|
EDEB – TERBİYE - 2
Ahmed Mekkî Efendi
(rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlere karşı fevkalâde hürmetkâr idi.
Talebelerinden birisi şöyle nakletmektedir: Bir gün hocamla birlikte başka bir
talebenin evine gidiyorduk. Orada ders vereceklerdi. Akşam ezânı da okunmak
üzereydi. Bir köşe başına geldiğimizde sokağa adım atacağı sırada durdu. Daha
sonra yolunu değiştirerek başka bir sokaktan ve daha çok dolaştıktan sonra
talebenin evine vardık. Ben hâlâ yolu niçin uzattığımızı anlayamamıştım. Bu
hâlimi anlayarak dedi ki: "Evlâdım o sokakta büyük bir âlim zât oturuyordu. Bu
ilim sâhibinin evinin önünden geçerken kendisinin hal ve hâtırını sormadan
geçmemiz uygun olmazdı. Kapısını çalsaydık, bu defâ da dar vakitte kendisini
sıkıntıya sokmuş olacaktık. Bu ise hiç uygun düşmeyecekti." O zaman anladım ki,
Ahmed Mekkî Efendi, ilim sâhibine olan edebinden kapısının önünden geçmemişti.
Büyük velîlerinden Ahmed
bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetine; "İnsan, terbiyesini
rabbinden almalı." diyerek söze başlar sonunda da; "Edebini Rabbinden alanı
hiçbir şey mağlûb edemez." derdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Mûsâ el-Acîl
(rahmetullahi teâlâ aleyh) bir kâfile ile hacca gitti ve âdeti üzere Mekke-i
mükerremeden, Resûlullah efendimizi ziyâret için, Medîne-i münevvere yoluna
koyuldu. Medîne'ye yaklaştıklarında bir eşkıyâ grubu ile karşılaştı. Kâfilede
herkes korktu ve telâşa düştü. Ahmed bin Acîl hazretleri sessiz olarak bir yerde
edeble durdu. Kâfiledeki Ali bin Yağnem adındaki zât, Ahmed bin Acîl
hazretlerinin yanına gelerek, böyle sakin beklemesinin sebebini sordu. O da; "Ey
Ali! Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne karşı edeb lâzımdır." deyip Medîne
cihetini gösterdi. Daha sonra da kâfilenin ilerlemeyip konaklamasını istedi.
Herkes bineklerinden indi. Orada bir gün bir gece beklediler. Haydutlar bu
beklemeyi fırsat bilip, yağma etmek için kâfileye daha çok yaklaştılar. İkinci
gün güneş doğunca, Medîne tarafından hızla askerî bir kuvvet geldi ve eşkıyâyı
kıskıvrak yakaladı. Kâfiledekiler, bu yardıma çok sevindiler ve bizim bu
durumumuzdan nasıl haberdâr oldunuz diye sordular. Onlar da; "Dün Medîne'de,
öğle vakti bir ses duyduk. Şöyle diyordu: Eşkıyâ, Ahmed bin Acîl'in bulunduğu
kâfileye hücûm edecek, hazırlanın, hazırlanın! Medîne vâlisinin emri ile hareket
ettik." dediler. Kâfilede bulunanlar, bu vaktin, Ahmed el-Yemenî'nin; "Edeb
lâzım." dediği vakit olduğunu anladılar.
Hindistan evliyâsından
Ahmed Şeybânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) fakirlere, tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet
ederdi. Hayvanına binmiş olarak giderken, böyle zâtlardan birini görse, hemen
iner, onun geçmesini bekler, ellerini bağlamış olarak hürmetle dururdu.
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays
(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Edep ve fazîlet sahiplerine göre;
babalar, çoluk çocuğuna, ölüler dirilere, sırf Allahü teâlânın rızâsı için, iyi
ve faydalı şeyler hazırlamaktan daha üstün bir şey bırakmamıştır."
Yine buyurdular ki: "Edebin
başı akıllıca hareket etmektir. Yapılmayan, yerine getirilmeyen sözde hayır
yoktur. Cömertlik olmayınca malın, vefâ olmayınca arkadaşın hayrı yoktur."
Mısır evliyâsından Ali
Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; sucu, ahçı gibi
insanlara faydalı sanat sâhiplerine çok hürmet ederdi. Âlimlere ve devlet ileri
gelenlerine hürmet eder, âlimler gelince ayağa kalkar ve ellerini öperdi.
"Bu bizim onlara karşı
dünyâdaki edebimizdir. Âhirete varınca, oradaki edebimizi Allahü teâlâ bize
öğretecektir." buyururdu.
Suriye'de yaşayan velîlerden
Ali Kazvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki:
"Dînin edeblerine riâyet etmeden, yolunun kâmil olduğunu iddiâ edenin delîli
yoktur."
Buhârâ evliyâsından ve Şâfiî
mezhebi âlimlerinden Ali bin Muhammed
(rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sohbetlerinde sık sık şöyle
buyururdular: Kim kendi bozuk hâlini düzeltirse, kendini, çekemiyenlere fırsat
vermemiş olur.
Evliyânın büyüklerinden
Ali Nebtîtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Ebü'l-Abbâs Gamrî'ye çok
bağlıydı. Onu çok severdi. Bir defâsında hocası Rif'e geldi. Oradan bir kafes
aldı ve onu Ali bin Cemâl'e emânet bıraktı. Bir müddet sonra kafesi istedi. Ali
bin Cemal (Ali Nebtîtî), o kafesi bir başkası ile gönderme imkânı olduğu hâlde
göndermeyip, derhâl hazırlığını yaptı.Kafesi başının üstüne aldı. Nebtîtî'den
Kâhire'ye kadar yürüyerek getirdi. Hocasına teslim edip, duâsını aldı.
Kendilerine “Silsile-i aliyye”
denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Halkı hakka dâvet eden kimse, canavar terbiyecisi
gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve
istidâdını bilip de ona göre davranırsa, o da öyle!.."
Anadolu velîlerinden
Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini,
Bağdât'taki evliyânın büyüklerinden olan Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri
Anadolu'ya geldiği zaman ziyâret etti. Huzûruna vardığında, ona hürmeten yanına
tam yaklaşmadı ve biraz uzakta, karşısına oturdu. Aralarında hiç konuşma olmadı.
Daha sonra, talebeleri Şihâbüddîn hazretlerine bu hâlin hikmetini suâl
ettiklerinde; "Hakîkatler âleminin ehli önünde, kalp lisânı lâzımdır. Konuşma
lisânına ne hâcet var?" buyurdu. "Onu (Seyyid Burhâneddîn'i) nasıl buldunuz?"
diye suâl ettiklerinde ise; "O, hakîkat ve mârifet deryâsının çok usta bir
dalgıcı, mânâlar âleminin parlayan bir yıldızı ve gizli sırların kaynağı olan
yüksek bir zâttır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Bündâr bin Hüseyin Şirâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Dostlarına, nereye gittiklerini ve ne iş yaptıklarını suâl etmek edebe
aykırıdır."
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bu dört şeyi, her şerefli kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz: 1.
Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak, 2. Misâfire hizmet etmek. 3. Yüz
tâne hizmetçisi olsa, muhtâc olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek. 4.
İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek."
Evliyâ hanımlardan
Cevhere Berâsiyye
(rahmetullahi teâlâ aleyhâ) geceleri efendisini uyandırır ve ona; "Ey efendi!
Kalk kervan gidiyor!" derdi. Cevhere Hâtun edebe çok dikkat eder, kıbleye
arkasını dönmez, yüzünü döner öylece otururdu.
Endülüs, Mısır ve Filistin
taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: Her makâmın kendine mahsus bir ilmi, her hâlin
riâyet edilmesi gereken bir edebi vardır.
Tasavvuf büyüklerinden velî
ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû
Abdullah Merrakûşî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: Resûlullah efendimizin
âşıklarının temiz kalplerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünse de,
bunlara bir şey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeplerden, saygılardan biri de
susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i saâdetin yanında her sabah ezan okur; "Namaz
uykudan daha iyidir." derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi; "Resûlullah'ın
huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun." diyerek bunu dövdü. Bu da; "Yâ Resûlallah!
Yüksek huzûrunuzda adam dövmek, sövmek edepsizlik sayılmaz mı?" dedi. Çok
ağladı. Biraz sonra döven kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç
gün sonra da öldü.
Büyük velîlerden Ebû
Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Hür
insana edepli olmak ne güzel yakışır."
"Her şeyin bir yardımcısı
vardır, dînin hizmetkârı da edeptir."
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ebû
Osman anlatır: "Ebû Hafs'ın yanına gitmiştim. Önünde birkaç muz vardı, birini
aldım, yerken boğazımda kaldı. Ebû Hafs-ı Haddâd, bana; "Hangi hakla muzlarımdan
alıp yiyebiliyorsun?" dedi. Ben de; "Efendim, kalbinizi bilirim, size îtimâd
ederim. Elinizdeki şeyleri dağıtıp ikrâm edersiniz." dedim. Bana; "Ey kendini
bilmez! Ben kendime güvenemiyorum da, sen nasıl güvenirsin. Bunca senedir
kalbimin hevâ ve hevesine göre hareket ediyorum. Kendimde meydana gelecek
şeyleri bilmiyorum. Kişi, kendisinden hâsıl olacak şeyleri bilmezse, başkasından
olacak şeyleri nasıl bilir?" buyurdular.
Ebû Hafs-ı Haddâd'ın, edebe
son derece riâyetkâr, kibâr bir talebesi vardı. Cüneyd-i Bağdâdî birkaç defâ ona
dikkat etti. Ebû Hafs'a; "Bu talebe, kaç senedir yanınızdadır?" diye sordu. Ebû
Hafs da; "On yıldır." diye cevap verdi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Üstün bir nezâketi,
gence yakışır iyi hâlleri, mükemmel bir edebi var." buyurdu. Ebû Hafs, bunun
üzerine; "Öyledir!" Bu talebemiz, bizim için on yedi bin altın harcadı, on yedi
bin altın da borçlandı. Fakat, daha bunları bize söyleme cesâretini kendinde
bulamadı." Buyurdular.
Allahü teâlâya ve O'nun
kullarına karşı edeb hakkında şöyle dedi: "Allahü teâlâya karşı edeb, onun
emirlerini ihlâs ile yerine getirmek, O'ndan korkmak, çekinmek. Bir belâ ve
sıkıntı sırasında insanlara rıfk, güzel muâmele, genişlik zamânında hilm,
yumuşaklık ile, nefsin yoksulluğa düşmekten çekindiği zamanlarda cömertlik ve
kerem ile davranmak, gücü yettiği zaman affetmek, insanlara merhamet ve şefkat
göstermek, fazîletli olmak, gelmeyene gitmek, kötülük yapana iyilik yapmak ve
bütün müslümanlara hürmet etmektir. Çünkü müslümanlardan herbiri mutlaka Allahü
teâlânın bir lütfuna mazhardır (onun duâsı insanı Allahü teâlânın rahmetine
kavuşturur).
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) mürşid-i kâmil bir zâttı.
Edebinin çokluğundan, yalnızken bile ayaklarını hiç uzatmaz; "Allahü teâlâya
karşı edebli olmak lâzımdır." buyururdu.
Bir gün Abdülkâdir-i Geylânî,
Ali bin Heytî ve Ebû Saîd Kaylavî (rahmetullahi teâlâ aleyhim) ve pekçok
kimse bir yerde toplandılar. Gavs-ı âzam insanlara ve cinlere nasîhat eden
Abdülkâdir-i Geylânî, Ali bin Heytî'ye; "Konuşunuz." buyurdu. O da; "Efendim!
Huzûrunuzda nasıl konuşabilirim?" dedi. Bunun üzerine Ebû Saîd'e; "Siz
konuşunuz" buyurdular. O da az bir şey konuştuktan sonra; "Efendim! Emrinize
uymak için konuştum, size olan hürmetimden dolayı da sustum." dedi.
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebü'l-Hasan-ı
Şâzilî buyurdu ki. Hocam şöyle anlattı." şeklinde söze başlar, hep hocasından
nakiller yapardı. Bir gün biri; "Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç
kendinizden bir şey söylemiyorsunuz. Kendinizden bir şey söylediğinizi hiç
görmedik." dedi. Bunun üzerine Ebü'l-Abbâs; "Eğer istesem; "Allahü teâlâ buyurdu
ki, Allahü teâlâ buyurdu ki" diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım.
Eğer istesem; "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, Resûlullah
efendimiz buyurdu ki" diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım. Eğer
istesem; "Ben diyorum ki, ben diyorum ki" diyerek nefesler adedince, pekçok şey
anlatırım. Yâni Allahü teâlânın izni ile ilmim o kadar genişledi. O kadar çok
şey biliyorum, fakat bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesîle,
vâsıta olan mübârek hocama karşı edebe riâyet ederek, edepte noksanlık olmaması
ve daha çok ihsânlara kavuşmak için, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Lâyık
ve uygun olan da budur." buyurdular.
Evliyânın önde gelenlerinden
Ebü'l-Fadl Ahmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri iyi işleri
yapmaya teşvik ederdi. Çok söylediği şeylerden birisi de; "İlim sâhipleri ile
konuşurken dilinize sâhib olunuz. Evliyâ ile konuşurken de kalbinizi koruyunuz.
Zîrâ bunlar Allahü teâlâya yakın olmakla şereflenmişlerdir. Bunların huzûruna
ancak edeple gidiniz. Çünkü onların kalpleri, Allahü teâlânın zikriyle
meşguldür. Nefisleri ibâdeti istemekte, akılları da bildiğiniz akıl gibi
değildir. Bunun için edebinize dikkat ediniz. En ufak bir saygısızlığınıza
kırılabilirler. Allahü teâlâ da onların istediğini sizde yerine getirir."
buyurdular.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
hazretleri anlatır: "Ebü'l-Fadl Ahmedî kadar insanlar arasında mescidlere tâzim
ve hürmet eden birini görmedim. O katiyyen tek başına girmez, mescidin kapısında
bekler, biri girerse peşinden girerdi. Sebebini soranlara; "Bizim gibilere ancak
müslümanların peşinden girmek yaraşır. Mescid âdâbını yerine getirememekten
korkarız." derdi."
Son devir Türkistan
velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir
gün zengin biri, kendisiyle ilgili bir anlaşmazlıktan dolayı, diğer şahıslarla
birlikte Halîfe-i Kızılayak'ın huzûruna çıktı. Fakat o, huzurda da edepsiz
hareketlerde bulunarak taşkınlık yapmaya devâm etti. Çıkacakları sıra
yanındakiler böyle gitmemesini ve Halîfe-i Kızılayak'ın duâsını alarak çıkmasını
kendisine söyledilerse de, gururundan bunu kabûl etmedi ve öylece çıkmak üzere
ayağa kalktı. Halîfe-i Kızılayak tam o sırada başını kaldırarak ona bir nazar
etti. O andan îtibâren zengin kişinin hâli kötüleşmeye başladı. Evine gittiğinde
yakınları doktor getirmek istedilerse de artık buna gerek olmadığını söyleyerek;
"Dergâhın kapısından çıkarken Halîfe-i Kızılayak'ın bana baktığı anda içimden
bir şeylerin geçtiğini hissettim. Artık son hazırlıkları yapın." dedi. Hakîkaten
çok geçmeden vefât etti.
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında derler ki, kırk yıl
sırtını duvara dayamayıp, ayaklarını uzatmadan oturdu. Niçin böyle kendine
eziyet ediyorsun diyenlere; "Allahü teâlânın huzûrunda kul gibi oturmamaktan
hayâ ediyor, utanıyorum." derdi.
Evliyânın büyüklerinden
Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Esam" (sağır)
denilmesinin sebebi şudur: Birisi onunla konuşurken kazayla yellendi. Hâtim-i
Esam o şahıs utanmasın diye; "Yüksek sesle konuş, ancak yüksek sesle
konuşulanları duyabiliyorum" dedi ve bu hâlini o kişinin ölümüne kadar kırk yıl
sürdürdü. Bu yüzden ona Esam denilmiştir.
Hirat'ta yetişen âlim ve
büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
talebelerinden biri şöyle nakletti: "Bir zamanlar Sermazar şehrinde bir müddet
oturmam îcâb etti. Bu durumu gelip Mevlânâ Câmî'ye arzettim. Bana; "Gâyet
münâsiptir. Burayı bırakıp acele ile oraya git! Giderken acele etmeyi sakın
ihmâl etme. Fırsat ganîmettir ve bunda senin için nice gizli haberler vardır."
buyurdu. Ben, tekrar memleketime dönünce, bir takım engeller zuhûr etti ve
geciktim. Bir hafta sonra evime varınca, ne kadar kıymetli eşyam varsa hepsinin
çalındığını gördüm."
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
zamânında Yavuz Sultan Selîm Han Ridâniye Seferinde Şam'a geldi. Kendisine
Muhammed Bedahşî'den söz edilince, daha önce duyduğunu ve pek yakında ziyâretine
gideceğini söyledi. Yavuz Sultan Selîm Han zâten uğradığı her memlekette,
mukaddes makamları, ilim adamlarını ziyâret etmeyi, tasavvuf büyükleriyle
görüşmeyi, duâlarını almayı ihmâl etmezdi. Şam'da kaldığı süre içinde, Şeyh
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kabrini yaptırdı. Medreselere uğrayıp, talebeye
yardımda bulundu. Bu arada Emeviye Câmiine gitti. O civarda yaşayan ve herkes
tarafından büyük hürmet gösterilen Muhammed Bedahşî'nin iki defâ evine giderek
ziyârette bulundu. Yavuz Sultan Selîm Hanın Muhammed Bedahşî'yi ilk
ziyâretlerinde, aralarında hiç konuşma olmadı. Sultan onun büyük bir velî
olduğunu anlayıp, huzûrunda edeple oturdu. Orada bir sükûnet başladı. Bir
saatten fazla oturmalarına rağmen, tek kelime konuşmadan ayrıldılar.
İkinci defâ ziyâretlerinde,
önce Muhammed Bedahşî konuşmaya başladı ve buyurdu ki: "Sultânım, ikimiz de
Allahü teâlânın seçkin kulları arasında bulunuyoruz. Boynumuzda kulluk halkası
vardır. Allahü teâlânın huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb sûresi 72. âyetinde meâlen;
"Biz emâneti (Allah'a itâat ve ibâdetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik
de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi.
İnsan (bu emânetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zâlim, çok câhil
bulunuyor." buyrulduğu üzere, emâneti ve mesûliyeti gökler ve yer yüklenmekten
kaçındıkları hâlde, biz onu yüklendik. Omuzlarımıza ağır bir mesûliyet aldık.
Siz ise Sultânım, yükünüzü biraz daha ağırlaştırdınız. Saltanat yükü üzerine,
bir de hilâfeti yüklenerek taşınması güç bir yük altına gireceksiniz. Allahü
teâlâya şükürler olsun ki, benim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir.
Diyebilirim ki, sizin yüklendiğinizi, dağlar ve taşlar yüklenip çekemez.
İnsanlar da bu yükü taşıyamaz. Ama sizin bir de mânevî gücünüz vardır, ondan
yeteri kadar faydalanıyorsunuz. Resûlullah efendimizin; "Hepiniz bir sürünün
çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve
emirleriniz altında olanları Cehennem'den korumalısınız! Onlara müslümanlığı
öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mesûl olacaksınız." mübârek sözleri sizin
rehberinizdir. Çok meşakkatli, külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ
yardımcınız olsun."
Yavuz Sultan Selîm Han,
Allahü teâlânın bu velî kulunu büyük bir dikkatle dinledi ve tek kelime olsun
karşılık vermedi. Sükût ve edeb ile huzûrundan ayrıldı. Bunun üzerine, mecliste
hazır bulunanlardan birisi; "Sultânım, hiç konuşmadınız, hep dinlediniz?" diye
sorunca, Yavuz Sultan Selim Han, "Büyük velîlerin meclis ve mahfelinde onlar
konuşurlarken, başkasının konuşması edeb dışı sayılır. Bulunduğumuz makam edeb
makâmı idi, bize sâdece dinlemek düşerdi. Nitekim biz de öyle yaptık. O esrâr ve
hikmet meclisinde, ben sâdece bir zerre sayılırdım. Benim konuşmamı lâyık görmüş
olsaydı, elbetteki böyle bir işârette bulunurdu." buyurdu.
Trablus'ta yetişen büyük
velîlerden Muhammed Cisr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kardeşi
Mustafa Efendi şöyle anlatır: Bir gün ağabeyimle evde münâkaşa ettik. Ona karşı
edepsizlik yaptım. Bana; "Ey Mustafa! Edepli ol! Yoksa ehlullah, Allah adamları
seni terbiye eder." dedi. Kızarak yine ona karşı edebimi takınmadım. Beni
huzûrundan kovaladı. Gece yattığımda şöyle bir rüyâ gördüm: Ağabeyim ile ben
kırlık bir yerdeyiz. Fakat o benden uzak duruyordu. Yerden bir taş aldı ve; "Ey
Mustafa! Bunu yakala!" diyerek bana doğru attı. Taş böğrüme isâbet etti.
Korkarak uyandım. O gün, taşın değdiği yerde küçük bir çıban çıktı. Gittikçe
büyüdü. İçi irin ve sarı su dolu olan çıban çok acı veriyordu. Ben durumu
hanımımdan başkasına söylemiyordum. Fakat çıbanın durumu daha kötüye gidince,
bâzı dostlara gösterdim. Bunu görünce ağabeyim Muhammed Cisr'e karşı olan
edepsizliğim sebebiyle bu işin başıma geldiğini söyleyerek beni ayıpladılar.
Beni ağabeyimin yanına götürüp, benim nâmıma af dilediler. Ağabeyim beni
affetti. Kısa süre sonra rahatsızlığım geçti.
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocasının huzûrunda geçirdiği yıllarla
ilgili olarak şöyle anlatır: "Senelerce hocam Ömer Efendinin sohbetinde
bulundum. Huzurlarına girdiğimde edep ve hayâmdan otur demedikçe oturduğumu ve
onun yüzüne baktığımı hatırlamıyorum. O emretmeden huzurdan ayrılmadım. Bâzan
bana oturmamı emrederdi de ben edep, hayâm sebebiyle oturamazdım.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında
Ebü'l-Abbâs hazretleri diyor ki: "Muhammed Şâzilî hazretlerine talebe olmuştum.
Talebe iken, odasına her gidişimde izin isterdim; gir derse girer, sükût ederse
geri dönerdim. Bir gün gittiğimde sükût etti. Fakat buna rağmen ben içeri
girdim. Baktığımda bir köşede meşgûl olduğunu ve yanında da büyük bir arslanın
durduğunu gördüm. Arslan edeble oturuyordu. Beni görünce, arslan sert sert
baktı. Kendimi dışarı zor attım. Tövbe istigfâr edip, bir daha odasına izinsiz
girmedim."
Evliyânın büyüklerinden olan
Ali bin Vefâ hazretleri, bir gün bir düğün yemeğindeydi. Düğündekiler; "Ziyâfet,
ancak Muhammed Şâzilî hazretlerinin gelmesiyle tamam olur." dediler. Ziyâfet
sâhibi gidip onu dâvet etti. Muhammed Şâzilî dâveti kabûl edip, düğünün
yapıldığı evin kapısına geldiğinde, "Burada evliyâdan kim var?" diye sordu.
Ziyâfet sâhibi; "Ali bin Vefâ ve cemâati var." dedi. Muhammed Şâzilî, ev
sâhibine; "İçeri gir ve benim için izin iste. Çünkü bir yerde büyüklerden biri
olduğu zaman, izin verilinceye kadar oraya girmemek fakirlerin edeblerindendir."
dedi. Ali bin Vefâ izin verdi; onu ayakta karşıladı ve yanına oturttu. Sohbet
ettiler. Sonra Muhammed Şâzilî, Ali bin Vefâ'nın talebelerine; "Efendinize duâ
ediniz. Çünkü onun Allahü teâlâya kavuşması yakındır." dedi. Söylediği gibi
oldu. Bir gece Muhammed Şâzilî, gâibden şöyle bir nidâ işitti; "Yâ Muhammed! Biz
sana senden olana ilâve olarak Ali bin Vefâ'nın sâhib olduklarını da verdik."
Muhammed Şâzilî buyurdu ki: "Bunun, ancak Ali bin Vefâ'nın ölümünden sonra
olacağını anladım. Abdülbâsıt mahallesindeki Ali bin Vefâ'nın evine
talebelerinden birini gönderdim. O şahıs, oraya vardığında, Ali bin Vefâ'nın
vefât ettiğini öğrendi.
Evliyâdan bir zât, Muhammed
Şâzilî hazretlerinden izin almadan Mısır'a girdi. Kendisinde bulunan, büyüklük
hâli ondan alındı. Sonra Allahü teâlâya istigfâr ederek, Muhammed Şâzilî'ye
geldi. Kendisine eski hâli iâde edildi. Bu hâli şöyle idi: Yanında büyük bir
küfe bulunurdu. Elini onun içine sokar ve ihtiyâcı olan her şeyi ondan
çıkarırdı. Mısır'a izinsiz girdikten sonra, yine elini küfeye sokmuş, fakat
hiçbir şey bulamamıştı.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Şüveymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Midyen Eşmûnî’ye olan
muhabbet ve bağlılığı pek ziyâde idi. Ona olan hürmet ve edebinin çokluğundan
dolayı, sohbette hocasının tam yanına oturmaz, biraz geride bir yerde otururdu.
Hocasına olan muhabbeti o derecede idi ki, bir kimsenin ona sıkıntı vermesine,
onu üzmesine ve onun hakkında uygunsuz düşünceler içinde bulunmasına katiyyen
tahammül edemez ve hemen müdâhale ederdi. Bu kimse ister zengin olsun, ister
fakir olsun, ister büyük olsun, ister küçük olsun, ister vâli olsun, ister çoban
olsun hiç değişmez, hemen müdâhale ederdi. Elinde bulunan asâsı ile, o kimseyi
dürterek îkâz ederdi. Onun bu hâlini bilenler, Midyen hazretlerinin yakınına
bile oturmaya cesâret edemezlerdi.
Büyük velîlerden Muhyiddîn-i
Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile Şihâbüddîn Sühreverdî hazretleri yolda
karşılaştılar. Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra
Sühreverdî'ye denildi ki: "İbn-i Arabî hakkında ne dersin?" buyurdular ki:
"Hakîkatler deryâsı, kutb-i kebîr ve gavs'dır."
İbn-i Arabî'ye Sühreverdî'den
sorulunca buyurdu ki: "Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur."
Buhârâ'da yetişen büyük
velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş (rahmetullahi teâlâ aleyh)
sohbetlerinde sık sık şöyle buyururdular: "Büyüklerin huzûrlarında,
sohbetlerinde bulunurken, uygunsuz düşüncelerin kalbe gelmemesine çok gayret ve
dikkat etmelidir. Zîrâ bu büyükler, Allahü teâlânın izni ile o düşünceleri
anlarlar ve bundan çok müteessir olurlar."
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin bir çocuğu vardı.
Çocuk ne zaman annesinden yiyecek istese, annesi ona; "Bunu Allahü teâlâdan
iste!" derdi. Bunun üzerine çocuk secde için yere kapanırdı. Bu arada annesi
çocuğun istediklerini hazırlar, gizlice yanına koyardı. Çocuk, annesinin bunu
hazırladığını bilmezdi. Onun için Allahü teâlânın dergâhına dönerdi. Bir gün
annesi evde yokken çocuğun canı bir şey istedi. Her zamanki gibi secdeye
kapandı. Allahü teâlâ ona lâzım olan şeyi gönderdi. Annesi geldiğinde duruma
şaşırdı. "Yavrucuğum bu nereden geldi?" diye sorunca, çocuk; "Her zamanki
yerden." diye cevap verdi.
Irak velîlerinden Seyyid
Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgi
olarak Nâsırüddîn Suveydî Bağdâdî hazretleri şöyle anlatır: "Seyyid
Burhâneddîn'e, yollarındaki edebden sordum. "Her tarikatte sahih olan edeb
şerîatin bildirdiği edebdir. Dînin edebi ile edeblenen doğru yola girmiştir.
Onun maksadına kavuşması umulur. Dînin edebi ile edeblenmeyen yolunu kaybeder,
sapıtır. Gâyesine ulaşamaz. Bizim yolumuzun büyükleri, talebe yetiştirmek için,
sohbete çok önem vermişlerdir. Çünkü sohbet, talebenin tabiatını mıknatıs gibi
gafletten kalb uyanıklığına, cimrilikten cömertliğe, hırsdan zühde, kötü
ahlâktan güzel ahlâka, her alçak ve aşağı halden temiz hâle çeker." buyurdu."
Şam'da yetişen Şâfiî mezhebi
âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Muhammed Sumâdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, dervişlerden bir zât anlatır: "Bir zaman iş
için Şam'dan Kâhire'ye gidecektim. Yola çıkacağım zaman, Muhammed Sumâdî,
Muhammed Bekrî'ye vermem için bana bir mektup verdi. Kâhire'ye ulaştığımda,
Muhammed Bekrî'nin yanına vardım. Huzûruna girip, Muhammed Sumâdî'nin yanından
geldiğimi söyledim. Onun ismini duyunca, derhâl ayağa kalkıp, büyük bir hürmetle
Muhammed Sumâdî'ye olan muhabbetini, edebini bildirdi. Mektubu verdiğimde, yine
edeb ve hürmet ile alıp, mektubu öpüp, yüzüne gözüne sürdü. Muhammed Sumâdî'yi
çok övdü ve ondan; "Kardeşimiz, efendimiz" diye bahsetti. Muhammed Bekrî'nin bu
davranışından, Muhammed Sumâdî'nin büyüklüğünü daha iyi anlamaya başladım."
Tâbiînin büyüklerinden,
meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatıyor: Bir
cenâze namazı kılındıktan sonra, binmesi için Zeyd bin Sâbit'e katırını
yaklaştırdım. Bu sırada, Abdullah bin Abbâs gelerek, üzengiyi tutmak istedi.
Zeyd bunu görünce; "Ey Resûlullah'ın amcazâdesi, üzengiyi bırak." deyince, İbn-i
Abbâs; "Biz âlimlere bu şekilde muâmele ile emrolunduk." cevâbını verdi. Bunun
üzerine Zeyd, İbn-i Abbâs'ın elini öpüp; "Biz de Resûlullah'ın Ehl-i beytine
böyle yapmakla emrolunduk" dedi.
Konya'ya gelen büyük
velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
buyurdular ki: "İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir. İnsan ile
hayvan arasını ayıran edeptir."
Kendilerine “Silsile-i aliyye”
denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, Halîfe Köse nâmıyla tanınan; âlim,
âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi vardı. Seyyid Tâhâ'nın halîfelerinden olup,
ismi Tâhâ idi. Edebinden, "İsmim Tâhâ'dır." demeğe hayâ ederdi. Üstâdından
kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek
idi. Bir gün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; "Bizim
Köse buraya gelsin." buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve
hilâfetle şereflendikten sonra da ismi, "Halîfe Köse" kaldı.
Herkî aşîretinden Molla
Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyâret için Nehrî'ye giderken,
çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; "Herkes abdest alarak
Nehrî'ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan
gideceğim." dedi. Talebeleri; "Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da
gidelim." dedilerse de, Hoca Efendi; "Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben
yapmam!" dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü.
Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun başına, yüzüne
vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, böyle
söylediğine pişmân oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehrî'ye gitti. Seyyid
hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona
takılıp kalınca, Seyyid Tâhâ hazretleri; "Herhâlde bu bastondan dayak
yemişsiniz." buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişmân olup, tövbe etti,
talebelerinden olmakla şereflendi.
Meşhûr velîlerden fıkıh,
tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) çok kere mütevâzî ve gösterişsiz bir elbise ile dışarı çıkardı.
Fakat sultânın merâsim günlerinde dâimâ cübbe giyerdi. Oğlu, onun böyle cübbe
giymesine çok hayret ederdi. Zîrâ, onun tabiatı böyle şeylere pek önem vermezdi.
Bu yüzden oğlu Tâcüddîn Sübkî, babasına; “Ey babacığım, kâdılık makâmında
otururken, yirmi dirhem etmeyen elbiselerle oturuyorsun. Fakat sultânın
merâsimlerinde cübbe giyiyorsun. Niçin böyle davranıyorsun.” diye sordu.
Takıyyüddîn Sübkî, “Evlâdım! Bu, Şafiî mezhebi ulemâsının şiârıdır. Bu âdetin
unutulmasını istemem. Ben devamlı kalacak değilim. Benden sonra gelip bunu
giyecekler. Yeni bir şey ortaya çıkarmıyorum." buyururdu.
Kendilerine “Silsile-i aliyye”
denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir tesire sâhipti.
Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara nasîhat ederdi. Kendisi
şöyle anlatmıştır: "Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh
kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz,
müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pâdişâhlar ile
görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife
olmuştur. Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık
dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım
ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber biz,
Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim makâmımızda edebli
olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine
teslim olmasıdır."
Reşehât kitabının müellifi
şöyle anlatmıştır: "Bir gün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi
üzerine edeble oturdu. Ubeydullah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen
Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter
damlaları dökülüyordu."
Tebe-i tâbiînin âlim ve
velîlerinden Zâhid
İsfehânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Yûsuf bin Zekeriyyâ şöyle anlatır:
Biz Harran’da idik. Muhammed bin Yûsuf (Zâhid İsfehânî) hazretleri yanımıza
geldi. Oradaki hadîs âlimleri etrafını çevirdiler. Hemen Harran’dan ayrılıp
Resûleyn denilen yere gitti. Bir ay orada kaldıktan sonra geri geldi. Orada
neden çok kaldıklarını sordum. “Resûleyn’de bir ay kaldım. Ne kimse beni tanıdı,
ne de ben kimseyi tanıdım” buyurdu. Dikkat ettim; Muhammed bin Yûsuf hazretleri,
ekmeğini her zaman değişik fırından alırdı. Sebebini sorduğumda; “Her zaman aynı
fırından alırsam, belki fırın sâhibi beni tanır ve bana hürmet eder, ben de o
zaman dînimi dünyâya âlet etmiş olmaktan korkarım. Muhtelif fırınlardan alınca
beni hiçbiri tanımaz” buyurdular. |
|