|
DUÂ – İBÂDET – TÂAT
- 3
Şâfiî mezhebi âlimi ve büyük
velîlerden Muhammed Avfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır:
“Gençliğimde Şeyh Abdürrahmân’ı gördüm. Yanına yaklaşınca Muhammed bin Anân
alnımdan öptü ve şefkatle bana baktı. Sonra zikir etmemi, Allahü teâlâyı çok
hatırlayıp anmamı telkin etti. Bu hususta benden söz aldı. Sonra bana; "Allahü
teâlânın emânetinde olarak yaşa, Allahü teâlâya sığın. Allah, her işini
kolaylaştırsın. Seni, kendisinin dışındaki şeylerden fânî kılıp, kendisi ile
bâkî eylesin. Sen, asrının imâmı, zamânının bir tânesi, akranlarının en üstünü,
din kardeşlerinin arasında mübârek bir kimsesin! Allah, seni koruyup gözetsin!
Fazl-u keremi ile ihsân ettiği şeylerle sevinç ve neşeni arttırsın!” dedi. Daha
sonra kıymeti ve mânevî değeri çok yüksek bir elbise giydirdi. Sonra “Artık
bizim günlerimiz sona erdi, saatlerimiz tükendi.” dedi.
Büyük velîlerden ve
“Silsile-i aliyye” denilen büyük İslâm âlimlerinin on üçüncüdsü olan Muhammed
Bâbâ Semmâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Behâüddîn Buhârî hazretleri
şöyle anlatır: "Evlenmek istediğim zaman, büyük babam beni Muhammed Bâbâ Semmâsî
hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve duâ isteği
kabardı. Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve
Allahü teâlâya şöyle duâ ettim: "İlâhî! Bana, belâlarına tahammül için kuvvet ve
aşkın yüzünden doğacak mihnetlere, meşakkat ve sıkıntılara karşı güç, ver!"
Sabahleyin hocamın huzûruna varınca; "Bir daha duâ ederken, "İlâhî, senin rızân
nerede ise, bu kulunu orada bulundur!" diye duâ et! Eğer Allah, dostuna belâ
gönderirse, yine inâyeti ile o belâya sabır ve tahammülü de ihsân eder. Fakat,
Allah'tan ne geleceğini bilmeden, belâ ister gibi duâ doğru değildir." buyurdu.
Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin bir gece evvelki hâlimi keşfetmekteki kerâmetini
anladım ve ona tam bağlandım.
En büyük velîlerden ve on
iki İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri gece geç vakte kadar ibâdet eder, sonra Allahü teâlâya şöyle
yalvararak ağlardı: "Yâ İlâhî! Yâ Rabbî, gece oldu. Gökte yıldızlar var. Herkes
uyuyor. Kimsenin sesi çıkmıyor. Yâ Rabbî! Sen dirisin. Her şeyi biliyor, yapılan
her şeyi görüyorsun. Uyuman, uyuklaman olamaz. Seni böyle bilmeyen ihsânına
kavuşamaz. Sen öyle kuvvet ve kudret sâhibisin ki, hiçbir şey, senin, olmasını
dilediğin bir şeyin olmasına mâni olamaz. Senin bâkî ve ebedî oluşunda, gündüzün
bitip gecenin başlaması ve gecenin bitip gündüzün başlaması gibi sebeplerle
kesiklik, aksaklık olmaz. Rahmetin o kadar çoktur ki, rahmet kapılarını herkese
açmışsın. Sana duâ edenlerin, yalvaranların duâlarını kabûl edersin. İhsân
ettiğin nîmetlere hamd edenleri çok sever, onlara daha çok nîmetler verirsin.
İnanarak ve güvenerek sana duâ edenler, eli boş dönmezler. Sana güvenen, kapına
gelen kimseyi döndürmeye kimsenin gücü yetmez. Ey Rabbim! Ölümü, kabri ve sana
hesab vereceğimi düşündükçe, önümde bunlar olduğunu bildikçe nasıl olur da
senden sevinç ve neşe isteyebilirim. Amel defterimin, sağımdan mı, solumdan mı
verileceğini bilemediğim aklıma geldikçe, nasıl olur da senden dünyâlık bir şey
istiyebilirim? Can alıcı meleğin geleceğini ve canımı alacağını bildiğim halde
dünyâ lezzetlerinden nasıl tat alabilirim?
Yâ Rabbî! Sana yalvarıyor,
senden istiyor, rahmetinden ümid ediyor ve istiyorum ki, ölümümü, hesâbımı kolay
ve rahat eyle ve sonra azâbı olmayan rahat bir hayat ihsân eyle. Âmin Yârabbel
Âlemin."
Muhaddis, zâhid, âbid,
ârif-i kâmil ve Tâbiînin büyük âlimlerinden Muhammed bin Vâsi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) “Kazancın temizliği bedenlerin de temizliği demektir. Allahü
teâlâ, temiz giyip, temiz yedirene rahmetiyle muâmele etsin.”
Her sabah namazını kıldıktan
sonra şeytanın şerrinden korunmak için şöyle duâ ederdi; “Allahım, sen bize bir
düşman (şeytan) musallat ettin ki, o ve maiyyeti bizi ve kusurlarımızı görür,
fakat biz onu göremeyiz. Allahım, onu rahmetinden mahrum ettiğin gibi bizden de
mahrum et. Affından ümidini kestirdiğin gibi, bizden de ümidini kestir.
Rahmetinle onun arasını uzaklaştırdığın gibi, bizimle de onun arasını
uzaklaştır. Zirâ muhakkak ki, senin gücün her şeye yeter, sen her şeye
kâdirsin.”
Büyük âlim ve velî Seyyid
Muhammed Emîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Nakşibendî
yolunun üstünlüğünü anlatan eserin sonundaki ifâdelerinde; "Yâ Rabbî! Muhammed
Emîn Arvâsî nâm fakîr kulunu, iki dünyânın sevgisinden kurtar. Kalp ve
vücûdumuzu zâtının muhabbeti ile tezyîn eyle ve evliyâyı kirâmın
hizmetçilerinden say..." diye duâ etmiştir.
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sevenlerinden sâlih bir kimse vardı. Bu
kimsenin doğan çocukları yedi gün yaşadıktan sonra ölürdü. Son olarak bir çocuğu
dünyâya geldi. Fakat çocuk yine hastalandı. O kimse Muhammed Emin Erbilî'ye
ağlayarak gelip çocuğunun yaşaması için duâ etmesini istedi. Muhammed Emin
hazretleri o kimseye; "Korkma,Allahü teâlânın izniyle senin çocuğun yaşayacak."
buyurdu. Kendisinin küçük bir kızı vardı. Allahü teâlâdan kendi kızını almasını
ve o kimsenin çocuğunu yaşatmasını niyâz etti. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl
buyurdu. Evine gittiği zaman kendi kızının öldüğünü gördü. O kimsenin çocuğu ise
onun duâsı bereketiyle uzun müddet yaşadı.
Emin Erbilî Efendi
hazretleri İslâm memleketlerinin kâfirler eline düşmemesi için çok duâ ederdi.
Mısır'da bulunduğu sırada sevdiklerinden birini ziyârete gitti. Fakat bu sırada
üzüntülüydü. Ziyâretine gittiği kimse üzüntüsünün sebebini sordu. Muhammed Emin
Efendi buyurdu ki: "Edirne'nin küffâr eline düştüğü haberi sana ulaşmadı mı?" O
kimse dedi ki: "Efendim ne yapalım elimizden ne gelir?" Muhammed Emin Efendi; "Allahü
teâlâya duâ edelim ve bu musîbetin İslâm memleketinden uzaklaşması için
yalvaralım." buyurdular. Talebelerinin toplanmasını emretti. Allahü teâlânın ism-i
şerîfini çok andıktan sonra hep birlikte bu musîbetin gitmesi için duâ ettiler.
Muhammed Emin Erbilî hazretleri bir ara gözden kayboldu. Kısa bir müddet sonra
sevinerek meclise geldi ve; "Allahü teâlâ burada bulunanların duâsını kabûl
buyurdu. Edirne şehrini müslümanlara tekrar ihsân edecek." dedi. Söylediği gibi
oldu. Bir müddet sonra Edirne'nin kurtulduğu haberi duyuldu.
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Saîd
hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti.Teveccüh buyurdu.
Ağlayarak Allahü teâlâya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra
buyurdu ki: "Duâ esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp,
Allahü teâlâya duâ ettiğim sırada, mahlûkatdan milyonlarcası, bana uyarak
ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl olması için, duâma iştirak ettiler.
Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu."
Tâbiînden Muhammed bin
Sûka (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimsenin aksırdığını
duysam, aramızda deniz de olsa "Yerhamükellah" derim.”
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Şenâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Abdülvehhâb-ı
Şa’rânî hazretleri şöyle anlatır: Muhammed Şenâvî’nin huzûruna girdim. Son
anlarını yaşıyodu. Bana şöyle duâ etti: “Allahü teâlâ, seni gözetsin ve
himâyesinden bir ân dahî ayırmasın. O’ndan bunu diliyorum. O’nun huzûruna
vardığında, sana ayıplarını örtmekle muâmele eylesin” Muhammed Şenâvî, o gece
vefat etti.
Tâbiîn devrinin yüksek
âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hakkında rivâyet edilir ki, Mûsâ bin Câfer el-Hâşimî (Mûsâ
Kâzım) Mescid-i Nebevî'ye girip, gecenin ilk vaktinde secdeye vardı. Sabaha
kadar secdede şöyle dediği duyuldu: "Yâ Rabbî! Günahım çok, fakat senin affın
büyük."
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü
teâlâya şöyle yalvarırdı: “Allah’ım, ihlâs ile yapmış olduğum her amelim için
senden af ve mağfiret dilerim. Çünkü ben yalnız senin rızânı istiyorum.” O daima
Allahü teâlânın merhametine sığınır ve hakîki müminlerin hâli olan
“Beyn’el-Havfi ver-recâ” korku ile ümid arasında yaşar ve şöyle yalvarırdı:
“Allah’ım bizden râzı olmasan da affet. Çünkü efendi, kölesinden râzı olmasa da
affeder.” Arafat’taki duâsında; “Allah’ım benim yüzümden buradakilerin duâsını
reddetme, kabul eyle” diye yalvarırdı. Halbuki halk onu vesile ederek duâ eder
duâları kabûl olurdu.
Evliyânın meşhûrlarından
Bâbâ Şeyh Mübârek Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Muhammed
Pârisâ hazretlerinin evine gitmişti. Muhammed Pârisâ, ondan, oğlu Ebü'n-Nasr
için duâ istedi. O da duâ için Fâtiha-i şerîfeyi okumaya başladı. Fakat daha
bitirmeden dışarı çıkıp, kalan kısmını da dışarıda okuyup tamamladı. Bunun
sebebini sorduklarında; "Ben Fâtiha'yı okumaya başlayınca, eve o kadar melek
doldu ki, bana yer kalmadı zannedip dışarı çıktım." dedi.
Âlim ve
velî Müstekîmzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri'nin pek nefîs bir üslupla yazdığı şiirlerinden bir kıtası
şöyledir:
Yâ Rab! Kalemim mûy-i
fenâdan sakla,
Tahrîrimi ta'n-ı
süfehâdan sakla,
Tevfikin idüp kanda
gidersem rehber,
Şehrâh-ı şerîatte hatâdan
sakla!
.
Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Neccârzâde (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri sohbeti sırasında söylediği bir şiir şöyledir:
“Yâ Rab tarîk-i vuslata
emn ü emân ver!
Hasretkeş-i zemân-ı
visâlim zemân ver!
Râh-ı Rızâ’da merd-i
garîb etme bendeni
Çâbük-süvâr-ı şevki bana
hem-inân ver.”
Evliyânın büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) elde
ettiği ilim ve mârifetlere doymuyor, daha fazlasına kavuşmak için Allahü teâlâya
şöyle yalvarıyordu:
Yâ Rab bize ihsân et,
Vuslat yolunu göster.
Sûretde koma Cân et,
Uzlet yolunu göster.
Nefsimi hevâdan kes,
Kalbimi riyâdan kes,
Meylimi sivâdan kes,
Halvet yolunu göster.
Candan sana latîf kıl,
Her tâata râgıb kıl,
Bir pîre musâhib kıl,
Hizmet yolunu göster.
Tâlim edip esmâyı,
Bildir bize eşyâyı,
Doymaya "Ev ednâyı",
Hikmet yolunu göster.
Hâr içre biter gülzâr,
Zâr içre doğar envâr,
Her şeye tecellîn var,
Kurbet yolunu göster.
Karabağ'da yetişen meşhur
velîlerden Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine,
anadan doğma âmâ bir kimse gelip yalvararak; "Dünyâyı aslâ görmemişim! Bana bir
duâ etseniz de gözlerim açılsa, dünyâyı seyretsem." dedi. Âmânın bu yalvarışı
üzerine ona duâ etti. "İnşâallahü teâlâ ölümün yaklaştığı sıralarda gözlerin
açılır." buyurdu. Daha sonra Pîr Muhammed hazretleri vefât etti. Duâ alan âmâ
kimse, âmâ olarak epey bir müddet daha yaşadı. Bir gün âniden gözleri
açılıverdi. Dostları onun gözlerinin açılmasına çok sevindiler. Bunun üzerine
gözleri açılan kimse; "Gözlerim açıldı ama ölümüm de yaklaştı! Zîrâ Pîr Muhammed
hazretleri hayatta iken gözlerimin açılması için ondan duâ istedim. Bana duâ
edip vefâtım yaklaştığı sırada gözlerimin açılacağını söylemişti. Elhamdülillah
o mübârek zâtın duâsı kabûl olunup gözlerim açıldı. Allahü teâlâ bilir, ölümüm
de yakındır." dedi. Gözleri açıldıktan birkaç gün sonra vefât etti.
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri
şöyle dua ederdi. "Yâ Rabbî, dünyâda, bana neyi takdir etmiş isen onların
hepsini düşmanlarına ver. Âhirette benim için hangi nîmetleri ihsân etmeyi
takdir etmiş isen onları da dostlarına ver. Ben sâdece seni istiyorum."
"Yâ Rabbî, eğer sana ibâdet
etmem Cehennem korkusu ile ise beni Cehennem'e at. Eğer Cennet'e girmek ümidi
ile ibâdet ediyor isem, Cennet'ini yasak eyle. Eğer sırf, senin rızân için
ibâdet ediyor isem, bâkî olan Cemâlin ile müşerref eyle."
YAĞMUR DUÂSI
Ramazan Halîfe
(rahmetullahi teâlâ
aleyh)
Edirne’de yaşamış, büyük
evliyâdandı,
Duâsı makbûl olan, bir
mübârek insandı.
İkinci Bâyezîd Han,
zamanında bir ara,
Şiddetli bir kuraklık,
gelmişti buralara.
Kurudu susuzluktan, sebze
meyve ve otlar,
Çatladı kuraklıktan,
taşlar ile topraklar.
Bu kuraklık derdine,
bulmak için bir devâ,
Yağmur duâlarına, çıktı
halk, bir kaç defa.
Allahü teâlâya,
yalvardılar yürekten,
Fakat hiç birisinde,
yağmur yağmadı gökten.
Dediler: (Bundan sonra,
duâya giderken biz,
Ramazan Halîfe’yi dahî
götürmeliyiz.)
Nihâyet onu dahî, alarak
yanlarına,
Bir de öyle çıktılar,
yağmur duâlarına.
.
Çünkü onun mübârek, bir
kimse olduğunu,
Bilirlerdi, bu yüzden,
alıp gittiler onu.
Yaşlı-genç, kadın-erkek,
büyük-küçük, kim ki var,
Toplanıp hep birlikte,
musallâya çıktılar.
O yerde, namaz için bir
alan çevrilirdi.
Köylerde bu yerlere
musallâ denilirdi.
Cumâ namazlarıyla, iki
bayram namazı,
Musallâ mahallinde,
kılınıyordu bâzı.
Bu velî zât, mimbere,
çıkmıştı ki ilk daha,
Boyun büküp sessizce duâ
etti Allah'a.
Duâyı bitirip de, inmeden
o mimberden,
Birdenbire o yere,
yağmurlar indi gökten.
Susuzluktan yarılmış,
topraklar suya kandı,
Her taraf baştan başa,
bol su ile yıkandı.
Sularla doldu taştı,
çeşme ile kanallar,
Bir bolluğa ulaştı insan
ile hayvanlar.
Ramazan Halîfe’nin,
büyük zât olduğunda,
Yakîne kavuştular, bu
hâdise sonunda.
Aralarında böyle, bir zât
bulunduğundan,
Allahü teâlâya,
şükrettiler o zaman.
Tâbiîn devrinde Kûfe’de
yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: “Bir mezarlığa uğrayıp da, oradakilere duâ etmeyen ve
kendini düşünmeyen kimse, hem kendine, hem de kabirdekilere ihânet etmiş
sayılır.”
Tâbiînden velî ve büyük bir
fakîh (İslâm Hukûku âlimi) Recâ bin Hayve (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinden, birisi ayrılırken; “Allahü teâlâ seni muhâfaza etsin” dedi.
Bunun üzerine Recâ bin Hayve; “Ey kardeşimin oğlu, Allahü teâlâdan, îmânımı
muhâfaza etmesini de dile.” buyurdular.
Tâbiînin, zâhid, âbid ve
müttekilerinden ve velî Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri, sâlih zâtlardan birisi için şöyle buyurdular: O sâlih zât,
arkadaşlarına; "Ben duâ ettiğim zaman, Allahü teâlânın duâmı kabûl ettiğini
bilirim" dedi. Arkadaşları, buna da hayret edip, nasıl bildiğini sordular.
Onlara bunu; "Duâ ederken kalbimde bir korku, vücûdumda ürperti, gönlümde bir
açılma ve ferahlık olduğu zaman, duâmın kabûl edildiğini anlarım." diye
açıkladı.
Sâbit bin Eslem hazretleri
buyurdular ki: "Mus'ab bin Zübeyr'in duvarının yanında, hayvanların geçmediği
bir yerde idim. Mü'minûn sûresinden; "Hâ mîm. Bu kitabın indirilişi, Azîz, Alîm
olan Allah'dandır. O, günah bağışlayan, tövbe kabûl eden, azâbı şiddetli olan,
ihsân sâhibi olan Allah'tandır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş, ancak
O'nadır." meâlindeki âyetlerinin olduğu sahifeyi açtım. O anda, yanımda bir kişi
peydâ olup göründü. Bana, âyetin "Gâfiri-z-zenbi (günahları bağışlayan)" kısmını
okuyunca; "Ey günahları bağışlayan Allah'ım! Günahlarımı bağışla" "Kâbilet-tevbe
(tövbeyi kabûl eden)" kısmını okuyunca, "Ey tövbeyi kabûl eden Allahım! Tövbemi
kabûl et" "Şedîd-ül-ikâb (azâbı şiddetli olan)" kısmını okuyunca; "Ey azâbı
şiddetli olan Allah'ım! Beni azâbından muhâfaza eyle!" de, diye söyledi. Sonra
yanımdan kayboldu. Sağıma, soluma baktım göremedim."
Hastalığında, Sâbit bin
Eslem el-Benânî hazretlerinin ziyâretine gittiler. Yanındakilere bir
şeyler anlatıyordu. Ziyâretçiler, huzûruna girip oturunca; "Sevgili kardeşlerim!
Önceki gibi, namazlarımı kılamıyor, oruçlarımı tutamıyor, Allahü teâlâyı
zikredemiyor, sizlerin yanına inemiyorum" dedi ve şöyle duâ etti: "Allah'ım! Bu
üç şeyi istediğim gibi yapamadığım zaman, beni bu dünyâda bir saat bile
bırakma!"
Sadreddîn-i Konevî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Konya'nın büyük velîlerindendir. Ömrünü
Allahü teâlânın kullarına hizmet etmekle, ilim ve edep öğretmekle geçiren
Sadreddîn-i Konevî duâlarında: "Yâ Rabbî! Kalbimizi senden başka şeye
yönelmekten ve senden başkasıyla meşgûl olmaktan temizle. Bizi bizden al, bizim
yerimize bizi kendinle doldur. Bizi başkalarına ve şeytana oyuncak yapma. Bize
nûr bahşet. Duâlarımızı çabucak, kendi istediğin şekilde kabûl buyur. Sen
işitensin. Sen bize yakınsın. Sen duâlara icâbet edensin." buyururdu.
Tâbiîn devrinde Basra'da
yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hep şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Bize sana
itâatta, sıkıntılar ve zorluklar karşısında sabır ihsân et!"
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "İslâm ve sultan ikiz kardeş gibidir. O ikisinden
birisi ancak diğeri ile iyi olur. Temeli olmayan bir şey yıkılır. Muhâfızı
olmayan bir şey de zâyi olur."
Bekara sûresi 201. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Kimi de; "Ey Rabbimiz! Bize dünyâda da iyi hâl ver,
âhirette de iyi hâl ver ve bizi o ateş (Cehennem) azâbından koru" der."
buyruldu. İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: "Allahü
teâlâya duâ edenler iki kısımdır: Birinci kısım, sâdece dünyâlık elde etmek için
duâ ederler. İkinci kısım hem dünyâ, hem de âhiret için duâ ederler. Üçüncü bir
kısım daha vardır ki, onlar sâdece âhiret için duâ ederler. Sâdece âhiret için
duâ etmenin doğru olup olmadığı husûsunda âlimler ihtilâf ettiler. Âlimlerin
ekserîsi, sırf böyle duâ etmenin doğru olmayacağını söylediler. Çünkü insan
muhtâç ve zayıf bir varlıktır. Ne dünyânın elem ve acılarına, ne de âhiretin
sıkıntı ve meşakkatlarına güçleri yetmez. En uygun olanı dünyâ ve âhiretteki
kötülüklerden Allahü teâlâya sığınmak, her iki âlemde de iyi hâl üzere bulunmayı
O'ndan istemektir."
Yine Fahreddîn-i Râzî
tefsîrinde, Enes bin Mâlik'in şöyle anlattığını haber veriyor: "Bir defâsında
Resûlullah efendimiz bir zâtın ziyâretine gitti. Hastalık sebebiyle o kimse
gâyet zayıf ve hâlsiz düşmüştü. Resûlullah efendimiz o kimseye; "Sen Allahü
teâlâya nasıl duâ ederdin?" diye sordu. O da; "Ben; "Allah'ım! Âhirette eziyette
olmayayım da dünyâda nasıl olursam olayım. Âhirette sıkıntı çekeceksem onu bana
dünyâda ver." diye duâ ederdim." dedi. Bunun üzerine Resûlullah buyurdu ki:
"Senin buna gücün yetmez. Sen şöyle de: "Rabbimiz! Bize dünyâda da âhirette de
iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!" Sonra Resûlullah efendimiz o kimseye
duâ etti. O kimse Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu.
Seyfeddîn-i Fârûkî
hazretleri, Mektûbât'ında yer alan ve zamânın sultânına yazdığı mektupta şöyle
buyurdular: "Sûre-i Hacc'ın 40. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlânın
dînine kim yardım ederse, Allahü teâlâ da o kimseye yardım eder."
buyrulmaktadır. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "İstihâre yapan ümidsizliğe
düşmez. İstişâre eden de pişmân olmaz. "Mektûbunuzda yazmış olduğunuz yukarıdaki
âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf tarafımızdan okunarak anlaşıldı. Bu fakîr,
duâların kabûl olduğu ve fakîrlerin sohbet ettiği zamanlarda, âfâkî ve enfûsî
(içteki ve dıştaki) bütün düşmanlarınıza gâlib gelmeniz ve büyük zaferlere
kavuşmanız için Allahü teâlâya yalvarıyor ve O'ndan yardım diliyorum. Çünkü Hind
yarımadasında ve Asya kıtasında İslâmın kuvvetlenmesi ve yayılması, duâ
ordusunun yardımıyla, kazanacağınız kesin zaferlere ve netîcede devletinizin
güçlenmesine bağlıdır.
Yardım iki kısımdır: Birinci
kısmı, görünen sebeplere bağlı kılmışlardır. Bu ise yardımın sûreti, zâhiri ve
bedeni gibidir. Zaferin maddî sebebini ve zâhirini teşkil eden sebep, muhârebe
meydanlarında harb eden gazâ ordularıdır. İkinci kısım ise, yardımın mânevî
kısmını ve rûhunu teşkil eden, gözle görülmeyen duâ ordularıdır. Mânevî ordular,
maddî ordulardan daha kıymetlidir ve yardımın özü ve rûhudur. Yardımları,
sebepleri, fethi ve zaferi isteyip yaratan Allahü teâlâdır. Enfâl sûresi 10.
âyet-i kerîmesinde meâlen; "Yardım, yalnız Allahü teâlâdan gelmektedir."
buyrulmaktadır."
Duâ ordusu, hakîkî yardımı
gönderen Allahü teâlâ ile yine O'nun yarattığı zâhirî sebep olan gazâ ordusu
arasında vâsıta ve delîldir. Ayrıca duâlar, kazâyı ve belâyı def eder. Hep doğru
söyleyici Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kazâyı hiç bir şey geri çeviremez.
Yalnız duâ geri çevirebilir." Duâdaki bu tesir bu kudret, silâhlarda aslâ
yoktur. Duâ ordusu görünüşte zayıf, âciz olsa da, gazâ ordusundan daha
kuvvetlidir. Aynı şekilde duâ ordusu rûh gibidir, gazâ ordusu da maddî beden
gibidir. Gazâ ordusunun duâ ordusuna sığınmasından başka çaresi yoktur. Çünkü,
rûhsuz beden, kuvvet alamaz, zaferler elde edemez. Nitekim sevgili
Peygamberimiz, Muhâcirînin fakirlerini vesîle ederek, Allahü teâlâya duâ
ederlerdi. Her ne kadar bu fakîr, duâ ordusundan sayılmaya lâyık değilsem de,
yalnız ismim fakîr olduğu için duâlarımın kabûl olma ihtimâlini düşünerek, dâimâ
ümidliyim ve devamlı sizin zaferiniz için duâ ediyorum. Hazırlandığınız Dekken
seferinde, Allahü teâlâ sizlere gâlibiyet ve zaferler nasîb eylesin. Bekara
sûresi 127. ayet-i kerîmesinde meâlen; "Yâ Rabbî! Sen duâlarımızı işitirsin,
arzularımızı bilirsin, duâlarımızı kabûl eyle." buyrulmaktadır. Vesselâm."
Evliyânın büyüklerinden
Seyfeddîn Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbet meclisine
bir sarhoş gelip nâralar atmaya başladı. Bunun üzerine Seyfeddîn hazretleri onu
alıp eve götürdü. Ona güzel elbiseler giydirdi. Bıyıklarını kırktı. Hak yolunun
talebesi şekline soktu. Sonra ona duâ edip; "Yâ Rabbî! Biz bunun zâhirini,
görünüşünü süsledik. Sen de bâtınını, gönlünü, kalbini süsle!" diye duâ etti. O
kişi yatarken acâib bir rüyâ görüp hemen uyandı. Şeyh Seyfeddîn hazretlerinin
ayaklarına kapanıp af diledi. Yaptıklarına tövbe etti ve talebeleri arasına
girdi.
Horasan'ın meşhûr
velîlerinden Seyyid Ali Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Bütün mertebelere, yüksek derecelere ve âhiret saâdetlerine kavuşmak,
tâatlar ile ibâdet ve kulluk ağacının meyveleri ile geçer. Âyet-i kerîmede
meâlen; "Hakîkaten, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm
sûresi: 39) buyruldu. Tâatların çeşitleri çok ise de hepsi üç kısımda toplanır.
Bunlar; kalp ile, beden ile ve mal ile yapılan ibâdetlerdir. Kalp ile olan; tâat,
îmân, tevekkül, sabır, şükür, teslimiyet ve işleri Allahü teâlâya havâle etmek,
O'na sığınıp güvenmek. Sıdk, ihlâs, rızâ, yakîn, muhabbet, mârifet ve diğerleri.
Bunlar keşf kapılarının anahtarları, müşâhede meclisinin ışıklarıdır."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr
külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Seyyid Atâ
Efşene köyüne gelmişti. Bu sırada Seyyid Emîr Külâl hazretleri dört-beş yaşına
basmıştı. Seyyid Atâ, Efşene köyüne geldiği sırada, çocuklardan bir kısmı
sokakta oynuyor, Emîr Külâl de oyun karışmadan kenarda duruyordu. Seyyid Atâ'yı
görünce, koşup yanına geldi. O da elinden tutup, berâberce eve gittiler.
Evlerine varınca, Seyyid Atâ onu yanına oturtup, kendi sarığını ikiye bölüp, bir
kısmını kendi başına, bir kısmını da Seyyid Emîr Külâl'in başına sardı. Ona
teveccüh ve himmette bulunup, çok duâ etti. Duâsı ve himmeti bereketiyle,
tasavvuf hâllerinden ve mertebelerinden çok nîmetlere kavuşturdu. Sonra da;
"Emîr Külâl'in yüksek derecelere kavuşacağını müşâhede ediyorum ve onun
derecesi, benim derecemden üstün olacak." buyurdu. Böylece Emîr Külâl, henüz
küçük yaşında büyük bir velînin teveccüh ve duâsına kavuşmakla şereflendi ve bu
sâadetle büyüdü.
Meşhûr hanım velîlerden
Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aleyha) zamânında İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri hastalandı. Talebelerinden birisini Seyyidet Nefîse'ye
gönderip, hasta olduğunu, şifâ bulması için Allahü teâlâya duâ etmesini istedi.
O talebe gelip Seyyidet Nefîse'ye durumu arzetti. O da duâ etti. Talebe henüz
hocasının yanına dönmeden İmâm-ı Şâfiî iyileşti. Başka bir zaman İmâm-ı Şâfiî
yine hastalandı. Yine bir talebesini, duâ için Seyyidet Nefîse'ye gönderdi.
Seyyidet Nefîse; "Allahü teâlâ ona çok rahmet eylesin." buyurdu. Talebe gelip
bunu hocasına arzedince İmâm-ı Şâfiî, hastalığının vefât hastalığı olduğunu
anladı, vasiyetini yaptı. Cenâzesinde Seyyidet Nefîse'nin bulunmasını da vasiyet
etti. İmâm-ı Şâfiî vefât ettiğinde, Seyyidet Nefîse çok tâkatsız olduğu için
gelemedi. Cenâzeyi Seyyidet Nefîse'nin bulunduğu yere getirdiler. Cemâatin en
gerisinde durup, cenâze namazında imâma uydu. Namazdan sonra; "Allahü teâlâ,
İmâm-ı Şâfiî'nin ve onun namazında bulunan Seyyidet Nefîse'nin hatırı için,
cenâze namazında bulunan bütün kimseleri affetti." diyen bir ses duyuldu.
İstanbul velîlerinden
Sinân Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tahsîli sırasında akranları ile oyun
ve eğlenceye meyledip canı ne isterse yapardı. Babası her ne kadar ona tasavvuf
ehlinin ve hallerinin tadını, hoşluğunu anlatıp, buna yönelmeye teşvik etse de
dinlemezdi. Kendi bildiğine giderdi. Her iş zamânı gelince olur hükmünce, babası
bir gün vâz ederken cemâate şöyle dedi: "Kardeşlerim! Bu fakirin sizlerden bir
istirhamım var. Ben duâ edeyim sizler de cân u gönülden âmin deyin. Ola ki siz
kardeşlerimin âmin demesi ve duâsı bereketiyle Allahü teâlâ bu duâmızı kabûl
buyurur. Gönül meyvem olan evlâdım Sinân'a rahmet nazarıyla bakar da ona tövbe
nasîb edip, âbidler ve sâlihler arasına katılmasını ihsân eder." dedi. Sonra
gönülden duâ etti. Cemâat de içli bir sadâ ile âmîn dedi. Şartları ile yapılan
bu duâ kabul olunmuştu. O sırada Sinan Efendi oraya geldi. Tövbe edip tasavvufa
yöneldi. Bu hususta çok gayret gösterdi. Babasının terbiyesinde yetişip kemâle
erdi. Hilâfet verildi. İstanbul'da Balat'ta Ferruh Kethüdânın yaptırdığı
zâviyeye tâyin edilip, insanları irşâd etmekle, doğru yolu anlatmakla
vazîfelendirildi.
Şam'da yetişen Şâfiî mezhebi
âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Muhammed Sumâdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) babası ile birlikte Rûm beldelerinden birinde bulunuyordu. Bir defâ
vezîrlerden birisi, istemediği, beğenmediği birisi için bir sofra hazırlatıp,
sofraya murdar veya zehirli et koydurdu. Nasıl olduysa, Muhammed Sumâdî ve
babası da o sofraya oturmuşlardı. Muhammed Sumâdî o eti görünce, kerâmet olarak
etin durumunu anlayıp üzüldü ve babasına; "Yeme! Çünkü bu yemek şüphelidir."
dedi. Kalkıp o yemeği döktü. Vezîr, yaptığını îtirâf edip özür dilemeye başladı.
Sonra normal bir sofra hazırlatıp, onlara ikrâm etti. O sofrada bulunan
yemekleri yediler. Diğer taraftan vezîr ve adamları, bir önceki sofrada bulunan
bu gizliliği açıklayıp sırrı ifşâ ettiği için ona kızmaya başladılar. Nihâyet
bir bahânesini bulup, bir suç isnâd ederek kanını akıtmaya karar verdiler. Cezâ
verileceği gün yaklaşmıştı. Bu günlerde Muhammed Sumâdî, rüyâsında dedelerinden
birinin sûretinde bir zâtı gördü. O zât, elini Muhammed Sumâdî'nin yüzüne
koyarak; "Bismillahilkâfî bismillahişşâfî bismillahillezî lâ yedurru me'asmihi
şey'ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemîul-alîm" duâsını okudu. Bu gecenin
sabahında, o tehlikenin geçmiş olduğu, cezâ verilmeyeceği öğrenildi.
|
|