CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EDEB – TERBİYE - 2

Ahmed Mekkî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlere karşı fevkalâde hürmetkâr idi. Talebelerinden birisi şöyle nakletmektedir: Bir gün hocamla birlikte başka bir talebenin evine gidiyorduk. Orada ders vereceklerdi. Akşam ezânı da okunmak üzereydi. Bir köşe başına geldiğimizde sokağa adım atacağı sırada durdu. Daha sonra yolunu değiştirerek başka bir sokaktan ve daha çok dolaştıktan sonra talebenin evine vardık. Ben hâlâ yolu niçin uzattığımızı anlayamamıştım. Bu hâlimi anlayarak dedi ki: "Evlâdım o sokakta büyük bir âlim zât oturuyordu. Bu ilim sâhibinin evinin önünden geçerken kendisinin hal ve hâtırını sormadan geçmemiz uygun olmazdı. Kapısını çalsaydık, bu defâ da dar vakitte kendisini sıkıntıya sokmuş olacaktık. Bu ise hiç uygun düşmeyecekti." O zaman anladım ki, Ahmed Mekkî Efendi, ilim sâhibine olan edebinden kapısının önünden geçmemişti.

Büyük velîlerinden Ahmed bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetine; "İnsan, terbiyesini rabbinden almalı." diyerek söze başlar sonunda da; "Edebini Rabbinden alanı hiçbir şey mağlûb edemez." derdi.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Mûsâ el-Acîl (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir kâfile ile hacca gitti ve âdeti üzere Mekke-i mükerremeden, Resûlullah efendimizi ziyâret için, Medîne-i münevvere yoluna koyuldu. Medîne'ye yaklaştıklarında bir eşkıyâ grubu ile karşılaştı. Kâfilede herkes korktu ve telâşa düştü. Ahmed bin Acîl hazretleri sessiz olarak bir yerde edeble durdu. Kâfiledeki Ali bin Yağnem adındaki zât, Ahmed bin Acîl hazretlerinin yanına gelerek, böyle sakin beklemesinin sebebini sordu. O da; "Ey Ali! Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne karşı edeb lâzımdır." deyip Medîne cihetini gösterdi. Daha sonra da kâfilenin ilerlemeyip konaklamasını istedi. Herkes bineklerinden indi. Orada bir gün bir gece beklediler. Haydutlar bu beklemeyi fırsat bilip, yağma etmek için kâfileye daha çok yaklaştılar. İkinci gün güneş doğunca, Medîne tarafından hızla askerî bir kuvvet geldi ve eşkıyâyı kıskıvrak yakaladı. Kâfiledekiler, bu yardıma çok sevindiler ve bizim bu durumumuzdan nasıl haberdâr oldunuz diye sordular. Onlar da; "Dün Medîne'de, öğle vakti bir ses duyduk. Şöyle diyordu: Eşkıyâ, Ahmed bin Acîl'in bulunduğu kâfileye hücûm edecek, hazırlanın, hazırlanın! Medîne vâlisinin emri ile hareket ettik." dediler. Kâfilede bulunanlar, bu vaktin, Ahmed el-Yemenî'nin; "Edeb lâzım." dediği vakit olduğunu anladılar.

Hindistan evliyâsından Ahmed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) fakirlere, tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet ederdi. Hayvanına binmiş olarak giderken, böyle zâtlardan birini görse, hemen iner, onun geçmesini bekler, ellerini bağlamış olarak hürmetle dururdu.

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Edep ve fazîlet sahiplerine göre; babalar, çoluk çocuğuna, ölüler dirilere, sırf Allahü teâlânın rızâsı için, iyi ve faydalı şeyler hazırlamaktan daha üstün bir şey bırakmamıştır."

Yine buyurdular ki: "Edebin başı akıllıca hareket etmektir. Yapılmayan, yerine getirilmeyen sözde hayır yoktur. Cömertlik olmayınca malın, vefâ olmayınca arkadaşın hayrı yoktur."

Mısır evliyâsından Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; sucu, ahçı gibi insanlara faydalı sanat sâhiplerine çok hürmet ederdi. Âlimlere ve devlet ileri gelenlerine hürmet eder, âlimler gelince ayağa kalkar ve ellerini öperdi.

"Bu bizim onlara karşı dünyâdaki edebimizdir. Âhirete varınca, oradaki edebimizi Allahü teâlâ bize öğretecektir." buyururdu.

Suriye'de yaşayan velîlerden Ali Kazvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: "Dînin edeblerine riâyet etmeden, yolunun kâmil olduğunu iddiâ edenin delîli yoktur."

Buhârâ evliyâsından ve Şâfiî mezhebi âlimlerinden Ali bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sohbetlerinde sık sık şöyle buyururdular: Kim kendi bozuk hâlini düzeltirse, kendini, çekemiyenlere fırsat vermemiş olur.

Evliyânın büyüklerinden Ali Nebtîtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Ebü'l-Abbâs Gamrî'ye çok bağlıydı. Onu çok severdi. Bir defâsında hocası Rif'e geldi. Oradan bir kafes aldı ve onu Ali bin Cemâl'e emânet bıraktı. Bir müddet sonra kafesi istedi. Ali bin Cemal (Ali Nebtîtî), o kafesi bir başkası ile gönderme imkânı olduğu hâlde göndermeyip, derhâl hazırlığını yaptı.Kafesi başının üstüne aldı. Nebtîtî'den Kâhire'ye kadar yürüyerek getirdi. Hocasına teslim edip, duâsını aldı.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Halkı hakka dâvet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve istidâdını bilip de ona göre davranırsa, o da öyle!.."

Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Bağdât'taki evliyânın büyüklerinden olan Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri Anadolu'ya geldiği zaman ziyâret etti. Huzûruna vardığında, ona hürmeten yanına tam yaklaşmadı ve biraz uzakta, karşısına oturdu. Aralarında hiç konuşma olmadı. Daha sonra, talebeleri Şihâbüddîn hazretlerine bu hâlin hikmetini suâl ettiklerinde; "Hakîkatler âleminin ehli önünde, kalp lisânı lâzımdır. Konuşma lisânına ne hâcet var?" buyurdu. "Onu (Seyyid Burhâneddîn'i) nasıl buldunuz?" diye suâl ettiklerinde ise; "O, hakîkat ve mârifet deryâsının çok usta bir dalgıcı, mânâlar âleminin parlayan bir yıldızı ve gizli sırların kaynağı olan yüksek bir zâttır." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Bündâr bin Hüseyin Şirâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dostlarına, nereye gittiklerini ve ne iş yaptıklarını suâl etmek edebe aykırıdır."

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bu dört şeyi, her şerefli kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz: 1. Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak, 2. Misâfire hizmet etmek. 3. Yüz tâne hizmetçisi olsa, muhtâc olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek. 4. İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek."

Evliyâ hanımlardan Cevhere Berâsiyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) geceleri efendisini uyandırır ve ona; "Ey efendi! Kalk kervan gidiyor!" derdi. Cevhere Hâtun edebe çok dikkat eder, kıbleye arkasını dönmez, yüzünü döner öylece otururdu.

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Her makâmın kendine mahsus bir ilmi, her hâlin riâyet edilmesi gereken bir edebi vardır.

Tasavvuf büyüklerinden velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Abdullah Merrakûşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: Resûlullah efendimizin âşıklarının temiz kalplerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünse de, bunlara bir şey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeplerden, saygılardan biri de susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i saâdetin yanında her sabah ezan okur; "Namaz uykudan daha iyidir." derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi; "Resûlullah'ın huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun." diyerek bunu dövdü. Bu da; "Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam dövmek, sövmek edepsizlik sayılmaz mı?" dedi. Çok ağladı. Biraz sonra döven kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü.

Büyük velîlerden Ebû Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Hür insana edepli olmak ne güzel yakışır."

"Her şeyin bir yardımcısı vardır, dînin hizmetkârı da edeptir."

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ebû Osman anlatır: "Ebû Hafs'ın yanına gitmiştim. Önünde birkaç muz vardı, birini aldım, yerken boğazımda kaldı. Ebû Hafs-ı Haddâd, bana; "Hangi hakla muzlarımdan alıp yiyebiliyorsun?" dedi. Ben de; "Efendim, kalbinizi bilirim, size îtimâd ederim. Elinizdeki şeyleri dağıtıp ikrâm edersiniz." dedim. Bana; "Ey kendini bilmez! Ben kendime güvenemiyorum da, sen nasıl güvenirsin. Bunca senedir kalbimin hevâ ve hevesine göre hareket ediyorum. Kendimde meydana gelecek şeyleri bilmiyorum. Kişi, kendisinden hâsıl olacak şeyleri bilmezse, başkasından olacak şeyleri nasıl bilir?" buyurdular.

Ebû Hafs-ı Haddâd'ın, edebe son derece riâyetkâr, kibâr bir talebesi vardı. Cüneyd-i Bağdâdî birkaç defâ ona dikkat etti. Ebû Hafs'a; "Bu talebe, kaç senedir yanınızdadır?" diye sordu. Ebû Hafs da; "On yıldır." diye cevap verdi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Üstün bir nezâketi, gence yakışır iyi hâlleri, mükemmel bir edebi var." buyurdu. Ebû Hafs, bunun üzerine; "Öyledir!" Bu talebemiz, bizim için on yedi bin altın harcadı, on yedi bin altın da borçlandı. Fakat, daha bunları bize söyleme cesâretini kendinde bulamadı." Buyurdular.

Allahü teâlâya ve O'nun kullarına karşı edeb hakkında şöyle dedi: "Allahü teâlâya karşı edeb, onun emirlerini ihlâs ile yerine getirmek, O'ndan korkmak, çekinmek. Bir belâ ve sıkıntı sırasında insanlara rıfk, güzel muâmele, genişlik zamânında hilm, yumuşaklık ile, nefsin yoksulluğa düşmekten çekindiği zamanlarda cömertlik ve kerem ile davranmak, gücü yettiği zaman affetmek, insanlara merhamet ve şefkat göstermek, fazîletli olmak, gelmeyene gitmek, kötülük yapana iyilik yapmak ve bütün müslümanlara hürmet etmektir. Çünkü müslümanlardan herbiri mutlaka Allahü teâlânın bir lütfuna mazhardır (onun duâsı insanı Allahü teâlânın rahmetine kavuşturur).

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) mürşid-i kâmil bir zâttı. Edebinin çokluğundan, yalnızken bile ayaklarını hiç uzatmaz; "Allahü teâlâya karşı edebli olmak lâzımdır." buyururdu.

Bir gün Abdülkâdir-i Geylânî, Ali bin Heytî ve Ebû Saîd Kaylavî (rahmetullahi teâlâ aleyhim) ve pekçok kimse bir yerde toplandılar. Gavs-ı âzam insanlara ve cinlere nasîhat eden Abdülkâdir-i Geylânî, Ali bin Heytî'ye; "Konuşunuz." buyurdu. O da; "Efendim! Huzûrunuzda nasıl konuşabilirim?" dedi. Bunun üzerine Ebû Saîd'e; "Siz konuşunuz" buyurdular. O da az bir şey konuştuktan sonra; "Efendim! Emrinize uymak için konuştum, size olan hürmetimden dolayı da sustum." dedi.

Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî buyurdu ki. Hocam şöyle anlattı." şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri; "Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz. Kendinizden bir şey söylediğinizi hiç görmedik." dedi. Bunun üzerine Ebü'l-Abbâs; "Eğer istesem; "Allahü teâlâ buyurdu ki, Allahü teâlâ buyurdu ki" diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım. Eğer istesem; "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, Resûlullah efendimiz buyurdu ki" diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım. Eğer istesem; "Ben diyorum ki, ben diyorum ki" diyerek nefesler adedince, pekçok şey anlatırım. Yâni Allahü teâlânın izni ile ilmim o kadar genişledi. O kadar çok şey biliyorum, fakat bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesîle, vâsıta olan mübârek hocama karşı edebe riâyet ederek, edepte noksanlık olmaması ve daha çok ihsânlara kavuşmak için, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Lâyık ve uygun olan da budur." buyurdular.

Evliyânın önde gelenlerinden Ebü'l-Fadl Ahmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri iyi işleri yapmaya teşvik ederdi. Çok söylediği şeylerden birisi de; "İlim sâhipleri ile konuşurken dilinize sâhib olunuz. Evliyâ ile konuşurken de kalbinizi koruyunuz. Zîrâ bunlar Allahü teâlâya yakın olmakla şereflenmişlerdir. Bunların huzûruna ancak edeple gidiniz. Çünkü onların kalpleri, Allahü teâlânın zikriyle meşguldür. Nefisleri ibâdeti istemekte, akılları da bildiğiniz akıl gibi değildir. Bunun için edebinize dikkat ediniz. En ufak bir saygısızlığınıza kırılabilirler. Allahü teâlâ da onların istediğini sizde yerine getirir." buyurdular.

Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri anlatır: "Ebü'l-Fadl Ahmedî  kadar insanlar arasında mescidlere tâzim ve hürmet eden birini görmedim. O katiyyen tek başına girmez, mescidin kapısında bekler, biri girerse peşinden girerdi. Sebebini soranlara; "Bizim gibilere ancak müslümanların peşinden girmek yaraşır. Mescid âdâbını yerine getirememekten korkarız." derdi."

Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün zengin biri, kendisiyle ilgili bir anlaşmazlıktan dolayı, diğer şahıslarla birlikte Halîfe-i Kızılayak'ın huzûruna çıktı. Fakat o, huzurda da edepsiz hareketlerde bulunarak taşkınlık yapmaya devâm etti. Çıkacakları sıra yanındakiler böyle gitmemesini ve Halîfe-i Kızılayak'ın duâsını alarak çıkmasını kendisine söyledilerse de, gururundan bunu kabûl etmedi ve öylece çıkmak üzere ayağa kalktı. Halîfe-i Kızılayak tam o sırada başını kaldırarak ona bir nazar etti. O andan îtibâren zengin kişinin hâli kötüleşmeye başladı. Evine gittiğinde yakınları doktor getirmek istedilerse de artık buna gerek olmadığını söyleyerek; "Dergâhın kapısından çıkarken Halîfe-i Kızılayak'ın bana baktığı anda içimden bir şeylerin geçtiğini hissettim. Artık son hazırlıkları yapın." dedi. Hakîkaten çok geçmeden vefât etti.

Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında derler ki, kırk yıl sırtını duvara dayamayıp, ayaklarını uzatmadan oturdu. Niçin böyle kendine eziyet ediyorsun diyenlere; "Allahü teâlânın huzûrunda kul gibi oturmamaktan hayâ ediyor, utanıyorum." derdi.

Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Esam" (sağır) denilmesinin sebebi şudur: Birisi onunla konuşurken kazayla yellendi. Hâtim-i Esam o şahıs utanmasın diye; "Yüksek sesle konuş, ancak yüksek sesle konuşulanları duyabiliyorum" dedi ve bu hâlini o kişinin ölümüne kadar kırk yıl sürdürdü. Bu yüzden ona Esam denilmiştir.

Hirat'ta yetişen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin talebelerinden biri şöyle nakletti: "Bir zamanlar Sermazar şehrinde bir müddet oturmam îcâb etti. Bu durumu gelip Mevlânâ Câmî'ye arzettim. Bana; "Gâyet münâsiptir. Burayı bırakıp acele ile oraya git! Giderken acele etmeyi sakın ihmâl etme. Fırsat ganîmettir ve bunda senin için nice gizli haberler vardır." buyurdu. Ben, tekrar memleketime dönünce, bir takım engeller zuhûr etti ve geciktim. Bir hafta sonra evime varınca, ne kadar kıymetli eşyam varsa hepsinin çalındığını gördüm."

Şam'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Yavuz Sultan Selîm Han Ridâniye Seferinde Şam'a geldi. Kendisine Muhammed Bedahşî'den söz edilince, daha önce duyduğunu ve pek yakında ziyâretine gideceğini söyledi. Yavuz Sultan Selîm Han zâten uğradığı her memlekette, mukaddes makamları, ilim adamlarını ziyâret etmeyi, tasavvuf büyükleriyle görüşmeyi, duâlarını almayı ihmâl etmezdi. Şam'da kaldığı süre içinde, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kabrini yaptırdı. Medreselere uğrayıp, talebeye yardımda bulundu. Bu arada Emeviye Câmiine gitti. O civarda yaşayan ve herkes tarafından büyük hürmet gösterilen Muhammed Bedahşî'nin iki defâ evine giderek ziyârette bulundu. Yavuz Sultan Selîm Hanın Muhammed Bedahşî'yi ilk ziyâretlerinde, aralarında hiç konuşma olmadı. Sultan onun büyük bir velî olduğunu anlayıp, huzûrunda edeple oturdu. Orada bir sükûnet başladı. Bir saatten fazla oturmalarına rağmen, tek kelime konuşmadan ayrıldılar.

İkinci defâ ziyâretlerinde, önce Muhammed Bedahşî konuşmaya başladı ve buyurdu ki: "Sultânım, ikimiz de Allahü teâlânın seçkin kulları arasında bulunuyoruz. Boynumuzda kulluk halkası vardır. Allahü teâlânın huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb sûresi 72. âyetinde meâlen; "Biz emâneti (Allah'a itâat ve ibâdetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan (bu emânetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor." buyrulduğu üzere, emâneti ve mesûliyeti gökler ve yer yüklenmekten kaçındıkları hâlde, biz onu yüklendik. Omuzlarımıza ağır bir mesûliyet aldık. Siz ise Sultânım, yükünüzü biraz daha ağırlaştırdınız. Saltanat yükü üzerine, bir de hilâfeti yüklenerek taşınması güç bir yük altına gireceksiniz. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, benim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir. Diyebilirim ki, sizin yüklendiğinizi, dağlar ve taşlar yüklenip çekemez. İnsanlar da bu yükü taşıyamaz. Ama sizin bir de mânevî gücünüz vardır, ondan yeteri kadar faydalanıyorsunuz. Resûlullah efendimizin; "Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennem'den korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mesûl olacaksınız." mübârek sözleri sizin rehberinizdir. Çok meşakkatli, külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ yardımcınız olsun."

Yavuz Sultan Selîm Han, Allahü teâlânın bu velî kulunu büyük bir dikkatle dinledi ve tek kelime olsun karşılık vermedi. Sükût ve edeb ile huzûrundan ayrıldı. Bunun üzerine, mecliste hazır bulunanlardan birisi; "Sultânım, hiç konuşmadınız, hep dinlediniz?" diye sorunca, Yavuz Sultan Selim Han, "Büyük velîlerin meclis ve mahfelinde onlar konuşurlarken, başkasının konuşması edeb dışı sayılır. Bulunduğumuz makam edeb makâmı idi, bize sâdece dinlemek düşerdi. Nitekim biz de öyle yaptık. O esrâr ve hikmet meclisinde, ben sâdece bir zerre sayılırdım. Benim konuşmamı lâyık görmüş olsaydı, elbetteki böyle bir işârette bulunurdu." buyurdu.

Trablus'ta yetişen büyük velîlerden Muhammed Cisr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kardeşi Mustafa Efendi şöyle anlatır: Bir gün ağabeyimle evde münâkaşa ettik. Ona karşı edepsizlik yaptım. Bana; "Ey Mustafa! Edepli ol! Yoksa ehlullah, Allah adamları seni terbiye eder." dedi. Kızarak yine ona karşı edebimi takınmadım. Beni huzûrundan kovaladı. Gece yattığımda şöyle bir rüyâ gördüm: Ağabeyim ile ben kırlık bir yerdeyiz. Fakat o benden uzak duruyordu. Yerden bir taş aldı ve; "Ey Mustafa! Bunu yakala!" diyerek bana doğru attı. Taş böğrüme isâbet etti. Korkarak uyandım. O gün, taşın değdiği yerde küçük bir çıban çıktı. Gittikçe büyüdü. İçi irin ve sarı su dolu olan çıban çok acı veriyordu. Ben durumu hanımımdan başkasına söylemiyordum. Fakat çıbanın durumu daha kötüye gidince, bâzı dostlara gösterdim. Bunu görünce ağabeyim Muhammed Cisr'e karşı olan edepsizliğim sebebiyle bu işin başıma geldiğini söyleyerek beni ayıpladılar. Beni ağabeyimin yanına götürüp, benim nâmıma af dilediler. Ağabeyim beni affetti. Kısa süre sonra rahatsızlığım geçti.

Irak'ta ve Mısır'da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocasının huzûrunda geçirdiği yıllarla ilgili olarak şöyle anlatır: "Senelerce hocam Ömer Efendinin sohbetinde bulundum. Huzurlarına girdiğimde edep ve hayâmdan otur demedikçe oturduğumu ve onun yüzüne baktığımı hatırlamıyorum. O emretmeden huzurdan ayrılmadım. Bâzan bana oturmamı emrederdi de ben edep, hayâm sebebiyle oturamazdım.

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebü'l-Abbâs hazretleri diyor ki: "Muhammed Şâzilî hazretlerine talebe olmuştum. Talebe iken, odasına her gidişimde izin isterdim; gir derse girer, sükût ederse geri dönerdim. Bir gün gittiğimde sükût etti. Fakat buna rağmen ben içeri girdim. Baktığımda bir köşede meşgûl olduğunu ve yanında da büyük bir arslanın durduğunu gördüm. Arslan edeble oturuyordu. Beni görünce, arslan sert sert baktı. Kendimi dışarı zor attım. Tövbe istigfâr edip, bir daha odasına izinsiz girmedim."

Evliyânın büyüklerinden olan Ali bin Vefâ hazretleri, bir gün bir düğün yemeğindeydi. Düğündekiler; "Ziyâfet, ancak Muhammed Şâzilî hazretlerinin gelmesiyle tamam olur." dediler. Ziyâfet sâhibi gidip onu dâvet etti. Muhammed Şâzilî dâveti kabûl edip, düğünün yapıldığı evin kapısına geldiğinde, "Burada evliyâdan kim var?" diye sordu. Ziyâfet sâhibi; "Ali bin Vefâ ve cemâati var." dedi. Muhammed Şâzilî, ev sâhibine; "İçeri gir ve benim için izin iste. Çünkü bir yerde büyüklerden biri olduğu zaman, izin verilinceye kadar oraya girmemek fakirlerin edeblerindendir." dedi. Ali bin Vefâ izin verdi; onu ayakta karşıladı ve yanına oturttu. Sohbet ettiler. Sonra Muhammed Şâzilî, Ali bin Vefâ'nın talebelerine; "Efendinize duâ ediniz. Çünkü onun Allahü teâlâya kavuşması yakındır." dedi. Söylediği gibi oldu. Bir gece Muhammed Şâzilî, gâibden şöyle bir nidâ işitti; "Yâ Muhammed! Biz sana senden olana ilâve olarak Ali bin Vefâ'nın sâhib olduklarını da verdik." Muhammed Şâzilî buyurdu ki: "Bunun, ancak Ali bin Vefâ'nın ölümünden sonra olacağını anladım. Abdülbâsıt mahallesindeki Ali bin Vefâ'nın evine talebelerinden birini gönderdim. O şahıs, oraya vardığında, Ali bin Vefâ'nın vefât ettiğini öğrendi.

Evliyâdan bir zât, Muhammed Şâzilî hazretlerinden izin almadan Mısır'a girdi. Kendisinde bulunan, büyüklük hâli ondan alındı. Sonra Allahü teâlâya istigfâr ederek, Muhammed Şâzilî'ye geldi. Kendisine eski hâli iâde edildi. Bu hâli şöyle idi: Yanında büyük bir küfe bulunurdu. Elini onun içine sokar ve ihtiyâcı olan her şeyi ondan çıkarırdı. Mısır'a izinsiz girdikten sonra, yine elini küfeye sokmuş, fakat hiçbir şey bulamamıştı.

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Şüveymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Midyen Eşmûnî’ye olan muhabbet ve bağlılığı pek ziyâde idi. Ona olan hürmet ve edebinin çokluğundan dolayı, sohbette hocasının tam yanına oturmaz, biraz geride bir yerde otururdu. Hocasına olan muhabbeti o derecede idi ki, bir kimsenin ona sıkıntı vermesine, onu üzmesine ve onun hakkında uygunsuz düşünceler içinde bulunmasına katiyyen tahammül edemez ve hemen müdâhale ederdi. Bu kimse ister zengin olsun, ister fakir olsun, ister büyük olsun, ister küçük olsun, ister vâli olsun, ister çoban olsun hiç değişmez, hemen müdâhale ederdi. Elinde bulunan asâsı ile, o kimseyi dürterek îkâz ederdi. Onun bu hâlini bilenler, Midyen hazretlerinin yakınına bile oturmaya cesâret edemezlerdi.

Büyük velîlerden Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile Şihâbüddîn Sühreverdî hazretleri yolda karşılaştılar. Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî'ye denildi ki: "İbn-i Arabî hakkında ne dersin?" buyurdular ki: "Hakîkatler deryâsı, kutb-i kebîr ve gavs'dır."

İbn-i Arabî'ye Sühreverdî'den sorulunca buyurdu ki: "Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur."

Buhârâ'da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde sık sık şöyle buyururdular: "Büyüklerin huzûrlarında, sohbetlerinde bulunurken, uygunsuz düşüncelerin kalbe gelmemesine çok gayret ve dikkat etmelidir. Zîrâ bu büyükler, Allahü teâlânın izni ile o düşünceleri anlarlar ve bundan çok müteessir olurlar."

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin bir çocuğu vardı. Çocuk ne zaman annesinden yiyecek istese, annesi ona; "Bunu Allahü teâlâdan iste!" derdi. Bunun üzerine çocuk secde için yere kapanırdı. Bu arada annesi çocuğun istediklerini hazırlar, gizlice yanına koyardı. Çocuk, annesinin bunu hazırladığını bilmezdi. Onun için Allahü teâlânın dergâhına dönerdi. Bir gün annesi evde yokken çocuğun canı bir şey istedi. Her zamanki gibi secdeye kapandı. Allahü teâlâ ona lâzım olan şeyi gönderdi. Annesi geldiğinde duruma şaşırdı. "Yavrucuğum bu nereden geldi?" diye sorunca, çocuk; "Her zamanki yerden." diye cevap verdi.

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgi olarak Nâsırüddîn Suveydî Bağdâdî hazretleri şöyle anlatır: "Seyyid Burhâneddîn'e, yollarındaki edebden sordum. "Her tarikatte sahih olan edeb şerîatin bildirdiği edebdir. Dînin edebi ile edeblenen doğru yola girmiştir. Onun maksadına kavuşması umulur. Dînin edebi ile edeblenmeyen yolunu kaybeder, sapıtır. Gâyesine ulaşamaz. Bizim yolumuzun büyükleri, talebe yetiştirmek için, sohbete çok önem vermişlerdir. Çünkü sohbet, talebenin tabiatını mıknatıs gibi gafletten kalb uyanıklığına, cimrilikten cömertliğe, hırsdan zühde, kötü ahlâktan güzel ahlâka, her alçak ve aşağı halden temiz hâle çeker." buyurdu."

Şam'da yetişen Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Muhammed Sumâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, dervişlerden bir zât anlatır: "Bir zaman iş için Şam'dan Kâhire'ye gidecektim. Yola çıkacağım zaman, Muhammed Sumâdî, Muhammed Bekrî'ye vermem için bana bir mektup verdi. Kâhire'ye ulaştığımda, Muhammed Bekrî'nin yanına vardım. Huzûruna girip, Muhammed Sumâdî'nin yanından geldiğimi söyledim. Onun ismini duyunca, derhâl ayağa kalkıp, büyük bir hürmetle Muhammed Sumâdî'ye olan muhabbetini, edebini bildirdi. Mektubu verdiğimde, yine edeb ve hürmet ile alıp, mektubu öpüp, yüzüne gözüne sürdü. Muhammed Sumâdî'yi çok övdü ve ondan; "Kardeşimiz, efendimiz" diye bahsetti. Muhammed Bekrî'nin bu davranışından, Muhammed Sumâdî'nin büyüklüğünü daha iyi anlamaya başladım."

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatıyor: Bir cenâze namazı kılındıktan sonra, binmesi için Zeyd bin Sâbit'e katırını yaklaştırdım. Bu sırada, Abdullah bin Abbâs gelerek, üzengiyi tutmak istedi. Zeyd bunu görünce; "Ey Resûlullah'ın amcazâdesi, üzengiyi bırak." deyince, İbn-i Abbâs; "Biz âlimlere bu şekilde muâmele ile emrolunduk." cevâbını verdi. Bunun üzerine Zeyd, İbn-i Abbâs'ın elini öpüp; "Biz de Resûlullah'ın Ehl-i beytine böyle yapmakla emrolunduk" dedi.

Konya'ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine buyurdular ki: "İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, Halîfe Köse nâmıyla tanınan; âlim, âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi vardı. Seyyid Tâhâ'nın halîfelerinden olup, ismi Tâhâ idi. Edebinden, "İsmim Tâhâ'dır." demeğe hayâ ederdi. Üstâdından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Bir gün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; "Bizim Köse buraya gelsin." buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâfetle şereflendikten sonra da ismi, "Halîfe Köse" kaldı.

Herkî aşîretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyâret için Nehrî'ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; "Herkes abdest alarak Nehrî'ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim." dedi. Talebeleri; "Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim." dedilerse de, Hoca Efendi; "Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben yapmam!" dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, böyle söylediğine pişmân oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehrî'ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Tâhâ hazretleri; "Herhâlde bu bastondan dayak yemişsiniz." buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişmân olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.

Meşhûr velîlerden fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok kere mütevâzî ve gösterişsiz bir elbise ile dışarı çıkardı. Fakat sultânın merâsim günlerinde dâimâ cübbe giyerdi. Oğlu, onun böyle cübbe giymesine çok hayret ederdi. Zîrâ, onun tabiatı böyle şeylere pek önem vermezdi. Bu yüzden oğlu Tâcüddîn Sübkî, babasına; “Ey babacığım, kâdılık makâmında otururken, yirmi dirhem etmeyen elbiselerle oturuyorsun. Fakat sultânın merâsimlerinde cübbe giyiyorsun. Niçin böyle davranıyorsun.” diye sordu. Takıyyüddîn Sübkî, “Evlâdım! Bu, Şafiî mezhebi ulemâsının şiârıdır. Bu âdetin unutulmasını istemem. Ben devamlı kalacak değilim. Benden sonra gelip bunu giyecekler. Yeni bir şey ortaya çıkarmıyorum." buyururdu.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir tesire sâhipti. Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara nasîhat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: "Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur. Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber biz, Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim makâmımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır."

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturdu. Ubeydullah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu."

Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Yûsuf bin Zekeriyyâ şöyle anlatır: Biz Harran’da idik. Muhammed bin Yûsuf (Zâhid İsfehânî) hazretleri yanımıza geldi. Oradaki hadîs âlimleri etrafını çevirdiler. Hemen Harran’dan ayrılıp Resûleyn denilen yere gitti. Bir ay orada kaldıktan sonra geri geldi. Orada neden çok kaldıklarını sordum. “Resûleyn’de bir ay kaldım. Ne kimse beni tanıdı, ne de ben kimseyi tanıdım” buyurdu. Dikkat ettim; Muhammed bin Yûsuf hazretleri, ekmeğini her zaman değişik fırından alırdı. Sebebini sorduğumda; “Her zaman aynı fırından alırsam, belki fırın sâhibi beni tanır ve bana hürmet eder, ben de o zaman dînimi dünyâya âlet etmiş olmaktan korkarım. Muhtelif fırınlardan alınca beni hiçbiri tanımaz” buyurdular.