|
EHL-İ
SÜNNET – EHL-İ BİD’AT - 1
Velî ve hadîs âlimi
Abdurrahmân bin Mehdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ehl-i
sünnet vel-cemaat îtikâdına sarıl. Ehl-i bid'at ile oturup kalkma. Onların
yanına gitmek, onlara kıymet vermek olur."
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Şâfiî mezhebi fıkhında zamânının en büyük âlimi idi. Devrinde bâzı
câhil din adamlarının Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe'ye ve talebelerine
dil uzatanlara şiddetle karşı koyardı. Böyle düşüncelere kapılan bir talebesine
şöyle nasîhat etti:
Ey kardeşim! İmâm-ı A'zam Ebû
Hanîfe'ye ve onun mezhebini taklid eden fıkıh âlimlerine dil uzatmaktan kendini
koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın ahvâlini,
zühdünü, verâsını ve din işlerindeki ihtiyâtını, titizliğini bilmeyen, dinde
değişiklik yapanlara uyarak, onun delilleri zayıftır dersen, kıyâmette onlar
gibi felâkete sürüklenirsin. Sen de benim gibi, Hanefî mezhebinin delillerini
incelersen, dört mezhebin de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru
olduğunu, öğle güneşini görür gibi, açık olarak anlamak istersen, Ehlullah
yoluna sarıl! Tasavvuf yolunda ilerleyerek ilminin ve amelinin ihlâslı olmasını
başar. O zaman, İslâmiyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört mezhebin de, bu
kaynaktan alıp yaydıklarını, bu mezheplerin hiçbirinde, İslâmiyet dışında hiçbir
hüküm bulunmadığını anlarsın. Mezhep imâmlarına ve onları taklid eden âlimlere
karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları
kullarına saâdet yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar, insanlara
Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Cennet'e giden yolun öncüleridirler.
Horasan'ın büyük velîlerinden
Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Ehl-i sünnet
vel-cemâat olmanın şartlarını sorduklarında şöyle buyurdular:
Ehl-i sünnet ve cemâatten
olmanın şartları hakkında çok meseleler vardır. Bu meseleleri bilmek, namazı,
orucu, haccı bilmek gibi farzdır. Bunlar öyle farzdır ki, îtikâd doğru olup da,
namazda, oruçta ve diğer ibâdetlerde bir noksanlık olursa ve bu noksanlık kasden
olmazsa affedilebilir. (Eğer affolunmazsa, insan Cehennem'e girse bile, sonunda
yine kurtulur.) Fakat, Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında bir sarsıntı olursa,
bid'at sâhibi olunmuş olur. Ve bid'at sâhibini de Allahü teâlâ affetmez.
İtikâdda bid'at sâhibi olan bir kimseye azap vâcib olur. Ehl-i sünnet ve cemâat
îtikâdına sarılmak ve bid'atten çok sakınmak lâzımdır. Bu sözlerimizin
senetlerini de bildirelim ki, söylediklerimiz boş söz zannedilmesin.
Resûlullah efendimiz
buyurdular ki: "Allahü teâlâ, halîfelerime rahmet etsin." Denildi ki: "Yâ
Resûlallah! Sizin halîfeleriniz kimlerdir?" "Sünnetimi ihyâ edenler ve onu
Allahü teâlânın kullarına öğretenlerdir." buyurdu. Yine buyurdu ki: "Yâ Ebâ
Hüreyre! Sen insanlara benim sünnetimi öğret ki, kıyâmet gününde senin için
parlak bir nûr olsun. Önce ve sonra gelenler sana gıpta etsin." Yine buyurdu ki:
"Ben insanlarla, onlar "Lâ ilâhe illallah" diyene kadar savaşmakla emrolundum.
İnsanlar bunu (Kelime-i tevhîdi) söyleyince, benden kanlarını ve mallarını
korumuş olurlar. Ancak İslâmiyetten doğan haklar bundan müstesnâdır. Onların
hesapları ise (kalblerindekini bilen) Allahü teâlâya âittir." Yine buyurdu ki:
"Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yalnız biri Cennet'e girecek,
ötekilerin hepsi Cehennem'e gidecektir." Yine buyurdu ki: "Şefâatim, Kelime-i
şehâdeti ihlâs ile söyleyen, dili kalbini, kalbi de dilini tasdîk eden kimse
içindir." Bu tür haberler çoktur. Daha fazlasını söylersek söz uzar. Allahü
teâlâya ve Resûlüne îmân etmiş olan mümin ve îtikâdı düzgün bir kimseye bu
anlattıklarımız yeter. Eğer buna îmânı yoksa, onun sünnet ve cemâat ile zâten
alâkası yoktur. Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve cemâatin meseleleri, alâmetleri
çoktur. Ama onun esası ve kâidesi on meseleye dayanır. Bu on meseleyi mutlaka
bilmek lâzımdır.
Ebü'l-Hasan bin Ali'nin
bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Sünnet ve
cemâat üzere olana, Allahü teâlâ her bir gün için, bin nebî sevâbı yazar ve her
bir gün için, ona Cennet'te bir şehir binâ eder. Kaldırdığı ve koyduğu her adım
için ona on iyilik yazar. Cemâat ile namaz kılana, her bir rekati için bir şehid
ecri (sevâbı) yazar."
Eshâb-ı kirâm, (aleyhimürrıdvân)
dediler ki: "Yâ Resûlallah! Bir kişinin sünnet ve cemâat, üzere olduğu ne zaman
(ne ile) bilinir?" buyurdular ki:
"Şu on haslet kendisinde
mevcut ise (o kişinin Ehl-i sünnet ve cemâat üzere olduğu) bilinir: 1) Cemâati
terk etmez, 2) Eshâbımı söz ile kötülemez, sövmez. 3) Bu ümmete (müslüman
ümmete) kılıçla karşı çıkmaz. Kılıç çekmez. 4) Kaderi tekzîb etmez (kadere
inanır), 5) Îmânda şüphe etmez, 6) Allahü teâlânın dîninde münâzaa (îtirâz,
münâkaşa) etmez, 7) Ehl-i kıble olarak ölen kimsenin cenâze namazını kılmayı
terk etmez, 8) Tevhîd ehli bir kimseye günahı sebebi ile (büyük bir günah işlese
bile) kâfir demez, 9) Seferde ve hazerde (mukim ve yolcu iken) mest üzerine
meshi terk etmez, 10) İyi veya günahkâr olan imâmın arkasında namaz kılar ve
cemâati terk etmez. Bu hasletlerden birisini terkeden, sünnet ve cemâati
terketmiş olur."
Gerek hadîs-i şerîfler ile
bildirilen, gerek din imâmlarımız tarafından Ehl-i sünnetin şiârı olarak,
Selef-i sâlihînden bize ulaşan bu on haslete sâhip kimsenin, Ehl-i sünnet ve
cemâatten olduğu anlaşılır. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" diyen
kimsenin, erkek olsun kadın olsun, iyi olsun kötü olsun, mümin olduğu kabûl
edilir. Ona kız verilir ve onunla evlenilir. Ona müminlerden mîrâs düşer. Onun
mîrâsı da müminlere düşer. Ona müminlere âit hükümler tatbik edilir. Vefât
ettiği zaman cenâze namazı kılınır. Müminlerin kabristanına defn olunur. Eğer
Kelime-i şehâdeti kalbi ile de tasdîk ederek gönülden söyleyip ve bu hal üzere
Allahü teâlâya kavuşmuş ise, onun yeri Cennet'tir. Eğer kalpten söylememiş ise,
münâfık olur. Zâhire göre şehâdet söylediği için, onu müminlerin ahkâmına tâbi
tutarlar. Eğer nifak üzere Allahü teâlânın huzûruna varırsa, onun yeri dereke-i
esfel (Cehennem'in en aşağı derecesi) olur. Şöyle ki, Nisâ sûresinin 145. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Muhakkak ki münâfıklar, Cehennem'in en aşağı
tabakasındadırlar (Cehennem'in dibindedirler)..." buyruldu.
Kelime-i şehâdeti söyleyen
bir kimseye, töhmet (suçlama) ve taassub (husûmet) ile, mümin değildir, demek
için kimseye müsâade verilmemiştir. Nitekim Nisâ sûresinin 94. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "...Size İslâm selâmı veren kimseye, dünyâ hayâtının geçici
nîmet ve menfaatine göz dikerek sen mümin değilsin demeyin..." buyruldu. Öyle
ki, Kelime-i şehâdet söyleyenlerin hepsini mümin kabûl etmelidir. Büyük
günahları varsa, bu sebeple kendilerine küfür ve nifak damgasını vurmamalıdır.
Kendi îmânında ve onların îmânında şüphe etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ,
günâhkârları mümin olarak isimlendirdi ve Nûr sûresi 31. âyet-i kerîmesinde
meâlen; "....Ey müminler! Hepiniz Allahü teâlâya tövbe ediniz ki, dünyâ ve
âhiret saâdetine kavuşasınız!" buyurdu. Âsîlere tövbeyi emreden, olanların
îmânını kabûl eden Allahü teâlâya muhâlefet etmek uygun değildir. Allahü
teâlânın bu emrinde şüphe etmek ve bunu reddetmek de aslâ câiz değildir.
Müminlerin sözünü ve şehâdetini reddetmek ve onları yalancı zannetmek de hiç
uygun değildir. Çünkü ateşperest, putperest, yahûdî gibi küfür, şirk ve dalâlet
ehli bir kimseden bu Kelime-i şehâdeti işiten bir mümin bunu işittiğine dâir
şâhidlik ederse, bütün İslâm kâdıları, o kimsenin müslüman olduğuna
hükmederler."
Kerâmet sâhibi evliyâ
zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden Hasan bin Ali
Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Fudayl bin Iyâd hazretlerinin şöyle
buyurduğunu nakletmiştir: "Ehl-i sünnet bir kimseyi görünce, sanki Eshâb-ı
kirâmdan birini görmüş gibi olurum. Bid'at ehli birini gördüğüm zaman da,
münâfıklardan birini görmüş gibi olurum."
"Bid'at ehli ile oturana,
hikmet verilmez. Bid'at ehli ile oturanın üzerine lânet inmesinden korkarım. Kim
bid'at ehlini severse, Allahü teâlâ onun amelini yok eder ve kalbinden İslâm
nûrunu çıkarır."
"Bid'at sâhibini üstün tutan,
dînin yıkılmasına yardım etmiş olur. Kim bid'at ehline güler yüz gösterirse,
dîni hafife almış olur. Bid'at ehlinin cenâzesine katılan, ayrılıncaya kadar
Allahü teâlânın gazâbından kurtulamaz. Gayr-i müslim ile yemek yerim, fakat
bid'at ehliyle sofraya oturmam. Bid'at ehli ile aramda demirden bir kale olması,
bana çok sevimli gelir. Bid'at sâhibine buğzeden kimsenin ameli az da olsa,
Allahü teâlâ onu affeder... Bid'at ehlinden yüzünü çevirenin kalbini, Allahü
teâlâ îmân ile doldurur. Bid'at ehlini hakîr gören kimsenin, Allahü teâlâ
Cennet'te derecesini yüz derece yükseltir. Ebediyyen bid'at sâhibi olma!"
Evliyânın büyüklerinden,
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Sâdıklar ve hakîkate erenler sözbirliği ile diyoruz ki: "Sırât-ı müstakîm, yâni
şaşmayan doğru yol, Ehl-i sünnet vel-cemâatin yoludur."
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) H.1322 de Hicaz'a gitti. Hac ibâdetini yerine getirdi
ve Medîne-i münevvereye giderek Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret
etti. Orada bulunduğu sırada Mekke'deki zâlim bir vâliden ve Mısır'da bulunan
bid'at ehli, Ehl-i sünnet müslümanlarla alay eden, mezhepleri kabûl etmeyen,
tasavvufu ve tasavvuf ehlini küçük gören, sâlihlerin ve evliyânın kabirlerini
ziyâreti inkâr eden bir âlimden bahsettiler. Bu kişilerin hâlini duyan Muhammed
Emin Erbilî hazretleri din gayretiyle üzüldü. Peygamber efendimizin kabr-i
şerîfini ziyâret etti. Bu ziyâret esnâsında Allahü teâlâdan Mekke ve Mısır
halkına yardım etmesini diledi. Bu iki kimsenin durumunu Resûlullah efendimize
ağlayarak arz etti. Bir gece boyunca Mescid-i Nebîde oturup duâ ve niyazda
bulundu. Resûlullah efendimizin feyz ve nûrlarına kavuştuktan sonra kendini
Mısır'da gördü. Büyük bir akrebin başı Ezher Medresesinin kıble tarafında,
kuyruğu ise Ezher Medresesinin Müzeyyineyn kapısının dışındaydı. İnsanlar korku
ve dehşet içinde kıvranıyorlardı. Muhammed Emin Erbilî hazretleri elindeki asâ
ile o akrebe vuruyordu. Nihâyet o akrebin öldüğü veya ölmek üzere olduğu
kanâatine varıldı. Muhammed Emin Erbilî hazretleri, insanlara; "Onun üzerine
ayaklarınızla basınız ve ondan korkmayınız." buyurdu. Muhammed Emin Erbilî
hazretleri hal olarak bir anda kendini Mekke-i mükerremede buldu. Mısır'da
öldürülen akreb büyüklüğünde bir yılan gördü. O yılanı da asâsıyla vurarak
öldürdü. Sonra kendisine geldiğinde, Resûlullah efendimizin huzûrunda olduğunu
anladı. Bu hâlini talebelerinden birine anlatınca, talebesi; "Bu hâli nasıl
yorumluyorsun?" diye sordu. Muhammed Emin Erbilî hazretleri; "O iki kimsenin
hâlidir. Her ikisi de yakında helâk olacaklardır." buyurdu. Kısa bir zaman sonra
zâlim vâlinin ve bid'at sâhibi olan âlimin öldüğü haberi duyuldu.
Horasan taraflarında yaşayan
büyük velîlerden, tefsîr, kelâm ve hadîs âlimi Muhammed bin Eslem Tûsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) yanlış ve eğri yollara sapmamayı tavsiye eder, hak ve hakikatı
insanların anlayabileceği şekilde geniş olarak anlatırdı. Bu hususta şöyle
rivâyet ettiler. Abdullah ibni Mes'ûd radıyallahü anh şöyle anlatıyor:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem doğru bir çizgi çizdi ve; "Bu Allah
yoludur." buyurdu. Sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan çizgiler çizip;
"Bu yolların herbirinde şeytan vardır ve kendine çağırır." buyurdu ve; "Doğru
yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz" (En'âm sûresi: 53)
meâlindeki ayet-i kerîmeyi okudu.
Resûlullah efendimiz; "Benî
İsrâil (İsrâiloğulları), yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi
Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (yâni hıristiyanlar)
da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem'e gitmiştir. Bir zaman
sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi
Cehennem'e gidip, yalnız bir fırka kurtulur." buyurdu. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü
anhüm); "Yâ Resûlallah! Kurtulanlar kimlerdir?" diye sorunca; "Cehennem'den
kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir." buyurdular.
Muhammed bin Eslem Tûsî bu
hadîs-i şerîfi rivâyet ettikten sonra buyurdu ki: "İşte ben her işimde bu
hadîs-i şerîfi ölçü aldım. Karşılaştığım işler bunlara uygunsa yaparım, değilse
terkederim. İlim sâhibleri de böyle yapsa, Resûlullah efendimizin izinde gitmiş
olurlar. Fakat onları dünyâ ve mal sevgisi aldatıyor. Eğer hadîs-i şerîfte;
"Biri hâriç hepsi Cennet'e gidecek." denseydi biz o bir fırkada olmaktan
korkardık. Halbuki; "Biri hâriç hepsi Cehennem'e gidecektir" denmektedir."
Meşhur Osmanlı âlimi ve
kerâmetler sâhibi velî Abdülganî Nablüsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Ehl-i sünnet îtikâdını, farzları ve haramları öğrenmek farzdır.
Bunları öğretmek, kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek ve
Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini ve hadîs ilmini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh
bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi farz olan
bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyan mukallidler, âyetten ve hadîsden hüküm çıkarmak
ihtiyâcından kurtulur. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları
öğrenmek müstehâb olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Namaz kılacak kadar
Kur'ân-ı kerîm ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi,
nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. İbâdetlerinde ve günlük işlerinde
lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur.
Lüzûmundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden daha
sevâbdır. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve
hakîmlerin yâni Allahü teâlâya ârif olanların sözlerini ve hayatlarını öğrenmesi
de müstehâb olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı arttırır. Derin âlimler, fıkıh
bilgilerini, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar,
ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir."
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ İzzeddîn bin
Abdüsselâm
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Mısır‘da Sultan
Eşref'in çevresinde Kur'ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu söyleyen îtikâdları bozuk
kimseler vardı. Sultan, küçüklüğünden beri böyle kimselerin arasında yetişmişti.
Bozuk îtikâdlı bu kimseler, ona da dil uzatırlardı. Bunlar, Sultan Eşref'in
zihninde, kendilerinin Selef-i sâlihînin yolunda bulunduklarını, îtikâdlarının
Ahmed bin Hanbel'in ve Eshâb-ı kirâmın îtikâdının aynısı olduğu fikrini
yerleştirmişlerdi. Bunlar, Sultan Eşref'in İzzeddîn bin Abdüsselâm'a
hazretlerine meylettiğini görünce, onlar da ona meyleder görünüp şöyle demeye
başladılar: "İzzeddîn bin Abdüsselâm Eş'arî îtikâdındandır. Fakat bu îtikâda
aykırı işler yapar." Bunları duyan Sultan Eşref, onlara; "İzzeddîn bin
Abdüsselâm'ın böyle işler yapmayacağını, kendilerinin onun hakkında teassub
sâhibi olduklarını söyledi. Bunun üzerine onlar, kelâm ile alâkalı bâzı suâlleri
yazıp, İzzeddîn bin Abdüsselâm'a gönderdiler ve cevaplarını istediler. Bununla
niyetleri, İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın gerçek akîdesinin ne olduğunu Sultan
Eşref'e tanıtmak, böylece, îtikâdının kendi dedikleri gibi olduğunu ortaya
koymak sûretiyle sultânın gözünden düşürmek idi. Suâller İzzeddîn bin
Abdüsselâm'a ulaşınca; "Bunlar, beni imtihân etmek için yazılmış, bu meseleler
hakkında ne dediğimi öğrenmek istiyorlar. Fakat vallahi hak ne ise onu
yazacağım." dedi ve meşhûr akîdesini kaleme aldı. İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın bu
akâid yazısı şöyledir:
Allahü teâlâya hamd olsun ki,
O, İzzet, Celâl, Kudret, Kemâl, İnâm ve İfdâl sâhibidir. O birdir, Samed'dir
(Her yaratığın muhtaç bulunduğu eksiksiz bir mâbûddur). Doğmamış ve
doğurulmamıştır. O'nun benzeri yoktur. Cisim ve sınırlı değildir. Hiçbir şeye
benzemez. Hiçbir şey de O'na benzemez. Mahlûkâtı ve amellerini O yaratır.
Mahlûkların rızıklarını ve ecellerini O takdîr etmiştir. O'ndan gelen her nîmet,
O'nun fadl ve ihsânıdır. O'nun verdiği her cezâ da, adâletidir. Allahü teâlâ,
bid'at ehlinin söyledikleri hâllerden berîdir. Arş, Allahü teâlâyı taşımaz.
Bilakis Arş da, Hamele-i Arş da (Arş'ı taşıyan melekler de) O'nun kudretinin
lütfu ve ihsânı ile taşınırlar. Allahü teâlânın ilmi herşeyi kuşatmıştır. O'nun
ilminin hâricinde hiçbir şey yoktur. Hatırlarda ve gönüllerde bulunan
düşünceleri, zihin faâliyetlerini bilir. O hayy'dır. İrâde edicidir. Semî,
işitici, Basîr, görücü, Alîm, Kâdir'dir, kudret sâhibidir. Harf ve ses olmadan,
ezelî ve kadîm kelâmı ile konuşucudur. Kur'ân-ı kerîm yazılarına çok hürmet
etmek lâzımdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın kelâmına delâlet etmektedir.
Nitekim Allahü teâlânın isimlerine hürmet edilmesi de, bu isimler, O'nun zâtına
delâlet ettiği içindir. Aynı şekilde, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayı
temin eden, Allahü teâlâyı hatırlatan kimse ve şeylerin büyüklüğüne inanmak ve
O'na hürmeti gözetmek lâzımdır. Bu sebeple de peygamberlere (aleyhimüsselâm),
âbidlere, sâlihlere ve Kâbe-i muazzamaya hürmet etmek lâzım gelmektedir.
İmâm-ı Eş'arî'nin îtikâdı,
Allahü teâlânın Kitabında ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesinde
bildirilen doksan dokuz İsm-i şerîfin delâlet ettiği şeylerdir.
Allahü teâlâ ibâdet edilmeye
lâyıktır. O'nun Celâl sıfatı ve vasfedenlerin vasıftan ve saymaktan âciz kaldığı
kemâl sıfatları vardır.
Her şey Allahü teâlâya
muhtaçtır. Kur'ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; "Yerde ve gökte bulunan her şey
O'ndan ister." (Rahmân sûresi: 29) buyuruyor. Bütün mahlûklar, Allahü teâlânın
kudretindedir. Allahü teâlâ, Zümer sûresinin altmış yedinci âyet-i kerîmesinde
meâlen; "O kâfirler, Allahü teâlâyı gerektiği gibi takdîr edemediler
(büyüklüğünü anlıyamadılar). Hâlbuki kıyâmet günü, yer küresi tamâmen O'nun
tasarrufundadır. Gökler de O'nun yed-i kudretinde dürülmüşlerdir. Allah, onların
ortak koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir." buyuruyor.
Bozuk bir îtikâda sâhib olan
Haşeviyye, kendilerinin Selef-i sâlihînin mezhebi üzere olduklarını iddiâ
ediyorlar. Hâlbuki, Selef-i sâlihîn, Allahü teâlânın birliğine, hiçbir benzeri
olmadığına inanıyor, fakat Haşeviyye, Allahü teâlânın cisim olduğuna ve
mahlûklara benzediğine inanıyor.
Âlimler, peygamberlerin
vârisleridir. Onların, Peygamberlerin yaptığı gibi gerekli açıklamalarda
bulunması vâcibdir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüz dördüncü âyet-i
kerîmesinde meâlen; "İçinizde, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek,
kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunur. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir."
buyuruyor. Allahü teâlânın cisim olduğunu ve mahlûkuna benzediğini söylemek, en
büyük inkârdır. En büyük iyilik ise, tevhîd ve tenzîhdir. Selef-i sâlihîn,
bid'atler, dînimize sonradan sokulan hurafeler ortaya çıkmadan bu mevzularda
konuşmadı. Ancak, bid'atler zuhûr ettiği zaman, Selef-i sâlihîn, bid'atlere
büyük darbeyi vurarak, bid'at sâhiplerine en şiddetli bir şekilde karşı
koydular. Kaderiyye, Cehmiyye ve Cebriyye gibi bid'at ehli kimselere gerekli
cevapları verdiler. Böylece Allah yolunda nasıl cihâd yapılması gerekiyorsa,
öylece ilim ile cihâd yaptılar. Cihâd iki çeşitti. Bunlar: Söz ve yazı ile cihâd,
kılıç ve silâh ile cihâddır. |
|