CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EHL-İ SÜNNET – EHL-İ BİD’AT - 2

Bu Haşeviyye denen bozuk fırkanın eline bir fırsat geçtiğinde, hemen oraya yönelirler. Hâlbuki Ahmed bin Hanbel, Eshâb-ı kirâm ve Selef-i sâlihînden olanlar, onların nisbet ettikleri şeyleri Allahü teâlâya nisbet etmekten berîdirler. Yine onlara hayret edilir ki, ekmeğin hakîkî doyurucu, suyun hakîkî susuzluğu giderici, ateşin hakîkî bir yakıcı olmadığını, bunların sâdece bir sebeb olduğunu söyleyenleri kötülüyorlar. Hâlbuki doymak, susuzluğun giderilmesi ve yakmak, sonradan meydana gelen şeylerdir. Ekmek aslâ doymayı, su susuzluğun giderilmesini ve ateş de yakmayı meydana getirmez. Hakîkatte bunları Allahü teâlâ yaratmaktadır. Su, ateş ve ekmek, susuzluğun giderilmesine, yakmaya ve doymaya vesîle kılınmıştır. Bunun için İmâm-ı Eş'arî de; doyma, susuzluğu kandırma ve yakma işini Allahü teâlânın yarattığını, ekmeğin, ateşin ve suyun ise birer sebepten ibâret olduğunu söylemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde meâlen; "Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O'dur." (En'âm sûresi: 102) ve "Ey insanlar! Allah'ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Size, gökten ve yerden rızk verecek Allah'tan başka bir yaratıcı var mı? O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde hangi yönden (îmândan küfre) çevriliyorsunuz?" (Fâtır sûresi: 3) buyuruyor.

Kim Allahü teâlânın rızâsını, nefsinin arzu ve isteklerine tercih ederse, Allahü teâlâ da o kuldan râzı olur. Kim insanların rızâsını tercih etmek sûretiyle, Allahü teâlânın gazabına sebep olacak şeyi yaparsa, o kimseye hem Allahü teâlâ gazab eder, hem de onu insanların gözünden düşürür. İslâm âlimlerinden birisi şöyle buyurmuştur: "Kim Allahü teâlânın katındaki derecesinin ne olduğunu bilmek istiyorsa, Allahü teâlânın rızâsını ne kadar gözettiğine baksın."

"Allah'ım! Hakka yardım eyle. Doğruyu izhâr eyle! Bu ümmete doğru işlerinde yardım eyle. Bununla dostların azîz, düşmanların zelîl olsun. Sana itâat edilip yasaklarından sakınılsın!"

Bu cevap bid'at ehline ulaşınca, ellerine büyük bir fırsat geçtiğine, artık İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın sonunun geldiğine kesin gözle bakıyorlardı. Derhal bu cevapları Sultan Eşref'e ulaştırdılar. Sultan Eşref, cevapları görünce çok kızdı ve; "Demek ki, bana onun hakkında söyledikleri doğru imiş. Biz de onu, zamânımızda ilim ve dindarlık bakımından bir tâne diye biliyorduk. Şimdi onun fâsıklardan, hattâ İslâmdan bile çıktığı anlaşılmış oldu." dedi. Bu sırada Sultan Eşref, yanında memleketin her tarafından gelmiş bir grup fıkıh âlimi ile berâber, Ramazân-ı şerîf ayında bir iftar sofrasında idiler. Orada bulunanların hiçbirisi, sultâna cevap verme cesâretinde bulunamadı. Hattâ bâzıları, bozuk îtikâdda olan kimselerin sözlerini tasvîb eder yollu sözler sarfettiler. Hattâ onların dedikleri gibi fetvâ verdiklerini ifâde ediyorlardı.

Ertesi gün, Allahü teâlâ hakkı izhâr ve te'yid için, zamânın büyük Mâlikî âlimlerinden Cemâlüddîn Ebû Ömer bin Hâcib'i vesîle kıldı. Bu zât, zamânının en büyük Mâlikî âlimi olup, ilmi ile âmil idi. Sultânın yanında İzzeddîn bin Abdüsselâm hakkında konuşmuş olan kâdı ve âlimlere gitti ve onlara hitâben; "Size ne kadar şaşılır. Siz hak üzeresiniz de, başkaları bâtıl üzere mi? Hakkı konuşmanız gerekirken sustunuz. Allahü teâlânın rızâsını tercih etmediniz. Konuşanlarınız da, sanki İzzeddîn bin Abdüsselâm haksızmış gibi; "Sultâna bu ayda affetmek yaraşır." dedi. Bu öyle bir sözdür ki, onun suçlu olduğu mânâsını ifâde eder. Çünkü ancak suçlu affolunur. Siz ise sultâna, îtikâdınızın, İbn-i Abdüsselâm'ın söylediği şekilde olduğunu ezilerek ve korkarak söylediniz. Hâlbuki Selef-i sâlihîn ve sonra gelen âlimler bu îtikâd üzeredir. Onlara bu hususta ancak, bozuk îtikâdda olanlar karşı çıktılar. Allahü teâlâ, Bekara sûresinin kırk ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Hakkı, bâtıla karıştırıp da, bile bile gizlemeyin" buyuruyor" diyerek, hakkı gizleyip, hakka yardımcı olmadıkları için âlimleri kınadı. Daha sonra orada bulunanlara, İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın yazdıklarının doğru olduğuna dâir muvâfakat yazısı yazdırdı.

Diğer taraftan, İbn-i Abdüsselâm da sultandan, Şâfiî ve Hanbelî âlimlerinden müteşekkil bir meclis kurulmasını, bu mecliste Mâlikî ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimleri ve daha birçok İslâm âliminin de hazır bulunmasını istedi. Sultânın huzurunda kendisinin mektubu okunurken, kendisine muvâfakat gösteren âlimlerin, ilk önce sultânın kızgınlığı sebebiyle bir şey diyemediklerini, istemeyerek sultânın sözüne muvâfakat gösterdiklerini de bildirdi. Ayrıca; "İnanıyoruz ki, sultana hak olan îtikâd iyice anlatıldığında ona rücû' edecek, kendisine yanlış ve bozuk fikirleri doğru imiş gibi söyleyenlerin cezâsı verilecektir. Sultana, babası Âdil'in (Allahü teâlâ ondan râzı olsun ve ona rahmet eylesin) yolundan gitmek lâyıktır. Çünkü o, bozuk îtikâdda olan kimselere gerekli dersi verdi ve onları hor ve hakîr eyledi" dedi. İbn-i Abdüsselâm'ın bu isteği sultâna ulaşınca, sultan kâğıt kalem isteyip, şunları yazdı:

"Bismillâhirrahmânirrahîm! Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın bir meclis kurulup, kâdıların ve âlimlerin burada hazır bulunarak îtikâd meselesini görüşmelerine dâir isteği bana ulaştı. Fetvânı tetkîk ettim. Böyle bir toplantıya ihtiyaç bırakmıyor. Biz, Resûlullah efendimizin haklarında; "Benim sünnetime ve bundan sonra gelen Hulefâ-i Râşidîn'in yoluna yapışınız" buyurduğu, dört halîfenin (r.anhüm) yoluna ve dört mezheb imâmının yoluna tâbiyiz. Nefsin arzu ve isteklerine hâkim ve gâlib olan, hakka tâbi olan ve bid'atlerden korunmuş kimseler için bunlara tâbi olmak kâfidir. Hadîs-i şerîfte; "Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana Allahü teâlâ la'net etsin." buyurulmuştur. Kim fitneyi uyandırmaya teşebbüs ederse, ona gerekli mukâbelede bulunuruz." Mektubu İbn-i Abdüsselâm'a gönderdi. İbn-i Abdüsselâm'a mektup ulaşınca, okuduktan sonra şöyle bir cevap yazdı:

Bismillâhirrahmânirrahîm! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Rabbin hakkı için, biz onların hepsine muhakkak sûrette, yapmakta oldukları şeylerden soracağız (ve cezâlarını vereceğiz)" (Hicr sûresi: 92-93) buyuruyor. Kudreti, kelâmı yüce, rahmeti umûmî, nîmeti bol olan Allahü teâlâya hamd eder, sonra derim ki; şüphesiz Allahü teâlâ, Habîbine meâlen şöyle buyurdu: "Eğer yeryüzündeki insanların ekserisine (ki onlar câhil ve kâfirlerdir) uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar, ancak zan ardından yürürler (babalarının gittiği yolu hak zannederler) ve sâdece yalan uydururlar." (En'âm sûresi:116). Allahü teâlâ, kullarına nasîhat için kitaplar indirip, Peygamberler (aleyhimüsselâm) gönderdi. Saâdet sâhibi, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınan kimsedir. Allahü teâlâ, Hucurât sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey îmân edenler! Eğer size bir fâsık, bir haber getirirse, onu araştırın (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkîk edin). Değilse, bilmiyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişmân olursunuz." buyuruyor. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından kaçmak en başta gelen vazifemizdir. Bir meclis kurulup, âlimlerin orada toplanmasını taleb etmem, hem sultâna, hem de müslümanlara nasîhatta bulunmak içindi. Çünkü Resûlullah efendimize; "Din nedir?" diye sorulunca, Resûl-i ekrem; "Din, nasîhattır. Din nasîhattır. Din nasîhattır" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Kimin için yâ Resûlallah?" deyince, O da; "Allahü teâlâ için, Kur'ân-ı kerîmi için, Reûlü için, müslümanların imâmları için ve bütün müslümanlar için" buyurdu. Allahü teâlâ için nasîhat, insanlara, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmalarını; Allahü teâlânın kitabı için nasîhat, O'nun ile amel etmeyi; Resûlullah için nasîhat, Sünnet-i seniyyeye uymayı; müslümanların imâmları için nasîhat, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymalarını tavsiye etmek; müslümanlar için nasîhat, onlara Allahü teâlâya yaklaştıracak şeyleri göstermektir. İşte ben de, bu mese-lede üzerime düşen vazifeyi yerine getirmiş bulunuyorum.

Bu meselede verdiğim cevaplara, Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimleri muvâfakat göstermişlerdir. Verdiğimiz bu cevaplara karşı gelenler, Allahü teâlânın kıymet vermediği alalâde kimselerdir. Verdiğimiz cevapları kabûl etmemek, dînen câiz değildir. Onun kabûl edilmemesi mümkün değildir. Eğer bu bahsettiğim âlimler, sultânın meclisinde hazır bulunsa idiler, sultan sözümüzün doğruluğunu gâyet iyi anlardı. Sultan bu mevzuyu tahkîk etmeye, derinlemesine tedkîk etme imkânına herkesten daha çok muktedirdir. Cevâbım huzurlarında okunduğu zaman, orada bulunup da sultânın kızgınlığını görünce susmayı tercih eden âlimler de, benim sözümü bizzât yazılarıyla tasdîk etmiştir. Eğer sultânı o derecede bir kızgınlık hâlinde görmese idiler, muhakkak sultânın huzurunda, bu son sözleri gibi söylerlerdi.

Bütün bunlarla berâber, benim söylediklerim ve bana bu hususta muhâlefet edenlerin sözleri yazılır. Bütün İslâm âleminde ilmî mevzularda kendilerine mürâcaat edilen, güvenilir, büyük âlimlerden bu mesele hakkında bilgi istenir. Ben, sultânın meseleye vâkıf olması için, mûteber âlimlerin kitaplarını kaynak olarak hazırlarım.

Yine bana, akîdeleri bozuk o kimselerin, sultâna İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin Kur'ân-ı kerîmi hafife aldığının söylendiği ulaştı. Hâlbuki İmâm-ı Eş'arî'nin yolunda gidenlerle, bütün müslüman âlimler arasında, Kur'ân-ı kerîme hürmet etmenin vâcib olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur. Hem bize göre, Kur'ân-ı kerîmi veya O'ndan bir şeyi (âyet-i kerîme, sûre-i şerîfeyi) aşağılayan, onlara kıymet vermeyen kimse kâfir olur, dînî nikâhı bozulur. Cenâzesi yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz, müslüman mezarlığına defnedilmez. Özellikle bir yere atılıp, yırtıcı hayvanların yemesine bırakılır.

Allahü teâlânın kelâmı hakkında bizim îtikâdımız şöyledir: Allahü teâlânın kelâmı kadîmdir, ezelîdir, zâtı ile kâimdir. Yüce zâtı, hiçbir mahlûka benzemediği gibi, kelâm-ı kadîmi de hiçbir mahlûkun kelâmına benzemez. Bununla berâber, mushaflara yazılır, gönüllerde saklıdır ve dillerimiz ile okuruz. Kim böyle inanmazsa, müslümanların îtikâdından ayrılmış olur. Böyle inanmayan ahmak ve câhildir.

Burada şunu belirtmek isterim ki, dinde olmayan şeyleri ortaya çıkaran, îtikâdı bozuk bid'at ehline gerekli cevapları verip, onların sözlerini delîl ve vesikalarla çürütmek, aslâ fitne çıkarmak değildir. Çünkü Allahü teâlâ, bildiklerini açıklayıp, gizlememelerini âlimlere emir buyurdu. Emre uymayanları lânetledi. Kim ki, Allahü teâlânın emrine uyar, O'nun dînine yardımcı olursa, Allahü teâlâ onları lânetlemez. Aksi takdirde bu lânete müstehak olurlar.

İctihâd ile ilgili hususa gelince, îtikâd mevzuunda sâdece Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdındayım. Ancak âlimler arasında füru' ile ilgili hususlarda ihtilâf vardır (Bu da müslümanlar için, rahmettir).

Bu işte sâlim olan yolun hangisi olduğunu da söyledik. Size lâyık olan, babanızın yolunu tâkib etmektir. Babanız Sultan Melik Âdil, Allahü teâlânın dînini yükseltmek için çalıştı ve O'nun için çalışanlara yardımcı oldu. Biz, sâdece zâhire göre hükmederiz. Herkesin içini Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlâya hamdolsun, Resûlullah efendimize ve O'nun Ehl-i beytine, Eshâbına ve O'nun yolunda gidenlere salât ve selâm olsun."

İbn-i Abdüsselâm mektubu yazıp bitirince, hiç beklemeden ve tereddüt göstermeden mektubu kapatıp mühürleyerek elçiye verdi. İzzeddîn bin Abdüsselâm bu mektubu yazarken, yanında zamânın büyük âlimlerinden bir zât ve İbn-i Abdüsselâma mektup yazarken sultanın yanında bulunan âlimlerden bir kısmı da vardı. Onlar, Sultan Eşref'ten gelen mektubun muhtevâsını gâyet iyi biliyorlardı. Bu mektup gelince çok korktular ve İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın sultâna cevap vermekten âciz kalacağını zannettiler. Fakat İbn-i Abdüsselâm'ın derhal mektup yazdığını görünce, hepsinin önceki zanları tamâmen yok oldu. Yanında bulunan büyük âlim, İbn-i Abdüsselâm'ın bu cevâbını çok beğenip, bunun, Allahü teâlâ tarafından verilen ilâhî bir yardım olduğunu söyledi.

Mektup sultâna okununca, Sultan Eşref çok kızdı. İbn-i Abdüsselâm'a muhâlif olan bid'at ehli kimseler, onun işinin bittiğine inanıyorlardı. Sultan, sarayında hocalık yapan ve İbn-i Abdüsselâm'ı çok seven Garez Halîl'i yanına çağırdı. Yazdığı mektubu ona vererek; "Bunu doğru İzzeddîn bin Abdüsselâm'a götüreceksin ve acele olarak cevâbını getire-ceksin." dedi. Garez Halîl, hemen İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın huzûruna gitti. Huzûrunda son derece sevgi ve edeble oturarak, sultânın elçisi olduğunu söyledi. Sonra; "Vallahi hakkınızda düşmanlık yapıyorlar. Sen, işin başında sultanla görüşmemen sebebiyle, kendi aleyhine, onların lehine iş yapmış oldun. Eğer sultan seni bir defâ görmüş olsaydı, bunlardan hiçbiri meydana gelmezdi. Çünkü, senin sultan yanında derecen ve kıymetin çok yüksektir. Sultan bana, senin yanına gelip, sana üç şartı olduğunu söylememi istedi. Birincisi; fetvâ vermeyeceksin, ikincisi; hiç kimse ile görüşmeyeceksin, üçüncüsü; evinden ayrılmayacaksın." dedi. Bunun üzerine İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Ey Garez! Bu şartlar, Allahü teâlânın bana olan nîmetleridir. Devamlı şükrü gerektirir. Fetvâlara gelince, ben de zâten onun ile uğraşmak istemiyordum. Ben inanıyorum ki, müftî, Cehennemin kenarındadır. Eğer Allahü teâlâ fetvâ vermeyi bana vâcib kılmamış olsaydı, bu iş ile aslâ meşgûl olmazdım. Şimdi ise artık mâzurum. Bu vücub benden düştü. Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. İnsanlarla görüşmemem ve evimden ayrılmamam husûsuna gelince, ben hâl-i hazırda evimde bulunuyorum. Ey Garez! Evimden ayrılmamam, kendimi Rabbime ibâdete vermem, benim için büyük bir saâdettir. Sa'îd o kimsedir ki; evinden ayrılmaz, orada günahlarından dolayı gözyaşı döker. Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olmam, Allahü teâlânın bana bir hediyesidir. Hak teâlâ bunu bana sultânın vâsıtası ile nasîb eyledi. Ancak o kızgın, ben ise sevinçli ve rahatım. Vallahi ey Garez! Eğer yanımda hediye edilecek bir elbise olmuş olsaydı, benim için müjde durumunda olan bu mektuba karşılık, sana o elbiseyi verirdim. Fakat şu seccâdeyi al, üzerinde namaz kılarsın" dedi. Garez Halîl de seccâdeyi kabûl edip öptü. Sonra vedâ edip oradan ayrıldı. Sultânın yanına gitti ve olanları ona anlattı. Sultan orada hazır bulunanlara; "Bana ne yapacağımı söyleyin. İbn-i Abdüsselâm, cezâyı nîmet gören bir zâttır. Onu kendi hâline bırakalım." dedi.

Bu şekilde üç gün geçtikten sonra, Hanefî mezhebinin en büyük âlimi Allâme Cemâlüddîn Husayrî, bir merkebe binip talebeleriyle sultânın yanına gitti. Cemâlüddîn Husayrî, ilmiyle amel eden, mübârek bir zâttı. Sultan Eşref'e, Cemâlüddîn Husayrî'nin geldiği haber verilince, adamlarını gönderip onu surların içine aldılar. Sultânın sarayına kadar merkep üzerinde gitti. Sultan, Cemâlüddîn Husayrî'yi görünce, ayağa kalkıp ona doğru yürüdü. Ona çok iltifât ederek yanına oturttu. Ramazân-ı şerîf olduğundan, Cemâlüddîn Husayrî sultânın yanına girdiğinde iftar vaktiydi. Müezzin ezân okuyunca, hep birlikte cemâatle namaz kıldılar. Namazdan sonra orucunu açması için bardakla su getirdiler. O da bu suyu Husayrî hazretlerine uzattı. O; "Senin yiyecek ve içeceğin için buraya gelmedim." deyince, sultan; "Emriniz başım üstünedir." dedi. Cemâlüddîn Husayrî de sultana; "Seninle İzzeddîn bin Abdüsselâm arasında ne var? O, öyle bir kimsedir ki, eğer Hind memleketinde veya dünyânın en ücrâ bir köşesinde olsaydı, sultanın onun bereketinden hem kendisi, hem de memleketi istifâde ederdi. Ayrıca başka memleketlere karşı iftihâr etmesi için onu memleketine getirmesi gerekir." dedi. Bunun üzerine sultan; "Bende onun bizzat kendi eliyle yazdığı ve akîdesini anlatan kâğıtlar var. Sen de oku, onun hakkındaki kararını ver." deyince, Cemâlüddîn Husayrî, İbn-i Abdüsselâm'dan gelen ve Ehl-i sünnet îtikâdını anlatan yazıları sonuna kadar okudu ve; "Bu, müslümanların îtikâdı, sâlihlerin şiârı, müminlerin yakînidir. Burada yazılanların hepsi doğrudur. Bunlara karşı çıkan, yanlış yoldadır." dedi. Sultan bu sözleri duyunca, İbn-i Abdüsselâm ile arasında geçenleri anarak, Allahü teâlâdan af ve magfiret diledi, hatâsını telâfi etmek için İbn-i Abdüsselâm'a bir adam gönderdi. Hakkını helâl etmesini ve onunla görüşmek istediğini bildirdi. Sultan, Cemâlüddîn Husayrî ile görüşmeden önce, bid'at ehli kimselerin sözlerine göre hareket ediyordu. Bu yüzden onlar, en parlak devirlerini yaşıyorlardı. Ancak Husayrî hazretleri sultanla görüşüp, hak olan Ehl-i sünnet îtikâdı meydana çıkınca, bid'at ehlinin bozuk akîdelerini yayma çalışmalarının önüne geçilmiş oldu. Cemâlüddîn Husayrî, mücâdele ve münâzaa kapısını kapatmak için, kelâm meseleleri üzerinde konuşmaktan sakınılmasını, bu mevzuda hiç kimsenin herhangi bir şekilde fetvâ vermemesini söyledi. Böylece uzun süre bid'at ehli sesini çıkaramadı.

Şemsüddîn ibni Cevzî, zamânının büyük vâizlerinden idi. Herkesin hürmet ve kabûlünü kazanmıştı. Vâz ederken çok tesirli konuşurdu. Hem kendisi ağlar, hem de cemâatı ağlatırdı. Cemâat, meclisinden kendilerinden geçmiş olarak ayrılırlardı. Vâzlarını Cumartesi günleri verirdi. Bir gün Şemsüddîn ibni Cevzî, Sultan Eşref'in yanına geldi. Şemsüddîn ibni Cevzî, sultanın huzûruna girince, sultan kendisine; Mekâsîd-üs-Salât kitabını verdi ve; "Bu kitabı oku." dedi. Okuduktan sonra, "Bu kitap çok güzeldir. Bir benzeri yazılmamıştır." dedi. Bunun üzerine Sultan, ona; "Bu kitabı, vâz meclisinde insanlara okumaları için tavsiye et." dedi.

Şemsüddîn ibni Cevzî, vâz vermek için kürsüye çıkıp, Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât ve selâmdan sonra şöyle dedi: "Biliniz ki, bedenî ibâdetlerin en fazîletlisi namazdır. Namaz, kişiyi Rabbine yaklaştırır. Mekâsıd-üs-Salât kitâbına çok önem veriniz. Bu kitabı, büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm yazmıştır. Bu kitabı iyi anlayınız ve onu iyi ezberleyiniz. Onu çocuklarınıza ve yakınlarınıza öğretiniz. Bu kitabın faydası pek çoktur." Bundan dolayı çok yazıldı ve herkes tarafından okundu.

Bu hâdiselerden sonra, İbn-i Abdüsselâm'ın sultanın yanında yeri çok yükseldi. Sultan ölüm hastalığında iken, yakınlarından birisine; "İzzeddîn bin Abdüsselâm'a git. Seni çok seven Sultan-ı Âdil Ebû Bekr'in oğlu Mûsâ sana selâm söyledi. Zât-ı âlinizin gelmesini, kendisine yarın huzûr-i ilâhîde faydalı olacak şeyleri anlatmanızı ve duâ etmenizi ister de!" diye bildirdi. Haberci, sultânın dediklerini aynen İzzeddîn bin Abdüsselâm'a anlattı. O da bu teklifi kabûl etti ve; "Böyle bir ziyâret, en fazîletli ibâdetlerdendir. Çünkü bunda birçok faydalar vardır, inşâallah." dedi.

İbn-i Abdüsselâm kalkıp, sultânın yanına kadar gitti. Oraya varınca sultana selâm verdi. Mûsâ onu görünce çok sevindi ve hemen onun elini öptü. Sonra; "Ey İzzeddîn! Bana hakkını helâl et. Benim için Allahü teâlâya duâ et. Bana nasîhatlerde bulun!" dedi. O zaman İbn-i Abdüsselâm; "Ben, her gece, insanlara olan hakkımı helâl ediyorum. Ben kimsenin bende bir hakkı olmadan gecelerim. Bunun mükâfâtını ve karşılığını Allahü teâlâdan bekliyorum. İnsanlardan aslâ bir karşılık beklemiyorum. Ecrimin Allahü teâlâdan olup, insanlardan olmaması bana her şeyden daha kıymetlidir. Sultana duâ etmeme gelince, çoklukla ben ona duâ ediyorum. Çünkü sultanın durumu iyi olursa, İslâmın ve müslümanların durumu da iyi ve güzel olur. Allahü teâlâ sultana, yarın huzûr-i ilâhîde yüzünü ak edecek şeyleri görmek nasîb eylesin." dedi. Sultan bu ziyâretten ve İbn-i Abdüsselâm'ın sözlerinden memnun kalarak; "Allahü teâlâ sana hayırlar versin." dedi.

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Resûlullah'ın ve Eshâbının yolunda olmayanı havada uçar görsem, yine doğruluğunu kabûl etmem.

 

BİR DUÂSI KÂFİYDİ

 

Evliyânın büyüğü, esseyyid Ebü'l-Vefâ,

Köylerden birisine, uğramıştı bir defâ.

 

Biri gelip dedi ki: "Bu köyde bir büyük var,

Âlimdir, kendisine, her kişi saygı duyar.

 

O zât çok hasta olup, babamdır benim hattâ,

Ayağa kalkamıyor, yatıyor hep yatakta."

 

Ebü'l-Vefâ dinleyip, köylünün bu derdini,

Gidip ziyâret etti, evinde pederini.

 

Lâkin keşif yoluyla, anladı ki orada,

Saplanmış o ihtiyar, bozuk bir îtikâda.

 

Buyurdu: "Şifâ bulup, kalkar isen yataktan,

Rücû edecek misin, bu bozuk îtikâddan?"

 

O dedi ki: "Elbette, şifâ bulursam eğer,

Sana tâbi oluruz, köy halkıyle berâber."

 

O zaman Ebü'l-Vefâ, kalktı ve kıldı namaz,

Şifâ bulması için, eyledi duâ niyâz.

 

Sonra o ihtiyarın, kollarından tutarak,

Buyurdu ki: "Allah'ın, izni ile haydi kalk!"

 

Hastalık yokmuş gibi, bedeninde sanki hiç,

Kalktı hemen ayağa, oldu sağlam, hem de dinç.

 

Ebü'l-Vefâ giderken, buyurdu ki son defâ:

"Bu tövbeni bozmayıp, ahdine eyle vefâ.

 

Eğer ki benden sonra, bozarsan bu tövbeni,

Bil ki aynı hastalık, gösterir kendisini."

 

Sonra gitti o köyden ve geçti birkaç sene,

Lâkin sâdık kalmadı, o kişi o sözüne.

 

Tövbesini bozarak, yapınca bu hatâyı,

Hastalanıp çağırdı, yine Ebü'l-Vefâ'yı.

 

Lâkin o buyurdu ki: "Söylemiştim ben ona,

Demek ki râzı oldu, o kendi zararına.

 

Merhamete müstehak, değildir böyleleri,

Velînin attığı ok, çıkınca dönmez geri."

 

Son asır İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyâdan Yûsuf Nebhânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânın büyük velîsi Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin hac yolculuğu sırasında, onu ziyâret edip elini öptü. Bereketli sohbetinde bulunup istifâde etti. 1892 senesinde Hicaz’a giderek hac vazîfesini yerine getirdi. Mübârek ve mukaddes makamları ziyâret etti. Senelerce Medîne-i münevverede kalıp incelemelerde bulundu. Orada bulunduğu sırada Vehhâbîlerin Eshâb-ı kirâmın, âlim ve velîlerin kabirlerine ve onların yaşayışlarına karşı olan tutumlarını inceleme fırsatı buldu. Yazdığı Şevâhidü’l-Hak kitabında İbn-i Teymiyye’nin ve Vehhâbîlerin bozuk fikir ve inanışlarını reddetti. Bu eserinde ayrıca Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini, hazret-i Muâviye ile Amr bin Âs hazretlerinin yüksekliklerini ve İslâmiyete olan hizmetlerini anlattı. Câmiü’l-Ezher Üniversitesi profesörlerinden Allâme Şeyh Ali Muhammed Beblâvî Mâlikî, Allâme Şeyh Abdurrahmân Şerbînî, Şeyh Ahmed Hüseyin Şâfiî, Şeyh Ahmed Besyânî Hanbelî, Ârif Allâme Süleymân Şübrâvî, Şeyh Abdülkâdir Râfiî, Mısır Başmüftüsü Allâme Bekrî Muhammed Sadefî, Müderris Muhammed Abdülhay Kettânî İdrîsî Fâsî, Allâme Seyyid Ahmed Bey Şafiî, Allâme Şeyh Saîd-i Mûcî, Allâme Şeyh Muhammed Halebî ve daha pekçok Ehl-i sünnet âlimleri, Yûsuf Nebhânî’nin yazdığı Şevâhidü’l-Hak kitabını beğenmişler, uzun yazıları ile övmüşlerdir.

Yûsuf Nebhânî hazretleri Şevâhidü’l-Hak kitabında, Vehhâbîlerin; “Mutlak ictihad her zaman vardır.” demelerinin yanlış olduğunu, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem ve bütün evliyânın mezarlarını ziyâret için uzak yerlere gitmenin uygun olduğunu, Resûlullah efendimizi ve evliyâyı vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etmenin meşrû ve câiz olduğunu, dört hak mezhebdeki âlimlerin, İbn-i Teymiyye’nin çıkardığı bid'atlere karşı olan yazılarını bildirmektedir.

Yûsuf Nebhânî hazretleri ilmiyle amel eden fazîlet sâhibi derin âlim ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret eden velî bir zâttı. Her sözü ve hareketi Allahü teâlânın emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine uygundu. Allahü teâlânın velî kullarını çok sever, onların yüksek hallerini ve menkîbelerini anlatırdı. Bu sebeple evliyânın kerâmetlerinin hak olduğunu ve onların pekçok kerâmetlerini ve kısa hal tercümelerini anlatan iki cildlik Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ adlı eserini yazdı. İçinde binlerce velînin kerâmetleri bulunan bu kitabı 1911 yılında Mısır’da basıldı.

Yûsuf Nebhânî hazretleri, ilim ve fazîlette yüksek bir zât olduğu gibi, bütün gücüyle Ehl-i sünnet dışı zararlı ve reformcu cereyanlarla mücâdele etti. Hakîkî kurtuluş yolu olan Ehl-i sünnet vel-cemâati müdâfaa etti. Bu sebeple Vehhâbîler ve kendilerinin selefi olduğunu iddiâ eden reformcu çevreler, bu büyük zâtı sevmezler, isminden ve eserlerinden bahsetmezler.

Osmanlı Devletinin son zamanlarında yaşayan Yûsuf Nebhânî hazretleri, devletin parçalandığını ve yıkıldığını görmüş, İslâm düşmanlarının bilhassa İngilizlerin türlü hîleleriyle Türklerle Arapların birbirlerine düşman edildiklerine ve düşmanların maskarası durumuna düştüklerine şâhid olmuştu. Osmanlıların İslâmiyete yaptıkları hizmetleri takdir eden, ileri görüşlü bir zât olan Yûsuf Nebhânî hazretleri, H.1350 senesi Ramazan ayında Beyrut’ta vefât etti.

Zemlikânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin birçok eseri vardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılarak bozuk bir yol tutan ve sapık fikirler ileri sürerek, müslümanları doğru yoldan kaydırmağa çalışan İbn-i Teymiyye'nin sapık görüşlerinden olan talak ve kabir ziyâreti mevzûlarında, İbn-i Zemlikânî hazretleri, İbn-i Teymiyye’ye reddiye olarak Dürret-ül-Mudiyye fir-Reddi alâ İbn-i Teymiyye isminde bir risâle yazarak onun bozukluğuna ve tuttuğu sapık yolun kötülüğüne karşı müslümanları uyandırdı.