|
EHL-İ
SÜNNET – EHL-İ BİD’AT - 2
Bu Haşeviyye denen bozuk
fırkanın eline bir fırsat geçtiğinde, hemen oraya yönelirler. Hâlbuki Ahmed bin
Hanbel, Eshâb-ı kirâm ve Selef-i sâlihînden olanlar, onların nisbet ettikleri
şeyleri Allahü teâlâya nisbet etmekten berîdirler. Yine onlara hayret edilir ki,
ekmeğin hakîkî doyurucu, suyun hakîkî susuzluğu giderici, ateşin hakîkî bir
yakıcı olmadığını, bunların sâdece bir sebeb olduğunu söyleyenleri kötülüyorlar.
Hâlbuki doymak, susuzluğun giderilmesi ve yakmak, sonradan meydana gelen
şeylerdir. Ekmek aslâ doymayı, su susuzluğun giderilmesini ve ateş de yakmayı
meydana getirmez. Hakîkatte bunları Allahü teâlâ yaratmaktadır. Su, ateş ve
ekmek, susuzluğun giderilmesine, yakmaya ve doymaya vesîle kılınmıştır. Bunun
için İmâm-ı Eş'arî de; doyma, susuzluğu kandırma ve yakma işini Allahü teâlânın
yarattığını, ekmeğin, ateşin ve suyun ise birer sebepten ibâret olduğunu
söylemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde meâlen; "Ondan başka ilâh
yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O'dur." (En'âm sûresi: 102) ve "Ey insanlar!
Allah'ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Size, gökten ve yerden rızk verecek
Allah'tan başka bir yaratıcı var mı? O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde
hangi yönden (îmândan küfre) çevriliyorsunuz?" (Fâtır sûresi: 3) buyuruyor.
Kim Allahü teâlânın rızâsını,
nefsinin arzu ve isteklerine tercih ederse, Allahü teâlâ da o kuldan râzı olur.
Kim insanların rızâsını tercih etmek sûretiyle, Allahü teâlânın gazabına sebep
olacak şeyi yaparsa, o kimseye hem Allahü teâlâ gazab eder, hem de onu
insanların gözünden düşürür. İslâm âlimlerinden birisi şöyle buyurmuştur: "Kim
Allahü teâlânın katındaki derecesinin ne olduğunu bilmek istiyorsa, Allahü
teâlânın rızâsını ne kadar gözettiğine baksın."
"Allah'ım! Hakka yardım eyle.
Doğruyu izhâr eyle! Bu ümmete doğru işlerinde yardım eyle. Bununla dostların
azîz, düşmanların zelîl olsun. Sana itâat edilip yasaklarından sakınılsın!"
Bu cevap bid'at ehline
ulaşınca, ellerine büyük bir fırsat geçtiğine, artık İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın
sonunun geldiğine kesin gözle bakıyorlardı. Derhal bu cevapları Sultan Eşref'e
ulaştırdılar. Sultan Eşref, cevapları görünce çok kızdı ve; "Demek ki, bana onun
hakkında söyledikleri doğru imiş. Biz de onu, zamânımızda ilim ve dindarlık
bakımından bir tâne diye biliyorduk. Şimdi onun fâsıklardan, hattâ İslâmdan bile
çıktığı anlaşılmış oldu." dedi. Bu sırada Sultan Eşref, yanında memleketin her
tarafından gelmiş bir grup fıkıh âlimi ile berâber, Ramazân-ı şerîf ayında bir
iftar sofrasında idiler. Orada bulunanların hiçbirisi, sultâna cevap verme
cesâretinde bulunamadı. Hattâ bâzıları, bozuk îtikâdda olan kimselerin sözlerini
tasvîb eder yollu sözler sarfettiler. Hattâ onların dedikleri gibi fetvâ
verdiklerini ifâde ediyorlardı.
Ertesi gün, Allahü teâlâ
hakkı izhâr ve te'yid için, zamânın büyük Mâlikî âlimlerinden Cemâlüddîn Ebû
Ömer bin Hâcib'i vesîle kıldı. Bu zât, zamânının en büyük Mâlikî âlimi olup,
ilmi ile âmil idi. Sultânın yanında İzzeddîn bin Abdüsselâm hakkında konuşmuş
olan kâdı ve âlimlere gitti ve onlara hitâben; "Size ne kadar şaşılır. Siz hak
üzeresiniz de, başkaları bâtıl üzere mi? Hakkı konuşmanız gerekirken sustunuz.
Allahü teâlânın rızâsını tercih etmediniz. Konuşanlarınız da, sanki İzzeddîn bin
Abdüsselâm haksızmış gibi; "Sultâna bu ayda affetmek yaraşır." dedi. Bu öyle bir
sözdür ki, onun suçlu olduğu mânâsını ifâde eder. Çünkü ancak suçlu affolunur.
Siz ise sultâna, îtikâdınızın, İbn-i Abdüsselâm'ın söylediği şekilde olduğunu
ezilerek ve korkarak söylediniz. Hâlbuki Selef-i sâlihîn ve sonra gelen âlimler
bu îtikâd üzeredir. Onlara bu hususta ancak, bozuk îtikâdda olanlar karşı
çıktılar. Allahü teâlâ, Bekara sûresinin kırk ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen;
"Hakkı, bâtıla karıştırıp da, bile bile gizlemeyin" buyuruyor" diyerek, hakkı
gizleyip, hakka yardımcı olmadıkları için âlimleri kınadı. Daha sonra orada
bulunanlara, İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın yazdıklarının doğru olduğuna dâir
muvâfakat yazısı yazdırdı.
Diğer taraftan, İbn-i
Abdüsselâm da sultandan, Şâfiî ve Hanbelî âlimlerinden müteşekkil bir meclis
kurulmasını, bu mecliste Mâlikî ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimleri ve daha birçok
İslâm âliminin de hazır bulunmasını istedi. Sultânın huzurunda kendisinin
mektubu okunurken, kendisine muvâfakat gösteren âlimlerin, ilk önce sultânın
kızgınlığı sebebiyle bir şey diyemediklerini, istemeyerek sultânın sözüne
muvâfakat gösterdiklerini de bildirdi. Ayrıca; "İnanıyoruz ki, sultana hak olan
îtikâd iyice anlatıldığında ona rücû' edecek, kendisine yanlış ve bozuk
fikirleri doğru imiş gibi söyleyenlerin cezâsı verilecektir. Sultana, babası
Âdil'in (Allahü teâlâ ondan râzı olsun ve ona rahmet eylesin) yolundan gitmek
lâyıktır. Çünkü o, bozuk îtikâdda olan kimselere gerekli dersi verdi ve onları
hor ve hakîr eyledi" dedi. İbn-i Abdüsselâm'ın bu isteği sultâna ulaşınca,
sultan kâğıt kalem isteyip, şunları yazdı:
"Bismillâhirrahmânirrahîm!
Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın bir meclis kurulup, kâdıların ve âlimlerin
burada hazır bulunarak îtikâd meselesini görüşmelerine dâir isteği bana ulaştı.
Fetvânı tetkîk ettim. Böyle bir toplantıya ihtiyaç bırakmıyor. Biz, Resûlullah
efendimizin haklarında; "Benim sünnetime ve bundan sonra gelen Hulefâ-i
Râşidîn'in yoluna yapışınız" buyurduğu, dört halîfenin (r.anhüm) yoluna ve dört
mezheb imâmının yoluna tâbiyiz. Nefsin arzu ve isteklerine hâkim ve gâlib olan,
hakka tâbi olan ve bid'atlerden korunmuş kimseler için bunlara tâbi olmak
kâfidir. Hadîs-i şerîfte; "Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana Allahü teâlâ
la'net etsin." buyurulmuştur. Kim fitneyi uyandırmaya teşebbüs ederse, ona
gerekli mukâbelede bulunuruz." Mektubu İbn-i Abdüsselâm'a gönderdi. İbn-i
Abdüsselâm'a mektup ulaşınca, okuduktan sonra şöyle bir cevap yazdı:
Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Rabbin hakkı için, biz onların hepsine
muhakkak sûrette, yapmakta oldukları şeylerden soracağız (ve cezâlarını
vereceğiz)" (Hicr sûresi: 92-93) buyuruyor. Kudreti, kelâmı yüce, rahmeti umûmî,
nîmeti bol olan Allahü teâlâya hamd eder, sonra derim ki; şüphesiz Allahü teâlâ,
Habîbine meâlen şöyle buyurdu: "Eğer yeryüzündeki insanların ekserisine (ki
onlar câhil ve kâfirlerdir) uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar,
ancak zan ardından yürürler (babalarının gittiği yolu hak zannederler) ve sâdece
yalan uydururlar." (En'âm sûresi:116). Allahü teâlâ, kullarına nasîhat için
kitaplar indirip, Peygamberler (aleyhimüsselâm) gönderdi. Saâdet sâhibi, Allahü
teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınan kimsedir. Allahü teâlâ, Hucurât
sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey îmân edenler! Eğer size bir
fâsık, bir haber getirirse, onu araştırın (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkîk
edin). Değilse, bilmiyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişmân
olursunuz." buyuruyor. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından kaçmak en
başta gelen vazifemizdir. Bir meclis kurulup, âlimlerin orada toplanmasını taleb
etmem, hem sultâna, hem de müslümanlara nasîhatta bulunmak içindi. Çünkü
Resûlullah efendimize; "Din nedir?" diye sorulunca, Resûl-i ekrem; "Din,
nasîhattır. Din nasîhattır. Din nasîhattır" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Kimin için
yâ Resûlallah?" deyince, O da; "Allahü teâlâ için, Kur'ân-ı kerîmi için, Reûlü
için, müslümanların imâmları için ve bütün müslümanlar için" buyurdu. Allahü
teâlâ için nasîhat, insanlara, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından
sakınmalarını; Allahü teâlânın kitabı için nasîhat, O'nun ile amel etmeyi;
Resûlullah için nasîhat, Sünnet-i seniyyeye uymayı; müslümanların imâmları için
nasîhat, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymalarını tavsiye etmek;
müslümanlar için nasîhat, onlara Allahü teâlâya yaklaştıracak şeyleri
göstermektir. İşte ben de, bu mese-lede üzerime düşen vazifeyi yerine getirmiş
bulunuyorum.
Bu meselede verdiğim
cevaplara, Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimleri muvâfakat
göstermişlerdir. Verdiğimiz bu cevaplara karşı gelenler, Allahü teâlânın kıymet
vermediği alalâde kimselerdir. Verdiğimiz cevapları kabûl etmemek, dînen câiz
değildir. Onun kabûl edilmemesi mümkün değildir. Eğer bu bahsettiğim âlimler,
sultânın meclisinde hazır bulunsa idiler, sultan sözümüzün doğruluğunu gâyet iyi
anlardı. Sultan bu mevzuyu tahkîk etmeye, derinlemesine tedkîk etme imkânına
herkesten daha çok muktedirdir. Cevâbım huzurlarında okunduğu zaman, orada
bulunup da sultânın kızgınlığını görünce susmayı tercih eden âlimler de, benim
sözümü bizzât yazılarıyla tasdîk etmiştir. Eğer sultânı o derecede bir kızgınlık
hâlinde görmese idiler, muhakkak sultânın huzurunda, bu son sözleri gibi
söylerlerdi.
Bütün bunlarla berâber, benim
söylediklerim ve bana bu hususta muhâlefet edenlerin sözleri yazılır. Bütün
İslâm âleminde ilmî mevzularda kendilerine mürâcaat edilen, güvenilir, büyük
âlimlerden bu mesele hakkında bilgi istenir. Ben, sultânın meseleye vâkıf olması
için, mûteber âlimlerin kitaplarını kaynak olarak hazırlarım.
Yine bana, akîdeleri bozuk o
kimselerin, sultâna İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin Kur'ân-ı kerîmi hafife aldığının
söylendiği ulaştı. Hâlbuki İmâm-ı Eş'arî'nin yolunda gidenlerle, bütün müslüman
âlimler arasında, Kur'ân-ı kerîme hürmet etmenin vâcib olduğunda hiçbir ihtilâf
yoktur. Hem bize göre, Kur'ân-ı kerîmi veya O'ndan bir şeyi (âyet-i kerîme,
sûre-i şerîfeyi) aşağılayan, onlara kıymet vermeyen kimse kâfir olur, dînî
nikâhı bozulur. Cenâzesi yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz, müslüman
mezarlığına defnedilmez. Özellikle bir yere atılıp, yırtıcı hayvanların yemesine
bırakılır.
Allahü teâlânın kelâmı
hakkında bizim îtikâdımız şöyledir: Allahü teâlânın kelâmı kadîmdir, ezelîdir,
zâtı ile kâimdir. Yüce zâtı, hiçbir mahlûka benzemediği gibi, kelâm-ı kadîmi de
hiçbir mahlûkun kelâmına benzemez. Bununla berâber, mushaflara yazılır,
gönüllerde saklıdır ve dillerimiz ile okuruz. Kim böyle inanmazsa, müslümanların
îtikâdından ayrılmış olur. Böyle inanmayan ahmak ve câhildir.
Burada şunu belirtmek isterim
ki, dinde olmayan şeyleri ortaya çıkaran, îtikâdı bozuk bid'at ehline gerekli
cevapları verip, onların sözlerini delîl ve vesikalarla çürütmek, aslâ fitne
çıkarmak değildir. Çünkü Allahü teâlâ, bildiklerini açıklayıp, gizlememelerini
âlimlere emir buyurdu. Emre uymayanları lânetledi. Kim ki, Allahü teâlânın
emrine uyar, O'nun dînine yardımcı olursa, Allahü teâlâ onları lânetlemez. Aksi
takdirde bu lânete müstehak olurlar.
İctihâd ile ilgili hususa
gelince, îtikâd mevzuunda sâdece Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdındayım. Ancak
âlimler arasında füru' ile ilgili hususlarda ihtilâf vardır (Bu da müslümanlar
için, rahmettir).
Bu işte sâlim olan yolun
hangisi olduğunu da söyledik. Size lâyık olan, babanızın yolunu tâkib etmektir.
Babanız Sultan Melik Âdil, Allahü teâlânın dînini yükseltmek için çalıştı ve
O'nun için çalışanlara yardımcı oldu. Biz, sâdece zâhire göre hükmederiz.
Herkesin içini Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlâya hamdolsun, Resûlullah
efendimize ve O'nun Ehl-i beytine, Eshâbına ve O'nun yolunda gidenlere salât ve
selâm olsun."
İbn-i Abdüsselâm mektubu
yazıp bitirince, hiç beklemeden ve tereddüt göstermeden mektubu kapatıp
mühürleyerek elçiye verdi. İzzeddîn bin Abdüsselâm bu mektubu yazarken, yanında
zamânın büyük âlimlerinden bir zât ve İbn-i Abdüsselâma mektup yazarken sultanın
yanında bulunan âlimlerden bir kısmı da vardı. Onlar, Sultan Eşref'ten gelen
mektubun muhtevâsını gâyet iyi biliyorlardı. Bu mektup gelince çok korktular ve
İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın sultâna cevap vermekten âciz kalacağını zannettiler.
Fakat İbn-i Abdüsselâm'ın derhal mektup yazdığını görünce, hepsinin önceki
zanları tamâmen yok oldu. Yanında bulunan büyük âlim, İbn-i Abdüsselâm'ın bu
cevâbını çok beğenip, bunun, Allahü teâlâ tarafından verilen ilâhî bir yardım
olduğunu söyledi.
Mektup sultâna okununca,
Sultan Eşref çok kızdı. İbn-i Abdüsselâm'a muhâlif olan bid'at ehli kimseler,
onun işinin bittiğine inanıyorlardı. Sultan, sarayında hocalık yapan ve İbn-i
Abdüsselâm'ı çok seven Garez Halîl'i yanına çağırdı. Yazdığı mektubu ona
vererek; "Bunu doğru İzzeddîn bin Abdüsselâm'a götüreceksin ve acele olarak
cevâbını getire-ceksin." dedi. Garez Halîl, hemen İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın
huzûruna gitti. Huzûrunda son derece sevgi ve edeble oturarak, sultânın elçisi
olduğunu söyledi. Sonra; "Vallahi hakkınızda düşmanlık yapıyorlar. Sen, işin
başında sultanla görüşmemen sebebiyle, kendi aleyhine, onların lehine iş yapmış
oldun. Eğer sultan seni bir defâ görmüş olsaydı, bunlardan hiçbiri meydana
gelmezdi. Çünkü, senin sultan yanında derecen ve kıymetin çok yüksektir. Sultan
bana, senin yanına gelip, sana üç şartı olduğunu söylememi istedi. Birincisi;
fetvâ vermeyeceksin, ikincisi; hiç kimse ile görüşmeyeceksin, üçüncüsü; evinden
ayrılmayacaksın." dedi. Bunun üzerine İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Ey Garez! Bu
şartlar, Allahü teâlânın bana olan nîmetleridir. Devamlı şükrü gerektirir.
Fetvâlara gelince, ben de zâten onun ile uğraşmak istemiyordum. Ben inanıyorum
ki, müftî, Cehennemin kenarındadır. Eğer Allahü teâlâ fetvâ vermeyi bana vâcib
kılmamış olsaydı, bu iş ile aslâ meşgûl olmazdım. Şimdi ise artık mâzurum. Bu
vücub benden düştü. Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. İnsanlarla görüşmemem ve
evimden ayrılmamam husûsuna gelince, ben hâl-i hazırda evimde bulunuyorum. Ey
Garez! Evimden ayrılmamam, kendimi Rabbime ibâdete vermem, benim için büyük bir
saâdettir. Sa'îd o kimsedir ki; evinden ayrılmaz, orada günahlarından dolayı
gözyaşı döker. Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olmam, Allahü teâlânın bana bir
hediyesidir. Hak teâlâ bunu bana sultânın vâsıtası ile nasîb eyledi. Ancak o
kızgın, ben ise sevinçli ve rahatım. Vallahi ey Garez! Eğer yanımda hediye
edilecek bir elbise olmuş olsaydı, benim için müjde durumunda olan bu mektuba
karşılık, sana o elbiseyi verirdim. Fakat şu seccâdeyi al, üzerinde namaz
kılarsın" dedi. Garez Halîl de seccâdeyi kabûl edip öptü. Sonra vedâ edip oradan
ayrıldı. Sultânın yanına gitti ve olanları ona anlattı. Sultan orada hazır
bulunanlara; "Bana ne yapacağımı söyleyin. İbn-i Abdüsselâm, cezâyı nîmet gören
bir zâttır. Onu kendi hâline bırakalım." dedi.
Bu şekilde üç gün geçtikten
sonra, Hanefî mezhebinin en büyük âlimi Allâme Cemâlüddîn Husayrî, bir merkebe
binip talebeleriyle sultânın yanına gitti. Cemâlüddîn Husayrî, ilmiyle amel
eden, mübârek bir zâttı. Sultan Eşref'e, Cemâlüddîn Husayrî'nin geldiği haber
verilince, adamlarını gönderip onu surların içine aldılar. Sultânın sarayına
kadar merkep üzerinde gitti. Sultan, Cemâlüddîn Husayrî'yi görünce, ayağa kalkıp
ona doğru yürüdü. Ona çok iltifât ederek yanına oturttu. Ramazân-ı şerîf
olduğundan, Cemâlüddîn Husayrî sultânın yanına girdiğinde iftar vaktiydi.
Müezzin ezân okuyunca, hep birlikte cemâatle namaz kıldılar. Namazdan sonra
orucunu açması için bardakla su getirdiler. O da bu suyu Husayrî hazretlerine
uzattı. O; "Senin yiyecek ve içeceğin için buraya gelmedim." deyince, sultan;
"Emriniz başım üstünedir." dedi. Cemâlüddîn Husayrî de sultana; "Seninle
İzzeddîn bin Abdüsselâm arasında ne var? O, öyle bir kimsedir ki, eğer Hind
memleketinde veya dünyânın en ücrâ bir köşesinde olsaydı, sultanın onun
bereketinden hem kendisi, hem de memleketi istifâde ederdi. Ayrıca başka
memleketlere karşı iftihâr etmesi için onu memleketine getirmesi gerekir." dedi.
Bunun üzerine sultan; "Bende onun bizzat kendi eliyle yazdığı ve akîdesini
anlatan kâğıtlar var. Sen de oku, onun hakkındaki kararını ver." deyince,
Cemâlüddîn Husayrî, İbn-i Abdüsselâm'dan gelen ve Ehl-i sünnet îtikâdını anlatan
yazıları sonuna kadar okudu ve; "Bu, müslümanların îtikâdı, sâlihlerin şiârı,
müminlerin yakînidir. Burada yazılanların hepsi doğrudur. Bunlara karşı çıkan,
yanlış yoldadır." dedi. Sultan bu sözleri duyunca, İbn-i Abdüsselâm ile arasında
geçenleri anarak, Allahü teâlâdan af ve magfiret diledi, hatâsını telâfi etmek
için İbn-i Abdüsselâm'a bir adam gönderdi. Hakkını helâl etmesini ve onunla
görüşmek istediğini bildirdi. Sultan, Cemâlüddîn Husayrî ile görüşmeden önce,
bid'at ehli kimselerin sözlerine göre hareket ediyordu. Bu yüzden onlar, en
parlak devirlerini yaşıyorlardı. Ancak Husayrî hazretleri sultanla görüşüp, hak
olan Ehl-i sünnet îtikâdı meydana çıkınca, bid'at ehlinin bozuk akîdelerini
yayma çalışmalarının önüne geçilmiş oldu. Cemâlüddîn Husayrî, mücâdele ve
münâzaa kapısını kapatmak için, kelâm meseleleri üzerinde konuşmaktan
sakınılmasını, bu mevzuda hiç kimsenin herhangi bir şekilde fetvâ vermemesini
söyledi. Böylece uzun süre bid'at ehli sesini çıkaramadı.
Şemsüddîn ibni Cevzî,
zamânının büyük vâizlerinden idi. Herkesin hürmet ve kabûlünü kazanmıştı. Vâz
ederken çok tesirli konuşurdu. Hem kendisi ağlar, hem de cemâatı ağlatırdı.
Cemâat, meclisinden kendilerinden geçmiş olarak ayrılırlardı. Vâzlarını
Cumartesi günleri verirdi. Bir gün Şemsüddîn ibni Cevzî, Sultan Eşref'in yanına
geldi. Şemsüddîn ibni Cevzî, sultanın huzûruna girince, sultan kendisine;
Mekâsîd-üs-Salât kitabını verdi ve; "Bu kitabı oku." dedi. Okuduktan sonra, "Bu
kitap çok güzeldir. Bir benzeri yazılmamıştır." dedi. Bunun üzerine Sultan, ona;
"Bu kitabı, vâz meclisinde insanlara okumaları için tavsiye et." dedi.
Şemsüddîn ibni Cevzî, vâz
vermek için kürsüye çıkıp, Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât ve selâmdan
sonra şöyle dedi: "Biliniz ki, bedenî ibâdetlerin en fazîletlisi namazdır.
Namaz, kişiyi Rabbine yaklaştırır. Mekâsıd-üs-Salât kitâbına çok önem veriniz.
Bu kitabı, büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm yazmıştır. Bu kitabı iyi anlayınız
ve onu iyi ezberleyiniz. Onu çocuklarınıza ve yakınlarınıza öğretiniz. Bu
kitabın faydası pek çoktur." Bundan dolayı çok yazıldı ve herkes tarafından
okundu.
Bu hâdiselerden sonra, İbn-i
Abdüsselâm'ın sultanın yanında yeri çok yükseldi. Sultan ölüm hastalığında iken,
yakınlarından birisine; "İzzeddîn bin Abdüsselâm'a git. Seni çok seven Sultan-ı
Âdil Ebû Bekr'in oğlu Mûsâ sana selâm söyledi. Zât-ı âlinizin gelmesini,
kendisine yarın huzûr-i ilâhîde faydalı olacak şeyleri anlatmanızı ve duâ
etmenizi ister de!" diye bildirdi. Haberci, sultânın dediklerini aynen İzzeddîn
bin Abdüsselâm'a anlattı. O da bu teklifi kabûl etti ve; "Böyle bir ziyâret, en
fazîletli ibâdetlerdendir. Çünkü bunda birçok faydalar vardır, inşâallah." dedi.
İbn-i Abdüsselâm kalkıp,
sultânın yanına kadar gitti. Oraya varınca sultana selâm verdi. Mûsâ onu görünce
çok sevindi ve hemen onun elini öptü. Sonra; "Ey İzzeddîn! Bana hakkını helâl
et. Benim için Allahü teâlâya duâ et. Bana nasîhatlerde bulun!" dedi. O zaman
İbn-i Abdüsselâm; "Ben, her gece, insanlara olan hakkımı helâl ediyorum. Ben
kimsenin bende bir hakkı olmadan gecelerim. Bunun mükâfâtını ve karşılığını
Allahü teâlâdan bekliyorum. İnsanlardan aslâ bir karşılık beklemiyorum. Ecrimin
Allahü teâlâdan olup, insanlardan olmaması bana her şeyden daha kıymetlidir.
Sultana duâ etmeme gelince, çoklukla ben ona duâ ediyorum. Çünkü sultanın durumu
iyi olursa, İslâmın ve müslümanların durumu da iyi ve güzel olur. Allahü teâlâ
sultana, yarın huzûr-i ilâhîde yüzünü ak edecek şeyleri görmek nasîb eylesin."
dedi. Sultan bu ziyâretten ve İbn-i Abdüsselâm'ın sözlerinden memnun kalarak; "Allahü
teâlâ sana hayırlar versin." dedi.
Ehl-i sünnetin amelde dört
hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı
Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Resûlullah'ın ve
Eshâbının yolunda olmayanı havada uçar görsem, yine doğruluğunu kabûl etmem.
BİR DUÂSI KÂFİYDİ
Evliyânın büyüğü, esseyyid
Ebü'l-Vefâ,
Köylerden birisine, uğramıştı bir defâ.
Biri gelip dedi ki: "Bu köyde bir büyük var,
Âlimdir, kendisine, her kişi saygı duyar.
O zât çok hasta olup, babamdır benim hattâ,
Ayağa kalkamıyor, yatıyor hep yatakta."
Ebü'l-Vefâ dinleyip, köylünün bu derdini,
Gidip ziyâret etti, evinde pederini.
Lâkin keşif yoluyla, anladı ki orada,
Saplanmış o ihtiyar, bozuk bir îtikâda.
Buyurdu: "Şifâ bulup, kalkar isen yataktan,
Rücû edecek misin, bu bozuk îtikâddan?"
O dedi ki: "Elbette, şifâ bulursam eğer,
Sana tâbi oluruz, köy halkıyle berâber."
O zaman Ebü'l-Vefâ, kalktı ve kıldı namaz,
Şifâ bulması için, eyledi duâ niyâz.
Sonra o ihtiyarın, kollarından tutarak,
Buyurdu ki: "Allah'ın, izni ile haydi kalk!"
Hastalık yokmuş gibi, bedeninde sanki hiç,
Kalktı hemen ayağa, oldu sağlam, hem de dinç.
Ebü'l-Vefâ giderken, buyurdu ki son defâ:
"Bu tövbeni bozmayıp, ahdine eyle vefâ.
Eğer ki benden sonra, bozarsan bu tövbeni,
Bil ki aynı hastalık, gösterir kendisini."
Sonra gitti o köyden ve geçti birkaç sene,
Lâkin sâdık kalmadı, o kişi o sözüne.
Tövbesini bozarak, yapınca bu hatâyı,
Hastalanıp çağırdı, yine Ebü'l-Vefâ'yı.
Lâkin o buyurdu ki: "Söylemiştim ben ona,
Demek ki râzı oldu, o kendi zararına.
Merhamete müstehak, değildir böyleleri,
Velînin attığı ok, çıkınca dönmez geri."
Son asır İslâm âlimlerinin
büyüklerinden ve evliyâdan Yûsuf Nebhânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
zamânın büyük velîsi Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin hac yolculuğu sırasında,
onu ziyâret edip elini öptü. Bereketli sohbetinde bulunup istifâde etti. 1892
senesinde Hicaz’a giderek hac vazîfesini yerine getirdi. Mübârek ve mukaddes
makamları ziyâret etti. Senelerce Medîne-i münevverede kalıp incelemelerde
bulundu. Orada bulunduğu sırada Vehhâbîlerin Eshâb-ı kirâmın, âlim ve velîlerin
kabirlerine ve onların yaşayışlarına karşı olan tutumlarını inceleme fırsatı
buldu. Yazdığı Şevâhidü’l-Hak kitabında İbn-i Teymiyye’nin ve Vehhâbîlerin bozuk
fikir ve inanışlarını reddetti. Bu eserinde ayrıca Eshâb-ı kirâmın
üstünlüklerini, hazret-i Muâviye ile Amr bin Âs hazretlerinin yüksekliklerini ve
İslâmiyete olan hizmetlerini anlattı. Câmiü’l-Ezher Üniversitesi
profesörlerinden Allâme Şeyh Ali Muhammed Beblâvî Mâlikî, Allâme Şeyh
Abdurrahmân Şerbînî, Şeyh Ahmed Hüseyin Şâfiî, Şeyh Ahmed Besyânî Hanbelî, Ârif
Allâme Süleymân Şübrâvî, Şeyh Abdülkâdir Râfiî, Mısır Başmüftüsü Allâme Bekrî
Muhammed Sadefî, Müderris Muhammed Abdülhay Kettânî İdrîsî Fâsî, Allâme Seyyid
Ahmed Bey Şafiî, Allâme Şeyh Saîd-i Mûcî, Allâme Şeyh Muhammed Halebî ve daha
pekçok Ehl-i sünnet âlimleri, Yûsuf Nebhânî’nin yazdığı Şevâhidü’l-Hak kitabını
beğenmişler, uzun yazıları ile övmüşlerdir.
Yûsuf Nebhânî hazretleri
Şevâhidü’l-Hak kitabında, Vehhâbîlerin; “Mutlak ictihad her zaman vardır.”
demelerinin yanlış olduğunu, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem ve bütün
evliyânın mezarlarını ziyâret için uzak yerlere gitmenin uygun olduğunu,
Resûlullah efendimizi ve evliyâyı vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etmenin meşrû
ve câiz olduğunu, dört hak mezhebdeki âlimlerin, İbn-i Teymiyye’nin çıkardığı
bid'atlere karşı olan yazılarını bildirmektedir.
Yûsuf Nebhânî hazretleri
ilmiyle amel eden fazîlet sâhibi derin âlim ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak
için gayret eden velî bir zâttı. Her sözü ve hareketi Allahü teâlânın emirlerine
ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine uygundu. Allahü teâlânın velî
kullarını çok sever, onların yüksek hallerini ve menkîbelerini anlatırdı. Bu
sebeple evliyânın kerâmetlerinin hak olduğunu ve onların pekçok kerâmetlerini ve
kısa hal tercümelerini anlatan iki cildlik Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ adlı eserini
yazdı. İçinde binlerce velînin kerâmetleri bulunan bu kitabı 1911 yılında
Mısır’da basıldı.
Yûsuf Nebhânî hazretleri,
ilim ve fazîlette yüksek bir zât olduğu gibi, bütün gücüyle Ehl-i sünnet dışı
zararlı ve reformcu cereyanlarla mücâdele etti. Hakîkî kurtuluş yolu olan Ehl-i
sünnet vel-cemâati müdâfaa etti. Bu sebeple Vehhâbîler ve kendilerinin selefi
olduğunu iddiâ eden reformcu çevreler, bu büyük zâtı sevmezler, isminden ve
eserlerinden bahsetmezler.
Osmanlı Devletinin son
zamanlarında yaşayan Yûsuf Nebhânî hazretleri, devletin parçalandığını ve
yıkıldığını görmüş, İslâm düşmanlarının bilhassa İngilizlerin türlü hîleleriyle
Türklerle Arapların birbirlerine düşman edildiklerine ve düşmanların maskarası
durumuna düştüklerine şâhid olmuştu. Osmanlıların İslâmiyete yaptıkları
hizmetleri takdir eden, ileri görüşlü bir zât olan Yûsuf Nebhânî hazretleri,
H.1350 senesi Ramazan ayında Beyrut’ta vefât etti.
Zemlikânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin birçok eseri vardır. Ehl-i sünnet
âlimlerinin yolundan ayrılarak bozuk bir yol tutan ve sapık fikirler ileri
sürerek, müslümanları doğru yoldan kaydırmağa çalışan İbn-i Teymiyye'nin sapık
görüşlerinden olan talak ve kabir ziyâreti mevzûlarında, İbn-i Zemlikânî
hazretleri, İbn-i Teymiyye’ye reddiye olarak Dürret-ül-Mudiyye fir-Reddi alâ İbn-i
Teymiyye isminde bir risâle yazarak onun bozukluğuna ve tuttuğu sapık yolun
kötülüğüne karşı müslümanları uyandırdı. |
|