DUÂ – İBÂDET – TÂAT
- 4
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Bir kimsenin kusurları, onu duâ etmekten
alıkoymasın. Çünkü Allahü teâlâ, en kötü mahlûk olan şeytanın bile duâsını kabûl
etmiştir."
Tâbiînin büyüklerinden,
meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatıyor:
"Cennet'e giren bir cemâat, Cehennem'e giren diğer bir topluluğa: Sizin
Cehennem'de ne işiniz var? Halbuki dünyâda siz bize öğretmiştiniz, biz de sizin
dedikleriniz gibi yapmıştık. Sizin de Cennet'te olmanız lâzım değil mi? diye
sorduklarında, Cehennem'dekiler; "Evet dünyâda size öğretmiş ve anlatmıştık.
Fakat, biz, söylediklerimizle amel etmezdik. Onun için Cehennem'e düştük."
derler.
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Seyyid Şemseddîn Pâni-pütî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak rivâyet edilir ki, her kimin mühim bir işi, derdi,
sıkıntısı, müşkili bulunduğunda, abdest alıp, Hâce Şemseddîn’in mübârek ismini
yüz bin defâ okusa, bunu yapmak zor geliyorsa, bir miktar kimse toplanıp,
bölüşerek okusalar ve yüz bine tamamlasalar, Allahü teâlâ, Şemseddîn Pâni-pütî’nin
mübârek ismi hürmetine, o kimsenin sıkıntısını, ihtiyâcını giderir. Şu kadar var
ki, bunu yapanların Ehl-i sünnet îtikâdında olup, haramlardan sakınmaları ve
bunu abdestli olarak, sıdk ve ihlâs ile okumaları şarttır. Hâce Şemseddîn çok
mal ve servete kavuştu ise de, bunların hiçbirine meyletmedi. Her ân gönlü
Allahü teâlâ ile berâberdi.
Bir gün, yanında bulunan
atını duâ ederek salıverdi. At oradan süratle uzaklaştı. Bu sırada, Şemseddîn
Pâni-pütî’nin bulunduğu yere uzak bir yerde, dul bir kadın ve bir de kızı vardı.
O kadıncağız kızını evlendirecekti. Fakat hiçbir hazırlıkları, malları ve
paraları da yoktu. Şemseddîn Pâni-pütî, Allahü teâlânın izni ile onların bu
hâline vâkıf olup, atını bunun için göndermiş ve bunun için duâ etmişti. O duâ
bereketi ile, o at gelip, o dul kadının yanında durdu. Kadın bu hâle bir mânâ
veremeyip hayretle bakarken, gâibden bir sesin kendisine; “Ey ihtiyar hanım! Bu
atı sat! Kızının masraflarına ihtiyaçlarına harca!” dediğini duydu. Kadın
bildirileni yaptı. Böylece rahatlamış, büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldu. Hâce
Şemseddîn kalan malını da bu şekilde Allah rızâsı için dağıtıp, kendisi Pâni-püt
şehrine geldi; orada talebelerine ders okutmakla meşgûl oldu.
Konya'ya gelen büyük
velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün kalb gözüyle
gayb âlemini seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini
gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-ı Hakk'a; "Yâ
Rabbî! Yâ Rabbî!" diye duâ ediyordu. Öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar,
onunla birlik olmuşlar, "Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!" diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o
anda cenâb-ı Hakk'a münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap
olarak; "İste ey Şems! Bütün dileklerin yerine getirilecek." diyen bir ses
işitti. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte
"Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!" diye yalvaran bu velî kuluna ihsân eyle." dedi. Şems-i
Tebrîzî hazretlerinin bu şefâatiyle, o velî, derhal isteğine kavuştu.
Mâlikî mezhebinde, fıkıh ve
kelâm ilimlerinde mütehassıs olan büyük âlimlerinden, velî Şerîf Tlemsânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu Ebû Yahyâ anlatır: "Babam
hastalandığında, Kur'ân-ı kerîmi öpüp, yüzüne gözüne sürdü. Sonra; "Allah'ım!
Beni bu mübârek Kur'ân-ı kerîminle dünyâda azîz eylediğin gibi, âhirette de azîz
eyle!" diye duâ etti."
Mısır'ın meşhur velîlerinden
Şeyh Safvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Hâfız Paşa Mısır
hâkimiyken, Nil Nehrinin suyu azalmıştı. Mısır'a kâfi gelmiyordu. Kıtlık
başladı. Defâlarca yağmur duâsına çıkıldı. Vezirler ve paşalar da bu duâda
bulundular. Fakat bir türlü yağmur yağmadı, halk pek ziyâde üzüldü. Bu sırada
Hâfız Paşa, Şeyh Safvetî hazretlerini hatırladı. Onu dâvet etti. Dâveti kabûl
edip gelince, Hâfız Paşa; "Efendim, Mısır halkı perişan bir haldedir. Yağmur
yağması için bir duâ etseniz. Büyük küçük herkesin gönlü kırık. Zât-ı âlinizin
duâsını beklemektedirler. Umulur ki duânız kabûl olunur, insanlar mahzûn halden
kurtulur." dedi. Bu teklif üzerine; "O hizmeti yapacak olanlar duâ erbâbıdır.
Bizim hizmetimiz talebe yetiştirmektir. Bizi mâzur görünüz. O işle memur
değiliz." dedi. Hâfız Paşa; "Hey Sultanım! Lutfedip bizi ümitsiz bırakmayın.
Ümitle duânızı beklemekteyiz." diye çok ısrar etti. Bunun üzerine; "İnşâallahü
teâlâ hayırlısı olur." buyurup oradan ayrıldı. Dergâhına talebelerinin yanına
dönerken atı üzerinde yanındaki talebelerine; "Dervişler! Artık yürüyelim.
Sarıklarımız, hırkalarımız, şallarımız ıslanmasın." dedi. Evinin kapısına
vardığı sırada yağmur yağmaya başladı. Öyle çok yağdı ki, Nil Nehri dolup taştı.
Her taraf suya kandı. Bolluk başladı. Halk uzun zaman çektiği kıtlıktan kurtulup
rahata kavuştu.
Son asır Anadolu
velîlerinden Şeyh Seydâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle dua buyurdular:
Ya Rabbî! Fazlınla, rahmetinle bizi affet. Bizleri başkasına bırakmadan kurtar.
Çünkü kurtardığın kişi Cennet'te seâdete kavuşacaktır. Yâ Rabbî kâinâtın
Efendisine, âl ve eshâbına salât, selâm ve duâlar olsun. Hamd, kâinâtı yaratan
Allahü teâlâya mahsustur".
Tâbiînden, meşhûr hadîs
âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
“İbâdetlerin en değerlisi, gizliliğine en çok riâyet edilendir.” buyururdu.
“Yâ Rabbî! Bana çok mal ve
evlâd yerine, çok ilim ve amel ihsân et” diye duâ ederdi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İbâdet; emirlere uyup, amel
etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu
şekilde Allahü teâlâya yönelmektir."
"İnsanın yaratılmasından
murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı
unutmamaktır."
Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı
Ahrâr'a gönderdi. Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla meşgûlken,
buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti. Nereye gittiği ve hangi
yoldan gittiği belli değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr o anda neden bu zavallı ve
garib kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine garib bir ızdırap çöktü. Buğdayı
olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile
kendisine duâ etmesini istedi ve; "Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet
nazarıyla bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni
bağışlar, merhâmet eder de yolum açılır." dedi. Onun yüzüne şaşkın ve hayret
dolu ifâdelerle bakan zât; "Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri; "Her
geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil" sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat ben
hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim. Elimi yüzümü bile
lâyıkı ile yıkamayı bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende
yoktur." dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti. O
kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve; "Allahü
teâlâ senin kalb gözünü açsın." diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı
Ahrâr'ın kalbinde açılmalar oldu.
Konya'nın büyük velîlerinden
Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında bir ara Ladik'de
kuraklık oldu. Yağmur yağmadığı için otlar kurudu, ekinler mahsûl
vermedi.Topraklar susuzluktan çatladı, hayvanlar yiyecek bir şey bulamadı.
Ladikliler defâlarca yağmur duâsına çıktılarsa da, yağmur yağmadı. Sonunda Ulu
Ârif Çelebi hazretlerine bir heyet göndererek, Ladik'e dâvet ettiler.
Ladik'te büyük bir meydana toplanıp, durumlarını arz ettiler. Ârif Çelebi de;
"Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Kimbilir hangi hatâ ve kusûrlarımız sebebiyle
bu durumlara düştük. Hepimizin tövbe ve istigfâr etmesi lâzım. İbâdetlerimizi
doğru olarak yapıp, günahlardan şiddetle kaçınmalıyız. Haram yemeyip
çocuklarımıza, helâli, haramı ve farzları öğretmeliyiz." buyurdu. Sonra halkın
toplu olduğu meydandan uzak tenhâ bir yerde, ellerini açarak duâ etmeye başladı.
Henüz duâsını bitirmemişti ki, gökyüzünde yağmur bulutları birikmeye başladı.
Yavaş yavaş yağıyordu. Bu hâl, günlerce devâm etti. Her taraf suya kandı. Herkes
Ârif Çelebi'ye duâ ettiler.
Büyük velîlerden Utbet-ül-Gulâm
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yakınlarından birisi anlatıyor:
Utbet-ül-Gulâm'ı rüyâmda gördüm ve; "Ne durumdasın?" diye sordum. O; "Senin
evinde yazılı bir duâ var. Onun yüzünden iyi muâmele gördüm." diye cevap verdi.
Sabah oldu. Evde duâyı arayıp, buldum. Duâ şöyle idi: "Ey sapmışları doğru yola
ileten, ey günahkârlara merhamet edip acıyan! Ey düşenlere yardım eden Allahım!
Günahkâr olan bu kuluna ve bütün müslüman kardeşlerime merhamet eyle. Bizi
öldükten sonra, peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kullarınla haşreyle."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Ben Allahü teâlâdan şu üç meziyete sâhib
olmayı istiyorum: 1) Vefât ederken hiç param olmasın, 2) Vefât ederken hiç
borcum olmasın ve 3) Vefât ederken kemiklerimde et kalmasın.” Ölüm hâlinde iken,
kendisini ziyârete gelen hazret-i Huzeyfe-i Mer’aşî, onu çok fazla ızdırap
içinde göz yaşı döküp inliyor gördü. “Allahü teâlâya kavuşacaksın. Şimdi ağlayıp
inlemek zamânı mıdır? Niçin kendini üzüyorsun?” dedi. Bunu duyunca; “Ne yapayım.
Vallahi ben bu zamana kadar yaptığım ibâdetleri, tam bir ihlâsla yapabildiğimi
zannetmiyor, ibâdetlerimin kabûl olup olmadığını da bilemiyorum. Acaba hâlim ne
olur? Ona ağlıyorum.” buyurdu. Hazret-i Huzeyfe, Yûsuf bin Esbât hazretlerinin
bu sözlerini işitince; “Şu sâlih zâta bakın ki amelindeki ihlâsından korkuyor. O
böyle söylerse bizim hâlimiz nasıl olur?” diyerek istigfâr etti. Vefâtı arzu
ettiği gibi oldu. Zayıfladığından derisi kemiğine yapışmış gibiydi.
Evliyânın büyüklerinden ve
Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
kendi eliyle yazdığı bir mektubunun başında şöyle demektedir: “Elhamdülillahi
alâ külli hâl. Ahmed Zâhid’den Şeyh Muhammed Gabrî’nin oğluna. Allahü teâlâ sana
iyilikler versin. Magfiret ederek, son nefeste hüsn-i hâtime nasîb etsin. Allahü
teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Allahü teâlâdan, size
dünyâ ve âhirette yardım etmesini dileriz.”
Büyük velîlerden ve Mısır’da
yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri’nin bir şiirinin tercümesi şöyledir: “İlâhî! Günahım
çok. Senin kapından başka gidecek kapım yok. İlâhî! Ben günahkâr kulunum, ne
ilmim var, ne amelim. Senden başka yardımcım yok. İlâhî! Hatâlarımı azaltmam
için bana yardım eyle. İlâhî! Ben hatâ ve kusurlarımdan dolayı senden çok hayâ
ediyorum. İlâhî! Günahlarım yedi deryâ gibi pekçoktur. Fakat senin affın yanında
onlar azıcık bir damla gibi kalır. İlâhî! Eğer senin affının genişliğine ve
kerîm olduğuna dâir ümîdim olmasaydı, benden meydana gelen hiçbir hatâya sabır
ve tahammül edemezdim. İlâhî, Hâşimî kabîlesinden olan habîbin Muhammed
aleyhisselâmın hürmeti için, beni azâbından kurtar! Çünkü ben senin azâbından
çok korkuyorum. Lütfunla ve güzel affın ile bana muâmele eyle. Son nefeste bana
lütuf ve ihsân eyle.”
Büyük velîlerden
Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yanına
bir gün çok sevdiği bir talebesi geldi. Huzûrunda edeple sohbetini dinledi. O
esnâda kalbinden; “İki oğlum var. Bunların sâlih kimseler olmasını istiyorum.
Hocam bir duâ etse.” diye geçirdi. Ziyâeddîn hazretleri onun bu arzusunu anlayıp
ona bir mikdâr yemiş verdi ve; “Oğulların bunları yesin. İnşâallah öyle olur.”
buyurdular. Talebe hayretler içinde kaldı ve verilen yemişleri evine götürdü.
İki oğluna yedirdi. Çocuklar bunları yedikten sonra iyi bir hâle gelip sâlih
kimseler olarak yetiştiler.
Bir talebesi anlatır: “Bir
zaman yağmurlar yağmadı. Her yer kuraklıktan kavruldu. Bu sebeple sebze, meyve
yetişmedi. Çok duâ edildi lâkin kuraklık bir türlü kalkmadı. Bu sırada
insanların hatırına Ahmed Ziyâeddîn hazretleri geldi ve kalkıp huzûruna
gittiler. Duâ talebinde bulunup içinde bulundukları kuraklık hâlinden
şikâyetlerini dile getirdiler. “Efendim! Etrafta zerrece su yok. Gökyüzünden
rahmet bulutları çekildi. Çeşmelerimiz kurudu. Her yeri kuraklık dehşeti
kapladı. Susuzluktan hayvanlar ve küçük çocuklar yandılar. Ağaçlarımız kurudu,
meyve vermez oldu. Ne olur himmet edip bir duâ buyursanız.” dediler. Bunun
üzerine Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri; “Söyleyin ben kime duâ edeyim.
İnsanlar nefisleri peşinde eğlenceye dalmış gaflette yüzüyorlar. Kötülük her
yeri kaplamış, fısk günâh modalaşmış. Duâlarım bu kasvet ve zulmeti gidermez.
Allahü teâlâ bu millete selâmet versin.” buyurdu. Gelenler çâresiz kalıp yine
duâ etmesi husûsunda ısrarda bulundular. “Efendim! Ne olur merhamet ediniz. Biz
günâhkâr kimselere acıyınız. Duâlarınız ile bu sıkıntıdan kurtuluruz.” dediler.
Ziyâeddîn hazretleri gelenlere acıdı ve mübârek ellerini kaldırıp sıra ile
evliyânın büyüklerinin isimlerini ayrı ayrı sayıp, Allahü teâlâya duâ ve niyâzda
bulundu. Daha duâ bitmeden gökte rahmet yüklü bulutlar belirdi. Şimşekler çakıp
bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Sokaklardan dereler aktı. Her
taraf suya kandı. Yeryüzü baştan başa hayat buldu. Allahü teâlânın sevgili kulu
Ziyâeddîn hazretlerinin duâsı ile Allahü teâlâ insanları sıkıntıdan kurtarıp
arzularına kavuşturdu.
Evlîya hanımlardan Seyyidet
Âişe binti Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) evliyâ bir hanım idi.
Bir münâcâtında, "Yâ Rabbî! İzzet ve Celâlin hakkı için eğer beni Cehennem'ine
koyacak olursan yine seni tevhîd eder, var ve bir bilirim." dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Ferîdüddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Allahü teâlâya şöyle
münâcâtta bulundu: "Ey Rabbim! Gönlümüze senin hamd bahçende yücelik sıfatlarını
öğrenmek nasîb oldu. Kıyâmet günü ümidim sende. Dert ve nedâmetten, pişmanlıktan
başka bir şeyim yok ama, keremini ummaktayım. Sırat köprüsünde Cehennem'e
düşmekten, kereminle ancak sen kurtarabilirsin. Mîzanda ancak sen, lütfunla
günahlarımı af ve mağfiret edersin. Nefsimin eline öyle düşmüşüm ki, doğanın
eline düşmüş topal serçe gibiyim. Ey Allah'ım! Bu Attâr kulun, senin sevgi
ateşinde yanmaktadır. Bana yol göster de sana kavuşayım."
Velî, aklî ve naklî
ilimlerde âlim Sarı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Ey benim Allah'ım! Nîmetine mazhar oldum, şükredemedim. Belâlara mübtelâ
kıldın, sabredemedim. Şükretmediğim için nîmetini keseceğin yerde eksiltmedin.
Sabırsızlığımı cezâlandırmak için bana belâ vermedin. Yâ Rab! Bu sana mahsus
kerem ve inâyetten başka bir şey değildir."
Evliyânın büyüklerinden
Ali Dede Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tâat ve ibâdet hakkında soru
soranlara: "Dört şey ibâdettendir. Abdestsiz yürümemek, bir adım dahi atmamak.
Çok secde etmek. Mescidlere bağlı olmak ve çok Kur'ân-ı kerîm okumak."
buyurdular.
Tâbiîn devrinin tanınmış
hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meysere el-Horasânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Bir kimse herhangi bir yerde Allahü
teâlâya ibâdet ve tâatte bulunursa, o kimse öldüğü zaman o yer onun için ağlar
ve kıyâmet gününde, ona kendi üzerinde ibâdet ve tâatte bulunduğuna dâir
şâhidlik eder."
Peygamber efendimizin
arkadaşlarının yetiştirdiği âlim ve velîlerden Bilâl bin Sa'd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir gün Ankebût sûresinden; "Muhakkak ki benim arzım (yeryüzü)
geniştir. O halde yalnızca bana ibâdet edin." meâlindeki 56. âyetini okudu ve;
"Bulunduğunuz yerde fitnelerin yayıldığını görürseniz, o yerden başka yerlere
gidiniz. Çünkü yeryüzü çok geniştir." buyurdular.
Bir sene yağmur yağmıyordu.
Halk ile yağmur duâsına çıktı. İnsanlara karşı; "Ey insanlar! Hepiniz günahkâr
olduğunuzu îtirâf eder misiniz?" diye sordu. Onlar; "Evet, hepimiz günâhkârız.
Günâhlarımız çok, hepsine tövbe ettik." dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâya
şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "İhsân edip doğru
söyleyenlerin duâsını kabûl ederim." buyuruyorsun. Biz, çok günâhlarımızın
bulunduğunu îtirâf edip, doğruyu söyledik ve tövbe ettik. Bizi affet ve bize
yağmur ihsân et!". Biraz sonra yağmur yağmaya başladı.
Hazret-i Bilâl bin Sa'd
buyururdu ki: "Üç kimsenin hiçbir ibâdeti kabûl olmaz. Müşrik, kâfir ve râî"
"Râî kimdir?" diye sordular. Dîn-i İslâmın bildirdiği hükümleri bırakıp, kendi
re'yi, görüşü ile amel eden kimsedir."
Osmanlı âlimlerinin
meşhûrlarından, büyük velî İmâm-ı Birgivî (rahmetullahi teâlâ aleyh) duâ
ederken; "Ey yardımcıların en iyisi! Ey ümitsizlerin sığınağı! Yâ Erhamerrâhimîn!
Ey günâhları örten merhâmeti bol Allah'ım! Habîbin, sevgili Peygamberin hürmeti
için ve bütün peygamberlerin, meleklerin, peygamberinin Eshâbının ve Tâbiînin
hürmetleri için, günâhı çok olan bizlere acı! Suçlarımızı affeyle!" derdi.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdu ki: "Süfyân-ı Sevrî
bir adamı ziyâret ettiği zaman, Allah seni ateşten korusun diye duâ ederdi."
"Ana ve babanın evlatlarına
duâları, bir peygamberin ümmetine olan duâsı gibidir."
Talebelerini ellerini açmış
duâ ederken görünce; "Duâ, günahları terk etmektir." buyururdu. Rızık konusunda
insanları haramlardan ve şüphelilerden sakınmaya teşvik ederdi. Özellikle
ticâret erbâbını helâl ve temiz kazanca yönlendirmeye çalışırdı. Bu husustaki
âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri sık sık tekrar eder; "Ekmeğini nereden
kazandığına iyi bak. Kendini Cehennem'e atma." diye nasîhat ederdi.
Tâbiînden ve evliyâdan
Câbir bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) cumâ namazı için mescide gelince
ellerini açar ve; "Yâ Rabbî ben bugün sana (kavuşmağı) isteyenlerin en çok
isteyeni, sana yaklaşanların en yaklaşanı, sana duâ eden ve seni isteyenlerin en
başarılısı (duâsı ençok kabûl olanı) eyle." diye duâ ederdi.
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası hazret-i Cüneyd-i
Bağdâdî'nin şu sözünü tekrâr ederdi: "Bir kimse, yaptığı ibâdetlerini ihlâs ile
yaparsa, Allahü teâlâ o kimseye, boş hâllerden, lüzumsuz heveslerden halâs
olmak, kurtulmak nîmetini, râhatını ihsân eder."
İstanbul'da yetişen meşhûr
velîlerden Cemâleddîn Mahmûd Hulvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Allahü teâlâya, dünyâ mertebesi ve halkın îtibâr ve sevgisini kazanmak için
ibâdet edenler, Allahü teâlânın gazâbına uğrayan kişilerdir."
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ubâde bin
Sâmit'ten rivâyetle, Resûlullah efendimiz şöyle buyurdular: "Bir müslüman, günâh
ile duâ etmediği, sılâ-i rahmi (akrabâyı ziyâreti) terk etmediği müddetçe,
Allahü teâlâ onun her duâsını kabul eder ve o kadar günâhdan da muhâfaza eder."
Cübeyr bin Nüfeyr, Ebî Zerr-i Gıfârî'den rivâyetle Resûlullah efendimiz buyurdu
ki: "Allahü teâlâ buyurdu: Ey Âdemoğlu günün başında dört rekât (sabah namazı)
ile bana rükû ediniz, geri kalanına (diğer dört vakit namazı) ben sizlere
kâfiyim (sizlere kolaylaştırırım. Kılmayı nasib ederim.)" Hadîs-i kudsîsini
rivâyet etti.
Cübeyr bin Nüfeyr
hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan Muhammed İbn-i Ebî Umeyre'den rivâyetle buyurdular
ki: "Eğer bir kul doğumundan, ihtiyar bir halde ölünceye kadar her an secde
ederek ibâdet etse (yâni pekçok ibâdet etse) kıyâmet günü, bu ecir ve sevâbı
kendisine yetmez, sevablarını az görür."
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Hiç ibâdet ve
tâat yapmadan karşılıksız olarak Allahü teâlânın lütfuna kavuşmak mümkün müdür?"
diye sordular. Cevâbında; "Zâten gelen bütün nîmetler, bütün iyilikler, hep
Allahü teâlânın lütfudur. Bu kadar âciz ve zavallı olan insanların yaptıkları
ibâdet ve tâatlerin, O'nun lütfu olan nîmetlere karşılık olması mümkün müdür?"
buyurdular.
Yine buyurdular ki: "İbâdet
etmek bakımından dünyânın bir saati, kıyâmetin bin senesinden daha iyidir. Zîrâ
bu bir saatte, sâlih faydalı amel işlenebilir. Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde
bir şey yapılamaz. O halde, ey mümin kardeşim! Vaktini boş şeylerle geçirme!
Zamânının kıymetini bil ve en iyi şeyler için kullan! Namazlarını vaktinde kıl
ki, kıyâmet günü pişman olmayasın ve büyük sevâba kavuşasın!"
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dâimâ hüzünlü hâlde bulunurdu.
Geceleri Allahü teâlâya yalvarır, duâ eder; "Yâ Rabbî! Sana olan korku ve
muhabbetim bende en büyük dert oldu, öbür dertleri düşünecek zaman bırakmadı.
Senin derdin uykumla arama girdi." der, sabahlara kadar Kur'ân-ı kerîm okur,
namaz kılar, istiğfâr edip günahlarına pişmanlığını dile getirir, göz yaşı
dökerdi.
Geceleri feryâd ederek
ağlar; "Ey geceler bana bu gam herkesten fazladır. Bu gamla uyumak mümkün
değildir. Gecelerde aydınlık yolları bulmak mümkün iken yollarda kalmak revâ
mıdır? Yâ Rabbî! Beni bundan kurtar. Uykuyu gözlerimden gider. İbâdetlerimde
uyanık ve dikkatli eyle." diye duâ ederdi.
Dâvûd-i Tâî hazretleri
buyurdular ki: "Hayâtımda, gece ibâdet edenlerden başka hiç kimseye imrenmedim."
Büyük velîlerden Ebû
Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:
"İbâdetin esâsı üçtür: Allahü teâlânın hükümlerinin hepsini kabûl et, O'nun
yanında kıymeti olmayan bir şey yapma, O'ndan başkasından bir şey isteme."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İbâdet yetmiş
iki bölümdür. Onların yetmiş biri Allahü teâlâdan hayâ etmek, diğeri de bütün
iyiliklerdir."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vakitlerini ibâdetle geçirirdi.
Zaman zaman kendinden bahseder: "Ebû Bekr Vâsıtî bülûğ çağına erdiğinden beri
kimse gündüzleri yediğine ve hiçbir gece de uyku uyuduğuna şâhid olmamıştır.
İbâdeti korumak, onu yapmaktan daha zordur. O, tıpkı çabuk kırılan cam eşyâ
gibidir. Ona, riyâ, gurur, ucub, kibir dokunsa ve değse, kırar." buyururdular.
Suriye'de yetişen velîlerden
Ebû İshâk İbrâhim bin Müvelled (rahmetullahi teâlâ aleyh) ihlâs ile
Allahü teâlânın rızâsını düşünerek ibâdet ederdi. İhlâs ile ilgili olarak
buyurdular ki:
"Yapılan ibâdetin tadı,
ihlâs iledir. İhlâs ile yapılan ibâdet, kalbe, rûha rahatlık ve lezzet verir.
Ucb, kendini ve amelini beğenmek durumu olursa bu tad kalmaz."
Büyük velîlerden Ebû
Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İbâdetin tadını alan
kimse ibâdetten usanmaz. Usanan kimse, Allahü teâlâyı az tanıdığı için usanır.
Peygamber efendimiz o kadar çok namaz kılardı ki, mübârek ayakları şişerdi."
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında yaptığı ibâdet
sebebiyle vecde dalıp, kendinden geçmiş bir arkadaşını görünce; "Sakın ibâdetin
verdiği tada kanma, aldanma. Çünkü bu tada dalmakta Rubûbiyet, Rablık vasfını
unutmak vardır." "Peki bundan kurtulmak için ne yapmalı?" diye soran birine;
"İbâdet eden, yaptığı ibâdeti Hakk'ın yardımıyla yaptığını bilip nefsini bir
eliyle itmelidir. Yaratanına yönelip, böyle yaptığı takdirde, ibâdetin habersiz
iteceği çukura düşmekten kurtulur."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
babası Şah Muhammed Ömer'in çocuğu olmuyordu. Bir gün ağabeyi Muhammed Mazhar,
babası Ahmed Saîd'in huzûrunda iken; "Kardeşim Şah Muhammed Ömer'in bir çocuğu
olması için duâ buyursanız." dedi. Ahmed Saîd-i Fârûkî de; "İnşâallah çocuğu
olur. Allahü teâlâ kerîmdir ve kâdirdir. Dilerse bir çocuk ihsân eder." buyurdu.
Sonra Ahmed Saîd-i Fârûkî'nin tasavvur ve himmeti ile Muhammed Ömer'in
evlenmesinden on sene sonra bir oğlu dünyâya geldi. Dedesi ona Abdülkâdir-i
Geylânî hazretlerinin lakabı olan Muhyiddîn lakabını, Abdullah ismini ve hayırlı
bir insan olması dileğiyle Ebü'l-Hayr künyesini verdi.
Allahü teâlâ Ebü'l-Hayr
Fârûkî hazretlerinin bütün işlerini ve vakitlerini güzel hoş eylemişti. Mişkat
kitabında geçen bir hadîs-i kudsîde; "Ey Âdemoğlu! Kendini bana ibâdete ver.
Böyle yaparsan gönlünü zenginlik ile doldurur, ihtiyâcını gideririm. Eğer böyle
yapmazsan elini meşgûliyetle doldururum. İhtiyâcını gidermem." buyrulmaktadır.
Ebü'l-Hayr hazretlerinin bu hadîs-i kudsîye uygun şekilde Allahü teâlânın lütuf
ve ihsânı ile gönlü mâsivâdan, dünyâ düşüncelerinden temizlenmişti. Onların her
ânı böyle saf ve temiz idi. Kalbi her an Allahü teâlâyı zikrederdi.
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ne Cennet arzusundan, ne de
Cehennem arzusundan dolayı ibâdet etti. O yalnız Allahü teâlâya olan aşkından ve
muhabbetinden dolayı ibâdet etti. Allahü teâlâ da onu en yüksek makamlara
yükseltti ve aradaki perdeleri kaldırdı. Hem Hak teâlânın hem de halkın
sevgilisi oldu.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed bin Anân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Vücûdun rahat
edip gece ibâdet yapmaya kalkabilmesi için istirahat şarttır. Çünkü bedenin
derin uykuya dalmasına sebep şiddetli yorgunluktur.”
En büyük velîlerden ve on
iki İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh)
sohbetlerinde buyurdular ki: "Mîde ve nâmusunun iffetini korumak kadar faziletli
ibâdet yoktur."
Tebe-i tâbiîn devri
velîlerinden Ömer bin Zer (rahmetullahi teâlâ aleyh) geceleri çok ibâdet
eder ve bunun önemini anlatırdı. Gecelerin ibâdetle değerlendirilmesine dâir;
"Ey insanlar! Gecelerin karanlıklarında kendiniz için ameller işleyin ki, Allahü
teâlânın merhâmetine kavuşasınız. Gecenin ve gündüzün hayırları konusunda
aldananlar tam aldanmış, onları değerlendirmeyenler mahrumiyete düşmüşlerdir.
Zîrâ bir gece ve gündüz müminlerin Rabbine ibâdet ve emirlerine uyma vâsıtası
kılınmıştır. Bunu gafletle geçirenler büyük vebal altındadır. Gönlünüzü Allahü
teâlânın zikriyle diriltiniz. Çünkü kalpler ancak Allahü teâlânın zikriyle hayat
bulur. Gecelerini ibâdetle geçiren nice kimse, kabirlerine gıbta edilecek şeyler
götürür. Uyku ile geçirenler pişmanlık duyacak, Allahü teâlânın geceleri
ibâdetle geçirenlere ikrâmlarını görünce, "Ah keşke biz de öyle olsaydık"
diyeceklerdir. Gece ve gündüzlerin her sâniyesini ganîmet bilin ve değerlendirin
ki, Allahü teâlânın rahmetine kavuşasınız." buyurdular.
Ömer bin Zer hazretlerinin
çok kere yaptığı duâlarından biri de şuydu: "Yâ Rabbî! Katında sebredenlere
vereceğin sevaplara bizi kavuşturacak hayırlar ihsan et. Bize şükür sâhiplerinin
makâmına ulaştıracak şükür nasîb et. Bizi günâhlardan temizleyecek tövbe nasîb
et ki sana yaklaşanların makâmına erelim. Bütün nîmetlerin ve hayırların sâhibi
ancak sensin. Her türlü sıkıntı, keder ve musîbet ânında yalvarılan sensin.
Senin takdirinden râzı olmayı ve sabrı nasîb et. Râzı olarak sana itâat edelim.
Bize verdiğin nîmetler karşısında nîmetini arttırmanı isteyen sana boyun eğen
kullar olmamızı sağlayacak şükür nasîb et. Yâ Rabbî! Senin katında bizim için
îmândan daha faydalı bir şey yoktur. Sen bize îmânı nasîb ettin. Bizi îmândan
mahrûm etme. Rahmetini ümîd ederek sana kavuşmayı isteriz. Ey Kerîm olan
Rabbimiz..."
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinde, romatizma ve
bâsur hastalıkları vardı. O, getirilen hastalara duâ ederdi. Duâ ettiği kimseler
iyi olurdu. Ebû Nasr-ı Terşizî bir gün âlim zâtlardan birine; "Sehl, başka
hastalara duâ ettiği ve kendisi velî olduğu hâlde, niçin bu hastalıklar
kendisinde vardır?" diye sorunca, o zât; "Sehl velîdir. Velîliği de o
hastalıktan dolayıdır. O bu hastalığın Allahü teâlâdan geldiğine inandığı için,
hastalığın kendisinden gitmesi için duâ etmez." dedi.
Sehl bin Abdullah hazretleri
buyurdu ki: "İbâdetin en kıymetlisi, nefse uymamaktır."
Tâbiîn devrinde yetişen
büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine çok ibâdet eden iki kişiden hangisinin üstün olduğunu sordular. O
da; "Bu ikisinden hangisi insanlara daha fazla hizmette bulunuyor, iyiliği
emredip, kötülükten alıkoyuyorsa, o daha üstündür." cevâbını verdi.
Mekke-i mükerremenin büyük
âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Bir kimseye öğüt vereceğiniz zaman, ona ibâdetlerin ehemmiyetini
anlatın. Zîrâ, deniz yolculuğuna çıkan kimse için gemi ne kadar lâzım ise,
ibâdetler de insanlar için o kadar lâzımdır.”
“Hikmetli söz söyleyenler
buyurmuşlardır ki, ibâdet veya hikmet on kısımdır. Bunun dokuzu, sükût edip,
konuşmamaktır.”
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) şu şiiri söyledi:
Sabahleyin iki ganem
(koyun),
Menzile mihmân (misâfir)
geldi.
Her görenler dediler,
“Tekkeye kurbân geldi.”
Yolda çokdur çalıcı,
Onları, çaylak gibi,
Her aç olan ona der;
“Derdime dermân geldi.”
Bir koyundan küçüktür,
İki koyunu pençeler,
Çekip orada yutar,
Der: “Bize ihsân geldi.”
Ey “Müderris” ola gör,
Râ’î (çoban) bugün
bunlara sen!
Enbiyâ zümresi hep
Âleme çoban geldi.
Anadolu’da yetişen büyük velîlerden Zâkirzâde Abdullah Efendi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiiri
İlâhî fazl u lütfunla
bana bir feth-i bâb eyle
Eriştir vahdet-i zâta
kavlin nîmel-meâb ile.
Vücûdum nüshasın yazdın,
yed-i kudretle çün yâ Rab!
Senin âşıkların alsın,
ziyâmı âfitâbımdan,
Hilâl-i kalbini yarıp,
alarak mâhitâb eyle.
Kabûl eyle kulun
Bîçârenin hâcetini lutf et.
Kerîmen mahz-ı fazlınla
onu sen kâmyâb eyle.
Senin zât u sıfâtından,
ibâret bir kitap eyle.
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ibâdet edenleri şöyle
sınıflandırırdı: “Allahü teâlâdan korktukları için O’na ibâdet ederler. Bâzı
insanlar da Allahü teâlânın rahmetini ve Cennet'ini istedikleri için O’na ibâdet
ederler. Bu ibâdet, tüccar ibâdetidir. İnsanların diğer bir kısmı ise Allahü
teâlânın gazâbından korkarak sâdece Cenâb-ı Hak ibâdete lâyık olduğu için,
şükrünü îfâ etmek için ibâdet ederler. İşte bu tam mânâda müttekî olanların
ibâdetidir.” diye buyurmuştur
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri şöyle buyurdular: "İşlediğin tâat ve ibâdetleri
beğenmemelisin. O tâat sana hoş gelmemeli, bir lezzet aramamalısın. Tâatini
beğenmek şirktir. Yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için, buyurulduğu gibi,
yânî ilmihâl kitaplarında bildirdiği gibi işlemeli. Tâatini Hak teâlâya ısmarla
ve kendi beğenmeni şeytanın yüzüne çarp. Beyt:
Bir amel ki kalbine hoş
gelir.
Bir günâhtır ki özrü
müşkildir.
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tâatın en fazîletlisi,
her an murâkabe üzere olmaktır. Allahü teâlânın her an her şeyi gördüğünü
unutmamaktır."
Tâbiîn devrinde yetişen
büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri; "Bâzı kitaplarda okudum. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kuluma
kâfiyim. Yeter ki, o bana tâatte bulunsun. Beğendiğim şeyleri yapsın. Ben ona
istemeden verir, dileklerini yerine getiririm. Çünkü ben, onun ihtiyâcını, ona
lâzım olanı, daha iyi bilirim."
Anadolu evliyâsından
Abdürrahîm Tırsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine âit olan ilâhîler
uzun süre Kâdirî dergâhlarında okunmuştur. İlâhîlerinden birisi şöyledir:
YÂ
İLÂHÎ
Günâhım çok günâhım çok
Meded senden yâ ilâhî
Suçumdan geç beni affet
Meded senden yâ ilâhî!
Yüzüm kara günâhım çok
Sana lâyık âmâlim yok
Sana varmağa yüzüm yok
Meded senden yâ ilâhî!
Geçmiş günâhımı ansam
Ele divit kalem alsam
Kıyâmete değin yazsam
Dükenmeye yâ İlâhî!
Bu nefs-i meş'ûma uydum
Günâh bahrına gark oldum
Elüm dutgıl helâk oldum
Meded senden yâ İlâhî!
Meded irmeye ger senden
Ümîdüm kesersem senden
Nice çıka cânum tenden
Meded senden yâ İlâhî!
Âhir Azrâil gelicek
Günahlarumı göricek
Hışm ile cârâ sunıcak
Meded senden yâ İlâhî!
Münkir ü Nekir gelicek
Kabrümde suâl sorıcak
Mecal yok cevap viricek
Meded senden yâ İlâhî!
Yarın mahşere varıcak
Aybumuz âyan olıcak
Suçlular zebûn olıcak
Meded senden yâ İlâhî!
Hak terâzu kurılıcak
Günâhumuz sorılıcak
Sen onda kâdî olıcak
Meded senden yâ ilâhî!
Sırat köprisi kurıla
Âsîler nice yöriye
Düşe Cehennem'e yana
Meded senden yâ İlâhî!
Gerçi senin kulların çok
Ben itdüklerüm itmiş yok
Sana yalvaruram çok çok
Meded senden yâ İlâhî!
Ne kim itdüm ise itdüm
Elümi başumî açdum
Geldüm hazretüne düşdüm
Meded senden yâ İlâhî!
Dilekleri dutarsın sen
Kerîmsin hem Rahîmsin sen
Hâşâ mahrûm koyasın sen
Meded senden yâ İlâhî!
Bu Abdürrahîm-i Tırsî
Diler senden kerem ıssı
Zebûn olur günâh ıssı
Meded senden yâ İlâhî!
FÂTİHA-İ ŞERÎFE
Yûsuf Mahdum
adında, vardı ki bir evliyâ,
Duâları müstecap, olurdu
ekseriyâ.
Var idi hizmetini, gören
bir adamları,
Adı Mehmed Dede'ydi,
olmazdı çocukları.
Hem kendi, hem hanımı,
buna üzülürlerdi,
"Hak teâlâ bize de, çocuk
verse." derlerdi.
Geldi bir gün Yûsuf-ü
Mahdum'un huzûruna,
Ve bu üzüntüsünü arz etti
şöyle ona:
"Efendim otuz yıldır, bu
evde hizmetteyim,
Çocuğumuz olmuyor, bundan
üzüntüdeyim.
Duâ edin Rabbimiz, bir
oğul versin bize,
Ölürsem oğlum baksın,
sizin hizmetinize."
O an yağmur yağardı,
buyurdular ki ona;
"Bir bardak yağmur suyu,
doldur da getir bana.
Fâtihâ-i şerîfe, okuyalım
içine,
Çok olur fâidesi, her
niyetle içene.
Zîrâ Fâtihâ ile, çok
kapılar açılır,
Çok insanlar bununla,
murâdına ulaşır.
Sizler dahi bu sudan,
üçer yudum alınız,
İnşallah hâsıl olur,
sizin de murâdınız."
Hocasının emriyle, içince
o suları,
Çok geçmeden onların,
oldu bir oğulları.
Ve lâkin âmâ idi bu çocuk
doğduğunda,
Getirip arz eyledi,
hocasına bunu da.
Hazret-i Yûsuf Mahdum, buyurdu ki: "Ey Mehmed,
Bu, benim evlâdımdır,
üzülme biraz sabret.
Bu çocuk büyüdükte,
Allah'ın izni ile,
Velî olup, herkesi, irşâd
eder ilmiyle."
Daha sonra alarak, çocuğu
kucağına,
Ezan okuyuverdi, onun sağ
kulağına.
.
Sol kulağına dahi,
okuyunca ikamet,
Babası birden bire,
sevinip etti hayret.
Zîrâ o okur iken, ezan ve
ikameti,
Açıldı birdenbire,
çocuğunun gözleri.
Hakikaten bu çocuk,
büyüyüp daha sonra,
Kâmil bir velî olup, feyz
saçtı insanlara.
|