CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EDEB – TERBİYE - 1

Her konuda haddini bilip, sınırı aşmamak, insanlara iyi muâmelede bulunmak, sünnet üzere yâni Peygamber efendimizin buyurduğu ve davrandığı gibi hareket etmek, hatâya düşmekten sakınılacak şey, terbiye, güzel ahlâka da edeb denir.(E. Ans. c.1, s. 34)

Abdullah bin Mübârek âlimler, edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır demiştir. (E. Ans. c.1, s. 34)

Ebü'l-Berekât Emevî Hakkârî; "Edep, kulun, Allahü teâlâya karşı vazîfelerini, vakitlerini nasıl değerlendireceğini, kendini O'ndan uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 34)

İmâm-ı Rabbânî ise; "Edebe riâyet etmeyen hiç kimse, Allah'a kavuşamaz, yâni velî olamaz. Din büyüklerinin yolu baştan sona edeptir. Namazın sünnet ve edeplerinden birini gözetmek ve tenzîhî bir mekrûhtan sakınmak; zikir, fikirden (tefekkürden) üstündür." buyurmuştur. (E. Ans. c.1, s. 34)

Şems-i Tebrîzî ise; "Âdemoğlunun edebden nasîbi yok ise, insan değildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark budur. Gözünü aç ve bütün Allahü teâlânın kelâmının mânâsı, âyet âyet edepten ibaret olduğunu gör." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 34)

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Sultan Ahmed Han, bir gün hazretlerine bir hediye göndermiş, o da bunu kabûl etmeyerek iâde etmişti. Pâdişâh bu sefer aynı hediyeyi Şeyh Abdülmecîd Sivâsî'ye gönderdi. Onun kabûl etmesi üzerine bir gün pâdişâh kendisine; "Bu hediyeyi Hüdâyî'ye gönderdiğim halde kabûl buyurmadılar." dedi. Abdülmecîd Sivâsî de; "Pâdişâhım, Hüdâyî bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez." cevâbını verdi.

Pâdişâh birkaç gün sonra Hüdâyî hazretlerinin sohbetine gidince; "Geri gönderdiğiniz hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabûl etti." dedi. Bu söz üzerine Hüdâyî hazretleri de; "Sultanım! Şeyh Abdülmecîd bir deryâdır. Ona bir katre necâset düşmekle pislenmiş olmaz." diyerek zârifâne bir cevap verdi.

Mâverâünnehir böldesinde yetişen velîlerin büyüklerinden Aziz Nesefî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Ey oğul! Bir mecliste bulunduğun zaman kendini beğenerek en başa, yukarıya oturma. Edebe çok riâyet eyle. Edepsizlik her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi vardır. Arkadaşlarına cömertlik et ve iyi muâmelede bulun.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Bir gece karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultanla oturan edebini gözetmelidir diyordu. Hemen toparlandım."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri anlatır: "Hazret-i Hâce'nin sohbeti ile şereflendiğimde, talebelerinin büyüklerinden olan Şeyh Şâdî, bana çok nasîhat etti ve edebden bahsetti. Bana emrettiklerinden biri; hazret-i Hâce'nin bulunduğu yere doğru hiçbirimiz ayağımızı uzatmayız nasîhati idi. Bir gün hava çok sıcaktı. Gazyût'tan Kasr-ı Ârifân'a Hâce hazretlerini ziyârete geliyordum. Bir ağacın gölgesinde dinlenmek için yattım. Bir hayvan gelip, ayağımı iki kere kuvvetlice tekmeledi. Fırladım kalktım. Ayağım çok fazla ağrıyordu. Tekrar yattım. Yine o hayvan gelip beni tekmeledi. Kalkıp oturdum ve sebebini düşünmeğe başladım. Nihâyet Şeyh Şâdî'nin nasîhatını hatırladım ve ayaklarımı, hocamızın o anda bulunduğu Kasr-ı Ârifân'a doğru uzatarak yattığımı anladım."

Tâbiîn tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse ziyâfete çağrılır. O da ev sâhibine haber vermeden, yanında misâfir getirirse, bir tokat hak etmiştir. Eve geldiğinde, ev sâhibi, şuraya buyurunuz dediği zaman, hayır ben şuraya oturacağım diyen kimse ise, iki tokat hak etmiştir. Yemek yerken de ev sâhibine; "Sen de bizimle berâber yemiyor musun, sen de yesene." diyen, üç tokadı hak etmiş olur. Çünkü hepsinde söz ve hareketi boş ve fuzûlîdir.

İslâm âlimlerinin ve velîlerin büyüklerinden Celâleddîn-i Devânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) konuşma âdâbını şöyle anlatır: Lüzûmsuz hareketlerden kaçınmalıdır. Meselâ sakalı ile saçı ile, diğer uzuvları veya elbisesi ile oynamamalıdır. Parmağını burnuna veya ağzına sokmamalı, parmaklarını çıtırdatmamalı, esnememeli, gerinmemeli, tükrüğünü, balgamını, sümüğünü de, sesini başkalarının duyacağı şekilde atmamalı ve kıbleye doğru tükürmemeli, sümkürmemelidir. Elini ve yüzünü eteğiyle, elbisenin kol ağzıyla, yeniyle silmemelidir.

Bir meclise gidince, kendinden aşağı olanların veya yüksek olanların yerlerine oturmamalıdır. Ama meclisin büyüğü o ise, istediği yerde oturabilir. Anlamadan bu yerlerden birinde oturmuşsa, hâtırına geldiği zaman münâsib yere gitmelidir. Orada boş yer yoksa, hiç sıkıntı ve derd etmeden geri dönmelidir.

İnsanların yanında uyumamalıdır. Sırt üstü hiç yatmamalıdır. Hele uyurken horlayan buna çok dikkat etmelidir. Çünkü bu şekilde yatmak horlamayı arttırır. Eğer bir mecliste, kalabalıkta uyku gelirse, mümkünse kalkıp gitmeli, değilse, bir hikâye, bir düşünce veya bir başka yolla def etmelidir. Oradakiler hep uyuyorsa, ya onlara uyup uyumalı, yâhut kalkıp gitmelidir.

Kısaca, öyle hareket etmelidir ki, kimse ondan nefret etmemeli ve ona acımamalıdır. Yâni acınacak hâle düşmemelidir. Bu âdetlerden biri ona ağır gelirse, bunları yapmadığı zaman doğacak zarar ve ayıplamanın, bunlara katlanmaktan ağır ve çirkin olduğunu aklından çıkarmamalıdır.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârın üst tarafında oturduğunu gördü. O gence bir şey söylemeden, hazret-i Ali'nin sabah namazına giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarı, yaşına hürmeten geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın rükûunda Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah'ın sırtına lutf ile dokunup durdurduğunu ve hazret-i Ali'nin yetiştiğini anlatıp; "Yahûdî ihtiyara hürmet edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü dîne uymakla geçirmiş ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin, Allahü teâlâ katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir." buyurdu. Bu nasîhatı dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst tarafına oturmadı.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Edebe riâyet etmeksizin evliyâya hizmet eden kimse helâk olur. Ondan istifâde edemez."

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, edebi gözetmekten soruldu. O; "Edebi terk, kovulmayı îcâbettiren bir sebeptir. Huzurda edepsizlik edeni kapıya, kapıda edepsizlik edeni ise hayvanlara bakmak için ahıra koyarlar. Kul, ibâdeti ve tâatıyla Cennet'e, ibâdet ve tâatteki edebiyle Allahü teâlâya vâsıl olur." buyurdular.

Yine buyurdular ki: "Sükût, Allahü teâlânın huzûrunda olma edeplerinden bir edeptir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Kur'ân-ı kerîm okunduğu zaman onu dinleyiniz ve susunuz ki rahmete nâil olasınız, kavuşasınız." (A'râf sûresi: 204) buyurmuştur."

Allahü teâlâ, cinlerin, Resûlullah efendimizin huzûrundaki hâlini haber verirken de; meâlen "Cinler hazret-i Peygamberin huzûruna gelince, birbirlerine; "Susun" dediler." (Ahkâf sûresi: 29) buyurmuştur."

"Büyüklerin huzûrundan kovulmayı icâb ettiren şey, edebi terketmektir."

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Edep, konuştuğun zaman dilini korumak, yalnız kaldığın zaman kalbini korumak, dışarıya çıktığın zaman gözünü korumak, yediğin zaman boğazını korumak, uzattığın zaman elini korumak, yürüdüğün zaman ayağını korumak ve bütün işlerinde vaktini korumaktır. Kim âzâlarını korumaz ve vaktini zâyi ederse, onun uzuvları edepsizliğe gider. Kim vaktini değerlendirir, sırrını gözetlerse, Allahü teâlâ onun vakitlerini ve uzuvlarını korur."

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kul için güzel edepten daha iyi mertebe göremedim. Çünkü aklın hayâtı edeptir. İnsan edep ile dünyâ ve âhirette yüksek derecelere kavuşur."

"Kim nefsini terbiye ederse, herkes ondan terbiye öğrenir. Edep ehline aykırı hareket eden, yasaklara dalar ve kendisine tâbi olanlar yoldan saparlar."

"Edep iki kısımdır: Bâtının edebi, zâhirin edebi. Bâtının edebi, kalbin temizlenmesi; zâhirin edebi ise uzuvları kötülük yapmaktan ve günahlar-

dan korumaktır."

Yine buyurdu ki: "Allahü teâlâya karşı edep, O'ndan devamlı korku üzere bulunmak ve O'nu murâkabe üzere olmaktır. Resûlullah'a karşı edeb, sünnet-i seniyyeye yapışmakla; evliyâya karşı edeb, ona hürmet etmek, hizmetlerinde bulunmakla; çoluk-çocuğa karşı edep, onlara güzel ahlâk ile muâmele etmekle; arkadaşlara ve dostlara karşı edep, onlara güler yüzlü olmakla; câhillere karşı edep, onlara duâ ve merhâmet göstermekle olur."

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Edep nedir?" denilince, buyurdular ki: "Râzı olunan, beğenilen şeyleri yapmandır."

Yıne buyurdular ki: "Edepten mahrum bırakılan bir kimse, bütün hayırlardan mahrum bırakılmış olur."

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hazret-i İmâm'ın huzûrunda oturuyordum. Onlar mârifetleri yazıyordu. Âniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helâya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur'ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edeb dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdular ki: Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk'a kavuşamaz.

Bir gün, hâfızlardan biri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'ân-ı kerîm okumağa başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'ân-ı kerîm okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı."

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mensûr Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin mescidinde bulunuyorlardı. Mensûr yüksek sesle bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Mâlik bin Enes hazretleri; "Ey müminlerin emîri! Bu mescidde sesini yükseltme. Çünkü Allahü teâlâ Hucurât sûresi ikinci âyet-i kerîmede meâlen; "Ey îmân etmekle şereflenenler! Sesinizi Nebiyyullah'ın sesinden yukarı çıkarmayınız. O'na karşı biribirinize bağırdığınız gibi seslenmeyiniz. O'na saygısızlık gösterenlerin ibâdetleri yok olur." buyurarak bir kavmi terbiye eyledi.

Vefât ettikten sonra da Resûlullah'a hürmet hayatlarındaki hürmet gibidir." buyurdu. İmâm-ı Mâlik'in bu nasîhatlerini dinleyen halîfe Ebû Câfer Mensûr sesini yavaşlattı ve; "Ey İmâm! Resûlullah'ın huzûrunda duâ ederken kıbleye mi döneyim yoksa Resûlullah'a yönelerek mi duâ edeyim?" diye sordu. İmâm-ı Mâlik hazretleri; "Ey müminlerin emiri! Yüzünü Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem başka tarafa çevirme. Çünkü Resûlullah efendimiz, Allahü teâlâ katında dileklerimiz için vesîlemizdir. Bundan dolayı da yüzünü Resûlullah'a dönmeli, O'nun şefâatini dilemelisin. O zaman Allahü teâlâ O'nu sana şefâatçi kılar." buyurarak; "Onlar nefslerine zulmettikten sonra gelirler, Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar." meâlindeki Nisâ sûresi 64. âyet-i kerîmeyi okudu.

Hirat'ta yetişen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin meclisine, bir gün edebi kıt olan biri geldi. Büyüklerin huzûrunda izin verilmeden konuşulmayacağını bilmiyordu. Zühdden takvâdan dem vurmağa, bilgiçlik taslamağa başladı. Bir müddet sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye başlandı. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; "Ben yemeğe tuz ile başlarım. Tuz getir." dedi. Onun bu hâline Molla Câmî üzüldü ve; "Ekmekte tuz vardır. Ona niyet eyle." buyurdu. Bu sırada ekmeği tek elle koparan birine de; "Ekmeği bir el ile koparmak mekruhtur." deyince, Molla Câmî de; "Yemek esnâsında başkalarının el ve ağızlarına bakmak, ekmeği tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur." buyurdu. O kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; "Yemek yerken konuşmak sünnettir." dedi. Molla Câmî de; "Çok konuşmak mekruhtur." buyurdu. O edebi kıt kimse, artık yemek sonuna kadar hiç konuşmadı.

Irak evliyâsından Nûreddîn Berîfkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir talebesine yazdığı mektup şöyledir: “Ey evlâdım! Bu söyleyeceğim edebler, Allahü teâlâyı sevmek ve O'na yaklaşmak isteyen herkese lâzımdır.

Evlâdım! Allahü teâlâyı sevmek ve O’na yakın olmak isteyen herkese lâzım olan edebler şunlardır: Az konuşmalı, az uyumalı, insanlarla lüzumu kadar görüşmeli, elemlere, musîbetlere, acılara, açlığa, insanların sıkıntılarına sabretmeli ve kendisine zulmedeni affetmeli ve ondan intikam, öç almaya kalkmamalı, kendi için sevdiğini herkes için sevmeli ve istemeli, malıyla cömertlik yapmalı, insanlardan bir şey istememeli ve beklememeli, sâdece Allahü teâlâdan beklemeli, her ihtiyâcını Allahü teâlâya ısmarlamalı. Yaptığı amellere ve kabûl olduğuna güvenmemeli bilakis “Amellerim ayıplı ve kusurludur.” demeli; şahsı ile, ibâdetleri ile, ameli ile sevinmemeli, övünmemelidir. Aksine Allahü teâlâya ve Resûlüne ve O’nun şerîatına uymakla sevinmelidir.”

Anadolu'da yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında çilehânede iken ayağını uzatmıştı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri gözüküp elindeki baston ile ayağına vurarak îkâz etmiş, üç gün ayağının acısından yere basamamıştır. Bu hâdiseden sonra ayağını hiç uzatmamıştır.

Bir Ramazân-ı şerîf ayında, Mustafa Sâfî Efendi hazretlerine ait türbenin inşâsı sırasında bu işle meşgul olanlar, oruç olmaları sebebiyle kabri yanında ona karşı lâzım olan edebi tam gösterememişlerdi. Türbe inşâsında çalışan ustalar edebe uymayan şekilde ayaklarını uzatarak oturmuşlardı. Yine bir defâsında kabri yanında böyle ayaklarını uzatıp oturdukları sırada, Sâfî Efendinin rûhâniyeti kendi sûretinde gözüktü. Ayaklarını uzatıp oturanlara tebessüm edip, aralarından İbrâhim adındaki kimseye; "İbrâhim Bey! Artık sen büyüdün bizi tanımaz oldun." dedi. Hemen yerinden fırlayıp; "Aman efendim ben kimim ki sizi saymayayım." diyerek, ağladı. Çok gözyaşı döktü. Sonra ayaklarına kapanıp affetmesini istedi. O böyle ağlayıp yalvararak affetmesini isteyince onu affetti. Kendinden öyle geçmişti ki, affedilince kendini toparlayabildi. Artık bu hâdiseden sonra türbenin yanına yaklaşırken tâ uzaktan ayakta durarak edep gösterirdi. Bu menkıbeyi yazan müellif şöyle demektedir: Bunu anlatmaktan maksadım nefsin terbiyesi içindir. Allahü teâlânın sevgili kulu olan bir mürşid-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber, mahâretli, mesleğinde mütehassıs bir doktor gibidir. Talebesinin ıslahı ve yetişmeleri için ne lâzım olursa, ona göre muâmele eder. Kimisine sert muâmele eder. Çünkü iltifat ona zararlıdır. Bâzısına da yumuşak muâmele eder. Her talebe meşrebine, yapısına, huyuna göre terbiye edilir. Eğer bunun tersi yapılırsa, rehber ne kadar mâhir olursa olsun talebe onu herhangi bir sûretle inkâra kalkışır. Buna gücü yetmezse istikâmetine zarar verir. Güneş her meyveye ve bitkiye yapısına göre parlar. Meyve tatlı ise tadını, acı ise acılığını artırır. Mürşid-i kâmiller de talebenin meşrebine, hâline bakıp ona göre yetiştirirler.

Evliyânın büyüklerinden, maddî ve mânevî ilimler sâhibi Serrâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanlar edebi üç ayrı şekilde anlamaktadırlar. Dünyâ ehlinin edebi; fesâhat ve belâgat ilimlerine sâhip olup, pâdişâhların isimlerini ve şiirlerini ezberlemektir. Dünyâya ehemmiyet vermeyen zâhidlerin edebi; riyâzet çekerek nefsi ıslâh etmek, şehvet ve arzularını terkederek dînin emir ve yasaklarına uygun hareket etmektir. Âriflerin edebi; kalb temizliği, sırların kontrolü, vaktin muhâfazası, hatıra gelen şeylere iltifât edilmemesi, taleb, huzûr ve kurb ânında edebe riâyet edilmesidir."

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Nâsırüddîn Suveydî Bağdâdî hazretleri şöyle anlatır: "Seyyid Burhâneddîn'e, yollarındaki edebden sordum. "Her tarikatte sahih olan edeb şerîatin bildirdiği edebdir. Dînin edebi ile edeblenen doğru yola girmiştir. Onun maksadına kavuşması umulur. Dînin edebi ile edeblenmeyen yolunu kaybeder, sapıtır. Gâyesine ulaşamaz. Bizim yolumuzun büyükleri, talebe yetiştirmek için, sohbete çok önem vermişlerdir. Çünkü sohbet, talebenin tabiatını mıknatıs gibi gafletten kalb uyanıklığına, cimrilikten cömertliğe, hırsdan zühde, kötü ahlâktan güzel ahlâka, her alçak ve aşağı halden temiz hâle çeker." buyurdu."

 Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Yaya olarak, Rum diyârına gazâ için gitmiştim. İstirahat ederken, yorgunluktan sırt üstü yatmış, ayağımı duvara dayamıştım. O esnâda bir ses duydum. Bu ses bana; "Yâ Sırrî! Köle, efendisinin yanında böyle yatar mı?" dedi. Bundan sonra, bir daha ayağımı hiçbir şekilde uzatıp yatmadım."

Sırrî-yi Sekatî hazretleri buyurdular ki: "Edebli olmak; güzel kalblilik ve akıllılık alâmetidir."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında, Keş'e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; "Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim." buyurdu. Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti."

Bir defâsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalarından birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak vardı. Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler. Edeblerinden girmediler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını istedi. "Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum." diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini anladılar.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; Bir sohbeti sırasında büyüklerin hallerinden anlatarak şöyle buyurdular: "Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyüklerinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi, vâlisi idi. Önce Muhammed Hayr'ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâdî'nin akrabâsı olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.

Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî'ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti. Bunu da yaptı. Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu."

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı: "Tasavvuf ehli arasında; "Benim elbisem, benim ayakkabım." demek edebe uygun değildir. Dostlar arasında, hiçbir şeyi mülkiyetle nisbet etmemek, onların âdâbındandır. Zarûret müstesnâ."

Evliyânın meşhurlarından Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "İnsanlar edebe, ilimden çok daha fazla muhtaçtır."

"Edeb nedir?" diye sorulunca; "Çok çeşitli târifleri yapılmıştır. Biz deriz ki, edeb insanın nefsini bilmesi, tanımasıdır." Buyurdular.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Başkasında gördüğü bir kusuru münâsib bir lisanla anlatmaya çalışırdı. Huzûrunda birisi aksırdı ve "Elhamdülillah" demeyi unuttu. O kimseye, suâl sorar bir edâ ile; "Aksıranın ne demesi îcâb eder efendim?" dedi. O cevâben; "Elhamdülillah." deyince, Abdullah bin Mübârek de; "Yerhamükellah." buyurdu. Bu rivâyeti bildiren Muhammed bin Cemîl; "Bu edebli hareket bizi şaşırttı. Bu edebe hayrân olduk."

Yine buyurdular ki: "Biz çok ilimden ziyâde az da olsa edebe muhtâcız."

"Âlimler edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır."

Yemen'de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyâdan Abdullah Yâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hicaz'a ilk geldiğinde Medîne-i münevvereye girmeden önce kendi kendine; "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem izin vermeyince bu şehre girmem." diye söz verdi. Çünkü ilmi ve edebi çok yüksekti. Büyüklerin, bilhassa Peygamber efendimizin huzûruna edeple girileceğini biliyordu. On dört gün Medîne'nin giriş kapısında bekledi. Devamlı ibâdet edip kabûl buyurulması için Allahü teâlâya duâ etti. Bir gece rüyâsında Peygamber efendimiz; "Ey Abdullah! Ben dünyâda senin peygamberin âhirette şefâatçin, Cennet'te ise arkadaşınım. Yemen'de on kişi vardır. Onları ziyaret eden beni ziyaret etmiş olur. Onları üzen beni üzer." buyurdu. Abdullah Yâfiî hazretleri; "Yâ Resûlallah! Onlar kimlerdir." diye sorunca; "Onların beşi vefât etmiştir. Beşi ise hayattadır." buyurdu. Abdullah Yâfiî; "Yaşayanlar kimlerdir?" diye sorunca; "Şeyh Ali Tavâşî, Şeyh Mansûr bin Ca'da, Muhammed bin Abdullah, Fakih Ömer bin Zeylaî, Şeyh Muhammed bin Ömer Nehârî'dir. Vefât etmiş olanlar ise Ebü'l-Gays bin Cemil, Fakîh İsmâil Hadramî, Fakih Ahmed bin Mûsâ bin Acîl, Şeyh Muhammed ibni Ebû Bekr Hakemî ve Fakîh Muhammed bin Hüseyin İclî'dir." buyurdu.

Peygamber efendimizin mânevî işareti üzerine Medîne-i münevvereden ayrılarak Mekke'ye oradan da Yemen'e geçti. Önce, Mekke'den Yemen'e gitmiş olan hocası Şeyh Ali Tavâşî'yi ziyâret etti. Peygamber efendimizin rüyâda ziyâret etmesini tavsiye buyurduğu zâtlardan sağ olanları ziyâret etti ve sohbetlerinde bulundu.

Ziyâretine gittiği zâtlardan Şeyh Muhammed bin Ömer Nehârî ona; "Merhaba ey Resûlullah'ın elçisi!" diye hitâb etti. Abdullah Yâfiî hazretleri ona; "Bu hâle ne ile kavuştun?" diye sorunca, Bekara sûresi iki yüz seksen ikinci âyet-i kerîmesinin "...Allah'tan korkun, Allah size ilim öğretiyor." meâlindeki son kısmını okudu. Peygamber efendimizin rüyâda tavsiye buyurduğu zatlardan vefât etmiş olanların da kabirlerini ziyâret edip Medîne-i münevvereye döndü. Fakat yine Medîne'ye girmeden on dört gün Medîne kapısında bekledi. İbâdet edip kabûl olunması için Allahü teâlâya niyâzda bulundu. Bir gece yine Resûlullah efendimiz ona; "Tavsiye ettiğim zâtların onunu da ziyâret ettin mi?" buyurdular. Abdullah Yâfiî; "Evet yâ Resûlallah! Ziyâret ettim. Medîne'ye girmeme izin var mı?" diye sordu. Resûlullah efendimiz; "Gir sen emin olanlardansın." buyurdu. Sevgili Peygamberimizin bu hitâbına mazhar olan Abdullah Yâfiî hazretleri edeple ve gözyaşları dökerek Medîne-i münevvereye girdi. Efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret edip yüksek feyzlerine kavuştu.

Velî ve hadîs âlimi Abdurrahmân bin Mehdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İlmiyle amel eden, İslâmı nefsinde yaşayan bir zât idi. Kahkaha ile gülmez, sâdece tebessüm ederdi. Zamânındaki insanlar, din ve dünya işlerinde Abdurrahmân bin Mehdî hazretlerine mürâcaat ederlerdi.

Her gece Kur'ân-ı kerîmin tamâmını hatmedip baştan sona okurdu. Yarısını teheccüd namazında, yarısını namazın dışında okurdu. Sohbetine ve ilim meclisine gelenler, huzûrunda, oturdukları zaman, başlarında sanki kuş varmış gibi, gâyet edepli ve dikkatli otururlardı. Onun bulunduğu mecliste ilim, edep ve ciddiyet hâkimdi. Bir gün, Onun ilim meclisinde oturanlardan birisi gülmüştü. Bunun üzerine, onu, iki ay ilim meclisine gelmekten menetti. "Bu, bizim meclisimize iki ay gelmesin." dedi. Sonra, Allahü teâlâdan onun için af diledi.

On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hastalığı sırasında kendisini ziyâret için gelen talebelerine şu edeplere uymalarını tavsiye etti: "Ziyâretime gelenler, tam bir edep ve huzûr içinde yanıma girsinler. Çünkü evliyânın rûhları devamlı olarak odamda bulunuyor. Edebe aykırı yapılan bir davranış, yapan kimseyi zarara uğratacağı  gibi, kendimin de o davranıştan zarar göreceğinden çekiniyorum. Yanıma girdiğinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz aynı olsun. Çünkü hastalığım sırasında değişik arzularınızın bana yansımasından rahatsız oluyorum."

Büyük İslâm âlimi ve evliyâ Seyyid Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin evi Bağdad'da Hâlidiyye dergâhının batısında bulunuyordu. Her gün yatsıya kadar dergâhta Allahü teâlânın ismini anmakla geçiren ve sohbetine gelen kimselere hak yolu anlatan Abdülgafûr Hâlidî hazretleri, Şeyh Muhammed el-Cedîd hazretlerine karşı hürmette kusûr etmezdi. Yatsıdan sonra Şeyh Muhammed el-Cedîd'den izin isteyip; "Efendimiz! Fakirhâneye, evime gitmeye izin verir misiniz?" derdi. Şeyh Muhammed Cedîd izin verirse evine gider, vermezse o geceyi dergâhta geçirirdi. Eğer izin verirse evine gidip fecirden, tan yeri ağarmadan evvel yine dergâha gelirdi.

Abdülgafûr Hâlidî; "Şeyh Muhammed el-Cedîd, Efendimiz (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) hazretlerinin yerindedir." diyerek ona saygı duyardı. Şeyh Muhammed Cedîd de ona iltifatta bulunarak saygıda kusûr etmezdi. Hattâ cumâ ve pazartesi günleri diğer müridlerle, talebelerle husûsî görüşüp onlar için duâ ettikten sonra Abdülgafûr Hâlidî ile husûsî görüşür, ona iltifatta bulunurdu. Biri diğerinin elini öper, birbirlerine karşı tevâzû ederler, birbirlerine çok hürmette bulunurlardı.

Adamın biri Abdülgafûr Hâlidî'ye gelerek Bağdad vâlisi Dâvûd Paşaya bir işiyle ilgili olarak yazı yazmasını istedi. Kendini müslümanların hizmetlerine vakfetmiş olan ve onların ihtiyaçlarını yerine getirmeyi çok seven Abdülgafûr Hâlidî, bir yazı yazarak gönderdi ve kendisine mürâcaat eden adamın işinin yapılmasını istedi. Yazıyı alan vâli o kimsenin işini gördü. Daha sonra Şeyh Muhammed el-Cedîd bu durumdan haberdâr olunca, Abdülgafûr Hâlidî'ye sitem etti. "Neden benden izinsiz yazı yazdınız? Bana neden haber vermediniz?" dedi. Abdülgafûr Hâlidî ağlamaya başladı. "Aman efendim! Bir kusûr ettim. Tövbe olsun, af buyurunuz." diyerek ellerinden öptü ve af diledi.

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda; "Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir." buyurdular.

Bir gün bir derslerinde de şöyle buyurdular: "Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."

Suriye'de yetişen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini dinleyenlerden birinin; "Açık ve gizli darbelere nasıl dikkat ederiz, onlardan nasıl kurtuluruz?" sorusuna şöyle cevap verdi: Darbelerden kurtulmak için açık ve gizli edeplere uymak, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, hasbel beşer, insanlık îcâbı bir günâh işlenirse, tövbeyi geciktirmemek, Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diğer İslâm âlimlerinin eserlerini okumak, öğrendiğimiz İslâmî bilgileri bilfiil tatbik etmekle ve İslâmiyeti bilenlerin sohbet ve nasîhatlerini dinlemekle kurtuluruz. Bunlar zâhirî edeptir. Bâtınî, gizli edepleri gözetmek ise bu zamanda çok zordur. Kalbi mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başkasını düşünmekten temizlemekle mümkün olur. Nitekim Hâfız-ı Şîrâzî hazretleri; "Seni dostundan geri bırakan ne ise kalpten onu terk et." buyurdular.

Tebe-i tâbiînden, Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dîni bütün ve vakar sâhibi olan kimselerle olunuz. Çünkü onların meclislerinde, toplantılarında kötü, çirkin, ahlâka ve vakara sığmayan şeylerden bahsedilmez."

Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin "Kulun Allahü teâlâya karşı takınacağı en güzel edep hali, O'nun emirlerine tereddütsüz boyun eğip itâat göstermesidir. Allahü teâlâ onu bu haliyle dünyâda bırakırsa, bunu en hayırlı ve sevimli şey kabul etsin. Şayet rûhunu alıp, âhirete götürürse (rûhunu alırsa), bunun da Allahü teâlânın emri olduğunu bilsin ve bu da kendisine hoş gelsin."

Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh)  buyurdular ki: Edebini, edeb öğreten hocadan almayan, kendisine uyanları yanlış yola götürür.