösterirdim." Yine, bana; "İnsanların en
şerlisi, kötüsü kimdir?" diye sorulsaydı, insanları en çok aldatanı bulur, onu
gösterirdim." dedi.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Emri mârûf ve
nehy-i anil-münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için,
eziyetlere sabretmek gerekir."
Ebû Bekr el-Ferrâ
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Nişâbur'da yetişen velîlerin büyüklerindendir. Allahü
teâlânın emirlerini yapıp, yasak ve haramlar ile şüphelilerden şiddetle sakınan
Ebû Bekr el-Ferrâ emr-i mârûf ve nehy-i ani'l-münker yapardı. Emr-i mârûf
yaparken dikkat edilecek hususlarla ilgili olarak buyurdular ki: "Emr-i mârûf ve
nehy-i münker yapmanın (iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırmanın) şartları
vardır. İlk önce kendi nefsinden başlamak, söylediğini ve vesikalarını çok iyi
bilmek ve doğacak sıkıntılara sabretmektir."
Horasan'ın büyük velîlerinden
Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendi zan ve
kafasına göre davranarak, başkalarını düzeltmeye çalışmak, çoğu zaman fayda
yerine zarar hâsıl edebilir. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir
kimsenin saâdetine vesîle olayım derken, o kimsenin hattâ kendinin bile
felâketine sebep olmamalıdır."
Mısır evliyâsından Ali bin
Şihâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Berhami denilen bâzı kimseler,
ateş yemek, ateşe girmek, dil üzerinde kılıç gezdirmek gibi işler yaparlardı.
Bunlar Ali bin Şihâb'ın beldesine gelince, o bunlara mâni olup; "Yaptığınız bu
işlerin dînimizdeki yerini gösterin ve Hocam İbrâhim ed-Düsûkî'den böyle bir
haber söyleyin." dedi. Onlar cevap veremediler. O gece Berhamiler, rüyâda
İbrâhim ed-Düsûkî'yi gördüler. Onlara; "Hepiniz Ali bin Şihâb'ın sözünü
dinleyiniz. Ben, dört büyük halîfe olan Hulefâ-i râşidînin ve müctehid imâmların
çizdiği hidâyet yoluna aykırı her işe karşıyım." dedi. Sabah olunca, hepsi
yaptıklarına pişmân oldular ve tövbe ettiler. Ali bin Şihâb da onlara; "Eğer
hocam İbrâhim ed-Düsûkî'nin bu işte rızâsı olduğunu bilseydim, sizden önce ben
yapardım." dedi.
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) gittiği yerlerden birinde, haramların ve kötülüklerin
açıkça işlendiği bir düğün oluyordu. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bu hâle çok
üzüldü ve; "Bu düğünün sâhibi buralı mıdır? Ona mâni olan kimse yok mudur?" diye
sordu. Orada bulunanlar düğün sâhibinin başka günahlarını da söylediler.
Muhammed Emin Erbilî hazretleri düğün sâhibinin hidâyete ermesi ve ıslah olması
için duâ etti. Çok geçmeden düğün sâhibi onun huzûruna geldi. Ağlayarak
yaptıklarına pişman olduğunu bildirdi ve tövbe etti. Ona talebe olmak istediğini
bildirdi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri onu talebeliğe kabûl etti. O kimse
Muhammed Emin hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerinden oldu.
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir bayram günü sultanla bayramlaşmak üzere saraya gitti. Saraya
girince, bütün herkesin sultanla bayramlaşmak için hazır bulunduğunu, âmirlerin
ve ulemânın, sultanın önünde yerlere kadar eğildiğini gördü. İzzeddîn bin
Abdüsselâm, sultânı, bir tâzim kelimesi olmadan ismi ile çağırarak; "Yâ Eyyûb!
Allahü teâlâ kıyâmet gününde sana; "Sana bütün Mısır memleketini verdim. Yâni
seni oraya sultan yaptım. Sen ise, hükmün altındaki topraklarda içki satılmasına
müsâade ettin derse, o zaman senin tutanağın ne olacak?" diye sordu. Sultan
Eyyûb; "Sen bunu gördün mü?" diye sorunca, İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Evet, falan
yerde, falan dükkânda açıktan açığa içki satılıyor ve daha başka birçok kötü
işler oluyor. Sen bu memleketin sultânısın, niye bunlara mâni olmuyorsun?" dedi.
Oradakilerin hepsi bu sözleri duydu. Sultan; "Efendim! Bunlar, benim zamânımda
olan şeyler değildir. Babam zamânından kalan şeylerdir." dedi. Bunun üzerine
İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Hayır (onların aklî ve naklî hiçbir delîlleri yoktur,
ancak) şöyle dediler: "Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların
izlerince giderek hidâyet buluruz" meâlindeki, Zuhrûf sûresi yirmi ikinci âyet-i
kerîmesini okudu ve; "Kendi akıllarınca bunu tutanak olarak görürler. Hâlbuki
bunlar hüccet değildir. Bunlarla hiçbir zaman kurtuluşa erişilemez. Yâni benim
zamânımda değilde, babamın zamânından beri satılıyordu, demekle kurtulunmaz"
dedi. Bunun üzerine sultan, derhal o içki satılan dükkânı kapattırdı. El-Bâcî,
İzzeddîn bin Abdüsselâm'a; "Nasıl oldu da siz o kadar insanın içinde sultâna o
sözleri söylediniz?" diye sorunca, "Sultan kibirlenmesin ve gururlanmasın diye
söyledim" cevâbını verdi. O tekrar; "Sultandan korkmadınız mı?" diye sordu. O
da; "Allahü teâlânın bana verdiği heybetten dolayı, sultan benim yanımda küçücük
kaldı." diye cevap verdi."
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâ devrin halîfesiyle namaz
kılıyordu. Halîfe namaz kılarken sakalıyla oynuyordu. Süfyân hazretleri namazdan
sonra; "Ey Halîfe! Namaz kılarken lüzumsuz hareket yapılmaz. Yarın kıyâmet günü
böyle kıldığın namazları paçavra gibi yüzüne çarparlar." buyurunca, Halîfe;
"Biraz yavaş konuş etraftakiler duyacaklar." dedi. Süfyân hazretleri; "Eğer,
böyle önemli bir meseleyi izâh etmezsem, dînin emrini yerine getirmemiş olurum.
Bu ise bana yakışmaz." buyurdu. Bu söz hâlîfeye çok acı geldi. Halîfe, kendisine
başkalarının da söz söyleyememesi için darağacının kurulmasını ve âleme ibret
için asılmasını emretti. Darağacının kurulduğu gün, Süfyân hazretlerinin yanında
Fudayl bin İyâd ve Süfyân bin Uyeyne olduğu halde uyuyordu. Bu iki büyük, onun
asılacağını öğrenmişlerdi. Birbirlerine; "Asılacağını uyanıncaya kadar
bildirmiyelim." derken işitti ve; "Ne konuşuyorsunuz?" buyurunca, durumu Süfyân-ı
Sevrî'ye anlattılar. O da; "Ben yaşamaya hevesli biri değilim. Fakat, dünyâda
yarım kalan, yapmam lâzım gelen işler var." buyurdu. Gözleri dolu dolu oldu ve
"Ey Allah'ım! Onları şiddetli bir cezâya çarptır!" diye duâ etti. Daha duâsı
biter bitmez sarayın kubbesi çöktü. Halîfe Câfer ve adamları altında kalarak can
verdi. O iki büyük zât; "Bu kadar çabuk kabûl olunan bir duâ bilmiyoruz"
dediler.
Mısır’ın büyük velîlerinden,
Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ziyâeddîn Halîl Cündî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) bir gün bir aşçı dükkânına uğradı. Orada bozuk et satılır, insanlara
haram yedirilir, insanlar kandırılırdı. Dükkân sâhibine emr-i mârûf yaptı. Bu
işin kötülüğünü anlattı. Dükkân sâhibi pişmân olup, bir daha böyle yapmıyacağına
söz verdi ve tövbe etti.” |
|