DUÂ – İBÂDET – TÂAT
- 2
HOCASININ DUÂSI
Pâdişâh Ahmed Hanın,
gördüğü bir rüyâyı,
Güzel tâbir edince,
Azîz Mahmûd Hüdâyî,
Memnun olup bin altın
gönderdi kendisine,
Maddî sıkıntıdaydı,
mübârek de o sene.
Zîrâ bir çocukları,
olacaktı o ara,
Gerekli masraf için,
elinde yoktu para.
Hanımı diyordu ki:
"Bıraktın kâdılığı,
Dağıttın elindeki, ne
varsa dünyâlığı,
.
Şimdiyse, çok yakında,
çocuğumuz olacak.
Bez parçası bile yok, bu
çocuğu saracak."
O böyle söylenirken,
çalındı kapı birden,
Azîz Mahmûd Hüdâyî, açmak
için giderken,
Buyurdu ki: "Ey hâtun,
kendini üzme artık,
Belki de Hak teâlâ,
gönderdi bir dünyâlık."
Açıp da gördüler ki,
hakîkaten sultandan,
Çok büyük hediyeler,
gelmişti tam o zaman.
Hem öyle çok idi ki,
hanımı etti hayret,
Sırf bir kese içinde,
altın vardı bin adet.
Ertesi gün pâdişâh,
bizzat gelip kendisi,
Ellerini öperek, olmuştu
talebesi.
Bir gün de Sultan Ahmed
gitmişti Üsküdar'a,
Çarşıda üstâdını, görmüş
idi bir ara.
Kendisi at üstünde,
üstâdı yaya idi,
Görünce edebinden, hız
ile yere indi.
Bindirdi hocasını, hemen
kendi atına,
Geçiverdi kendi de,
edeple rikâbına.
Allah'ın velî kulu,
Hüdâyî hazretleri,
Pâdişâhın atında, biraz
gitti ileri,
Ve dünyâyı titreten,
Pâdişâh Sultan Ahmed,
Hocasının ardından, yaya
gitti bir müddet.
Sonra o mübârek zât, râzı
olmadı buna,
Hemen attan inerek,
buyurdu ki sultana:
"Bir gün benim üstâdım,
Üftâde hazretleri,
Mübârek ellerini,
uzatarak ileri,
Bana cân-ü gönülden,
eylemişti bir duâ
Buyurmuştu:"Sultanlar,
yürüsün rikâbında."
Sırf hocamın bu sözü,
yerine gelsin diye,
Rızâ göstermiş idim,
atınıza binmeye."
Pâdişâhı, atına, bindirip
hemen tekrar,
Kendi, yaya olarak,
yürüdü eve kadar.
Azîz Mahmûd Hüdâyî,
hürmetine İlâhî
Onun şefâatine, kavuştur
bizi dahi.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle
anlatmıştır: "Gençliğimde Allahü teâlâya yalvarıp; "Yâ Rabbî! Bana yardımını
ihsân et. Bu yolun ağırlığını çekmeye kuvvet ver. Bu yolda ne kadar riyâzet,
nefsin isteklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin istemediği ne varsa yapayım."
diye duâ ettim. Allahü teâlâ duâmı kabûl buyurup, bana öyle bir kuvvet ve kudret
ihsân etti ki bu yolun ne kadar zahmet ve meşakkati varsa hepsine katlandım. Ne
yapmak lâzımsa Allahü teâlâya hamd olsun yaptım. Şimdi ihtiyâr hâlimde,
riyâzetten ve nefsimle mücâdeleden kurtulmuş bulunuyorum... Evliyâ-i kirâmın
rûhlarına teveccüh ediyor, hepsinin rûhâniyetlerinin eserini görüyordum."
Endülüs'te yetişen
velîlerden Bekâ bin Mahled (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin duâsı
makbul idi. Bir gün Bekâ bin Mahled'in yanına bir kadın geldi; "Oğlum esir
düştü. Onu kurtaracak elimde bir imkânım yok." dedi. Bekâ bin Mahled; "Sen git.
Onun durumuyla Allahü teâlânın izniyle ilgilenirim." buyurdu. Sonra başını öne
eğip Allahü teâlâya duâ etti. Bir müddet sonra kadın, oğlu ile geldi. Oğlu,
başından geçenleri şöyle anlattı: "Rum memleketlerinden birine esir olarak
düştüm. Bir işle meşgûl iken elimdeki kelepçe çözüldü ve yere düştü. Görevliler,
demir zinciri tekrar bağladılar. Fakat biraz sonra kelepçe tekrar çözülüp düştü.
Bu durumdan şaşkına dönen vazîfeliler, papazlarını çağırdılar, durumu onlara
anlattılar. Bunları dinleyen papazlar; "Onu salıverin. Allah'ın sevgili bir kulu
onun için duâ etmiş, ne yapsanız faydasız." dediler. Bunun üzerine, bana yiyecek
verip salıverdiler. Ben de memleketime döndüm."
Tâbiîn tanınmışlarından
büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dâimâ
şöyle duâ ederdi: Yâ Rabbî! Senin yardımın olmazsa, maksuduma eremem, kötü
şeyden nefsimi koruyamam. Ben ve işlerim senin kudretin altındayız. Sana çok,
çok muhtâcız yâ Rabbî! Allah'ım! Bizi öyle bir rızıkla rızıklandır ki, onun
vâsıtasiyla sana çok şükür edebilelim. Yâ Rabbî! Her an her yerde sana muhtâcız.
Allah'ım! Bize rahmet
hazînelerinden birini aç. Rahmetinden sonra bize dünyâ ve âhirette hiç azâb
etme. Allah'ım! O geniş ihsânından bize helâl ve temiz rızık ihsân et. Rızık
verdikten sonra bizi, senden başkasına muhtaç eyleme, Allah'ım! Merhametine ve
ihsân ettiğin helâl rızka, ihsânına karşı şükrümüzü artır. Biz sana muhtâcız.
Senin yardımın ve ihsânın ile ancak başkasına muhtâc olmaktan kurtuluruz."
Tâbiînin meşhurlarından ve
büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: Yemenli bir zât şöyle duâ ediyordu. "Allah'ım! Benim bakışımı
ibret, susmamı tefekkür, konuşmamı zikir yap."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden
birisi anlatır: Ebû Muhammed Cerîrî'nin vefâtı senesi, Karâmita sapıkları ile
yapılan muhârebede ben de bulunuyordum. Savaş bittikten sonra, müslümanların
bulunduğu kâfilenin yanına döndüm. Yaralılar arasında Ebû Muhammed Cerîrî'yi
gördüm. Çok halsizdi. Yüz yirmi yaşlarındaydı. "Ey efendim! Allahü teâlânın bu
belâyı üzerimizden def etmesi için duâ etseniz." dedim. "Duâ, belâ gelmeden önce
yapılır. Belâ geldikten sonra râzı olmaktan ve sabretmekten başka çâre yoktur."
buyurdular.
Evliyânın meşhurlarından ve
Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her
ânı değerlendirir, devamlı ibâdet, tâat ile meşgul olurdu. Yaşı ilerleyip vücûdu
zayıf düştüğünde; "Yaptığınız tâatlardan birazını azaltsanız." dediler. Bunu
söyleyenlere; "Siz bir atı yarış için gönderseniz, yarışı tamamlayıp hedefe
ulaşmadan atın sürücüsüne, buna yumuşak davran ve kendi hâline bırak demezsiniz
değil mi?" dedi. "Evet." dediler. İşte ben de hedefi gördüm. Fakat henüz
geçemedim. Her vaktin bir gâyesi vardır. O vakit geçince bir şey hâsıl olur.
Bütün vakitlerin hedefi ise ölümdür. Bütün zaman geçer, sonunda ölüm gelir."
diye cevap verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Duâmın kabûl
olacağını bilsem, yalnız devlet başkanı için duâ ederdim. Çünkü, devlet başkanı
iyi olursa, şehirler ve insanlar kötülüklerden ve belâlardan emin olur."
Tefsîr, hadîs, târih ve
Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, büyük velî İbn-i Cevzî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) bir gün münâcâtında buyurdular ki: "Yâ İlâhî! Senden haber veren dile
azâb etme! Sana delâlet eden ilimlere bakan göze de azâb etme! Senin hizmetinde
yürüyen ayağa, Resûlünün hadîslerini yazan ele de azâb etme! İzzetin hakkı için
beni Cehennem'e atma! Cehennem ehli de, dünyâ da biliyordu ki, ben senin dînini
muhafaza etmeğe çalıştım.
Yâ Rabbî! Senin için dökülen
göz yaşlarına rahmet et! Sana kav-şamadığı için yanan ciğere rahmet et! Sana
karşı âcizim, yalvarırım."
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden
ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh)
her zaman şöyle duâ ederdi: "Yâ Rabbî! Beni günah alçaklığından, sana tâat ve
ibâdet lezzetine ulaştır."
İbrâhim bin Edhem
hazretlerine şöyle sordular: Allahü teâlâ; "Ey kullarım, benden isteyiniz, kabûl
ederim, veririm." (Mü'min sûresi: 60) buyuruyor. Halbuki istiyoruz vermiyor?
Cevâben buyurdular ki: "Allahü teâlâyı çağırırsınız O'na itâat etmezsiniz.
Kur'ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk'ın
nîmetlerinden faydalanırsınız. O'na şükretmezsiniz. Cennet'in ibâdet edenler
için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem'i âsiler için
yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne
olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını
araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerine taş yağmadığına, yere
batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler?
Duâlarının neticesi, yalnız bu olursa yetmez mi."
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) talebeleriyle berâber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda
konakladıkları sırada, talebelerine âniden şöyle buyurdu: "Bu gün buraya bir
belâ geleceğini ve herkese sirâyet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız
birbirlerine söylesinler herkes; Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihî şey'ün
fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî'ul-alîm, ve Eûzü bi-kelimâtillâhittâm-mâti
min şerri mâ halak duâlarını tekrar tekrar okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim
okursa, Allahü teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur." Bunu söyledikten
iki saat geçmeden kervansarayın bâzı kısımlarında yangın çıktı. Bir türlü
söndüremediler ve malların çoğu yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Abdülmümin Lâhorî'nin de malları yandı.
Ona; "Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?" buyurdu.
Arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey Allah'ım! Ey
kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sâhibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın.
Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki, Cehennem'i ağzına kadar doldursun.
Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım." Hazret-i Ebû
Bekir de böyle duâ ederlerdi.
Yine buyurdular ki:
"Günahlara bir defâ, tâatlere ise bin defâ tövbe etmek lâzımdır. Yâni yaptığı
ibâdet ve tâatlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günahından bin
kat daha fenâdır."
Mısır velîlerinden Bennân
el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: "Allahü teâlâ semâyı yedi
kat yarattı. Her katta mahlûklar ve melekler yarattı. Bunlar O'na ibâdet ve
itâat ederler. Birinci kat, yâni dünyâ semâsında bulunanların ibâdeti korku ve
ümid üzere bulunmaktır. İkinci semâda bulunanların ibâdeti, muhabbet ve hüzün
üzere bulunmaktır. Üçüncü semâda bulunanların ibâdeti, minnet ve hayâ üzere
bulunmaktır. Dördüncü semâda bulunanların ibâdeti, şevk ve heybet üzere
bulunmaktır. Beşinci semâda bulunanların ibâdeti, münâcaat ve iclâl, saygı üzere
bulunmaktır. Altıncı semâda bulunanların ibâdeti, inâbet, tövbe ve tâzim, saygı
gösterme üzere bulunmaktır. Yedinci semâda bulunanların ibâdeti ise, mürüvvet,
cömertlik ve kurb, yakınlık üzere bulunmaktır."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâya hiç isyân etmediğiniz bir dille duâ
ediniz ki, duânız kabûl olsun."
"Duânızı öyle bir delil
araya koyarak edin ki, o günah işlememişlerden olsun. O delil, Allah dostudur.
Onlara tevâzu ve sevgi gösterin ki, sizin için duâ etsinler."
Yine buyurdular ki:
"İbâdetlere sarılmak ve onları yerine getirmek lâzımdır. Yerine getirilince de
yapılmadı farzetmelidir. Böylece kendini kusurlu bilerek tâat ve ibâdete yeniden
başlamalıdır."
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) en büyük ilâhî cezânın duâ ve
ibâdetin lezzetinin kalbten alınması olduğuna inanırdı. Boş şeylerle uğraşmanın,
lüzumsuz şeylere kulak vermenin kalpteki ibâdet ve tâattan zevk alma duygusunu
söndürdüğüne inanır, kendisini sevenleri gönül uyanıklığına teşvik ederdi.
Buyurdular ki: "Kim, Allahü
teâlânın rızâsı için nefsini ayıplarsa, Allahü teâlâ onu gazâbından korur."
"Kötü ve yanlış sözleri çok
dinlemek, tâatın, ibâdetin tadını kalbden siler."
Hindistan'daki evliyânın
büyüklerinden Abdülvâhid-i Lâhorî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ibâdet zevki
ile ilgili bir hâtırasını şöyle anlatır: Ticâret için Buhârâ'ya gitmiştim.
Oranın câmilerinden birinde yatsı namazından sonra nâfile namazla meşgûl oldum.
Câmi hizmetlilerinden birisi bana; "Kendi evine git, nâfile namazları evinde
kıl. Kapıyı kapayacağım." dedi. Fakat söylerken sertçe söylemişti. Bu hizmetçi o
gece evliyânın şâhı Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerini
rüyâda görmüş. Benim için; "O derviş, bizim Hindistan'ın beldelerinden bir
beldedendir. Onun kıymetini bil, ondan özür dile." buyurmuş. Bunun üzerine
geldi, özürler dileyip affedilmesi için ricâ etti.
Tebe-i tâbiînden, Meşhûr
hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin en büyük özelliği; Allahü teâlâya karşı olan
kusurlarından dolayı çok üzülmesiydi. "Bütün insanlığın yaptığı ibâdet kadar
ibadet yapsak Allahü teâlânın bize verdiği nîmetlere karşı gene şükrü yerine
getiremeyiz." derdi.
Abdülvâhid bin Zeyd
hazretleri buyurdular ki: "Eğer nefsinizde Allahü teâlâya karşı yaptığınız
ibâdetlerde bir isteksizlik ve tembellik hissederseniz, bir süre kuvvetli ve iyi
yemekleri yemeyi bırakınız. Gıdânız tuz ve ekmek olsun. Oruç tutunuz. Bu şekilde
yapmanız vücudunuzdaki bazı yağları ve fazlalıkları erittiği gibi Allahü teâlâyı
hatırlamanızı arttırır."
Evliyânın büyüklerinden
Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İbâdet yaparken,
fıkhın gereğini yerine getirmeyen ibâdet yapmış sayılmaz. Fıkıh bilgisi
öğrenirken verâ sâhibi olmayan aldanır. Kendisine lazım olan işleri yapansa
kurtulur.
Meşhûr velîlerden Ahmed
bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kim Allahü
teâlânın ibâdeti ile bir saat meşgûl olursa, Allahü teâlâ ona rahmeti ile nazar
eder."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet ederdi. Bu sebeple
kendisine; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bir mikdâr istirahat etseniz."
denildi. O zaman; "Önünde Cennet ve Cehennem'den başka bir yer olmayan ve
hangisine gideceğini bilemeyen kimsenin uykusu gelir mi?" buyurdular. Daha fazla
ibâdet etmeye başladı.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ahmed el-Kalânisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) duâlarında; "Yâ Rabbî! Eğer
yanında bir kıymetim varsa, benim canımı yolculuk esnâsında ve iki yer arasında
al!" diye duâ ederdi. Hac dönüşünde Mekke'den ayrıldıktan bir müddet sonra Hedif
yakınlarında Ecyâd'da vefât etti ve oraya defnedildi.
Büyük velîlerden Ebû Ali
Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) vâz ve nasîhatlerinde günahlardan çok
bahsederdi. Birgün; "Yâ Rabbî! Biz amel defterimizi günahla siyah ettik. Sen,
saç ve sakalımızı günlerle beyaz ettin. Ey beyazın ve siyahın yaratıcısı olan
Allah'ım! Lütfun ve fadlınla günahlarımızı affeyle!"
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâya çok ibâdet ve duâ
eder, kendisine ihsân edilen nîmetlerin şükründen âciz olduğunu söyleyerek şöyle
niyâzda bulunurdu: "Her âzâm ve organımın bir dili olsa da bununla verdiğin
nîmetler için sana hamd ve senâ etsem, bu benim şükrümün ziyâdeleşmesinden çok,
senin nîmet ve ihsânının artmasına delâlet ederdi. Zîrâ nîmetine şükretmeyi
nasîb etmen de bir nîmettir."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Amr ez-Zücâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine kaybolan eşyânın
bulunmasından sordular. Şöyle anlattı: "Bir duâ şekli daha vardır ki, tecrübe
edilmiş, kaybolan şeyin bulunduğu görülmüştür. Şöyle ki, önce üç defâ Duhâ
sûresi okunur, sonra da üç defâ; ey Allah'ım! Geleceğinden şüphe olmayan günde
insanları toplayan Rabbim! Bana kaybettiğim şeyimi bulmamı nasîb et, denir."
Büyük velî, hadîs ve kırâat
âlimi Ebû Bekr bin İyâş (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak Bişr bin Hâris şöyle anlatır: Ebû Bekr bin İyâş'ın şöyle dediğini duydum,
"Ey sağımda ve solumda bulunan Kirâmen kâtibîn melekleri, benim için, Allahü
teâlâya duâ ediniz. Çünkü siz, Allahü teâlâya benden daha çok ve daha iyi itâat
ediyorsunuz, emirlerine uyuyorsunuz."
Nişâbur'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak, Ebû Nasr Harrânî şöyle anlatır: Ebû Muhammed Râzî'ye bana bir duâ
öğretmesini ricâ ettim. Bana şöyle duâ etmemi söyledi: "Yâ Rabbî! Bize, seni
hakkıyla tanımayı, sana hakkıyla ibâdet edebilmeyi ihsân et. Bizi sana
yaklaştıracak şeyleri nasîb eyle. Bizlere hâlis tevekkül, hüsn-i zan, dünyâ ve
âhirette âfiyet ve iyilikler ihsân buyur."
Evliyânın meşhurlarından ve
Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her
ânı değerlendirir, devamlı ibâdet, tâat ile meşgul olurdu. Yaşı ilerleyip vücûdu
zayıf düştüğünde; "Yaptığınız tâatlardan birazını azaltsanız." dediler. Bunu
söyleyenlere; "Siz bir atı yarış için gönderseniz, yarışı tamamlayıp hedefe
ulaşmadan atın sürücüsüne, buna yumuşak davran ve kendi hâline bırak demezsiniz
değil mi?" dedi. "Evet." dediler. İşte ben de hedefi gördüm. Fakat henüz
geçemedim. Her vaktin bir gâyesi vardır. O vakit geçince bir şey hâsıl olur.
Bütün vakitlerin hedefi ise ölümdür. Bütün zaman geçer, sonunda ölüm gelir."
diye cevap verdi.
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebesi Ahmed bin Ebü'l-Havârî şöyle anlatıyor: Bir sene hocam ile berâber
hacca gidiyorduk. Yolda su tulumunu düşürmüşüm. Suya ihtiyâcımız oldu. Susuz
kaldık. Hocama; "Efendim su tulumunu kaybettim." dedim. Ellerini açıp şöyle duâ
etti: "Ey gaybları bilen ve sâhiplerine iâde eden, dalâlette olanları hidâyete
erdiren Allah'ım! Kaybettiğimiz şeyi bizlere iâde eyle." Duâsını bitirir
bitirmez bir kimsenin; "Bu su tulumunu kaybeden kimdir?" diye seslendiğini
duyduk. Tulumumuzu alıp yolumuza devâm ettik.
Hazret-i Ebû Süleymân
şöyle anlattı: "Bir gece câmide ibâdet ediyordum. İçerisi çok soğuktu. Öyle ki
soğuğun şiddetinden duâ ederken bir elimi koynuma sokuyor diğer elimi semâya
doğru açıyordum. Bu şekilde duâ etmek, beni fevkalâde rahatlatmıştı. Uyuduğumda
hafifden bir ses; "Yâ Ebâ Süleymân! Duâ için kaldırdığın eline nasîbini verdik.
Diğerini de kaldırsaydın ona da nasîbini verirdik." diyordu. Bunun üzerine kendi
kendime; "Ne kadar soğuk olursa olsun, bir daha her iki elimi de semâya
kaldırmadan duâ etmeyeceğim." diye söz verdim.
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri çok ibâdet eder, Allahü teâlâya şöyle yalvarırdı: "Allah'ım! Eğer
bana günâhım sebebiyle azab edeceksen, senden affını diliyorum. Çünkü senin af
ve rahmetin benim günahlarımdan daha çoktur. Allah'ım! Eğer cimriliğim sebebiyle
azâb edeceksen, senden keremini istiyorum. Eğer bana kötülüklerim sebebiyle azâb
edeceksen, senin ihsânını ve iyiliklerini dilerim. Eğer beni Cehennem'ine
koyacaksan, Cehennem ehline seni sevdiğimi haber vereceğim." O anda gâibden bir
ses; "Ey Ebû Süleymân! Seni Cehennem'e koymayacağım. Bilâkis Cennet'ime
koyacağım. Cennet ehline, onları sevdiğimi haber ver. Çünkü dostların yeri
Cennet, düşmanların yeri ise Cehennem'dir." buyurdu.
Şam'da yetişen âlimlerin ve
evliyânın meşhurlarından Ebû Ubeyd el-Busrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
bir gün Şam'da dostlarıyla otururken yanlarından bir atlı geçiyordu. Peşinden
atın eğer örtüsünü taşıyan kölesi kızgın bir halde koşuyordu. Köle; "Yâ Rabbî!
Sen beni bu güç durumdan kurtar." diye duâ edip; Ebû Ubeyd hazretlerine de; "Ey
Allah'ın sevgili kulu! Bana duâ et." dedi. Bunun üzerine; "Yâ Rabbî! Bu kulunu
Cehennem ateşi ve kölelikten kurtar." diye köleye duâ etti. O anda attaki binici
kuşağını yere atıp, kölesine; "Seni âzâd ettim." diye bağırdı. Köle de taşıdığı
örtüyü bırakıp; "Beni sen değil, bunlar âzâd etti." diyerek, Ebû Ubeyd Busrî ve
dostlarının yanına gitti ve ölünceye kadar onlarla berâber kaldı.
Büyük velîlerden Ebü'l-Berekât
Emevî Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebü'l-Fadl
Meâli bin Temîmî Mûsulî şöyle anlatır: "Yedi sene Ebü'l-Berekât
hazretlerine hizmet ettim. Bir gün yemek yedikten sonra elini yıkıyor, ben de su
döküyordum. Bana, "İstediğin bir şey var mı?" diye buyurunca; "Evet, duânız
bereketiyle Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek isterim." dedim. O da; "Allahü teâlâ sana
kolaylık versin, her uzağı yakın etsin. Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekte yardımcın
olsun." diye duâ etti. Ondan sonra Kur'ân-ı kerîmi kısa zamanda hıfzettim.
Allahü teâlâ onun duâsı bereketiyle, bana uzak olan yerleri yakın, güç olan
şeyleri de kolay eyledi."
Evliyânın önde gelenlerinden
Ebü'l-Fadl Ahmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Allahü teâlâya
nasıl duâ edelim diye soruldu. O zaman; "Allahü teâlâdan dâimâ af ve âfiyet
isteyiniz." diye cevap verdi.
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular: Dârimî'nin Müsned'inde Abdullah ibni Mes'ûd (radıyallahü anh) diyor
ki: "Evde Bekara sûresi başından Müflihûn'a kadar beş âyet okunduğu gece, şeytan
o eve girmez." Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
"Bir evde, şu otuz üç âyet okunduğu gece, yırtıcı hayvan ve eşkıyâ, düşman,
sabaha kadar canına ve malına zarar yapamaz: Bekara sûresi başından beş âyet,
Âyet-el-Kürsî başından "Hâlidûn"a kadar üç âyet, Bekara sonunda "Lillâhi"den
sûre sonuna kadar üç âyet, A'râf sûresinde, "İnne Rabbeküm" den "Muhsinîn"e
kadar, elli beşten îtibâren üç âyet, İsrâ sûresi sonundaki "Kul"den iki âyet,
Sâffât sûresi başından "Lazib"e kadar on bir âyet, Rahmân sûresinde "Yâ
ma'şerelcin"den "Feizâ"ya kadar iki âyet, Haşr sûresi sonunda "lev enzelnâ"dan
sûre sonuna kadar, Cin sûresi başından "Şatatâ"ya kadar dört âyet."
Yedi defâ Fâtiha okuyup,
dert ve ağrı olan uzva üflenirse, şifâ hâsıl olur. Âyet-i kerîmenin ve duânın
tesir etmesi için, okuyanın ve okutanın Ehl-i sünnet îtikâdında olması, haram
işlemekten, kul hakkından sakınması, haram ve habis şey yiyip içmemesi ve
karşılık olarak ücret istememesi şarttır.
Bâzıları bu kitaba îtirâz
edince; "Yemin ederim ki, bu kitabı harf be harf, harfi harfine Resûlullah'ın
mübârek ağzından, rüyâda işitip yazdım." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"İbâdetine, senden meydana geldi diye sevinme, Allahü teâlânın lütfu ile,
ibâdetin sende meydana geldiğine sevin. Bunlar, Allahü teâlânın ihsânı ve
rahmeti iledir, de."
Yine buyurdular ki: "Yâ
Rabbî! Sen ihsânını kesmezken, senden başkasından nasıl bir şey istenir?"
"Ey evliyâsına heybet
elbisesini giydiren! Onlar, izzetinle azîz olmuşlardır. Sen, zikredicilerden
önce zikredicisin! Sen, kulların sana yönelmesinden evvel ihsân edicisin.
İstiyenlerin istemesinden önce veren cömertsin. Vehhâbsın, çok hîbe edicisin.
Sonra, bize hîbe ettiklerinle sana geliyoruz."
"Yâ Rabbî! Muhakkak ki, kazâ
ve kaderin bana gâliptir. Beni, şehvet zinciri ile kuvvetlenmiş nefsin arzuları
esir ettiler. Sen bana yardım et de kurtulayım. Beni kimseye muhtâc etme!
İhsânınla, kendi isteklerimi bile arzu etmeyeyim. Evliyânın kalblerini nûr
güneşleri ile aydınlatan sensin. Seni bununla bilirler, tanırlar. Birliğini
bununla söylerler. Senden başkasını sevmesinler, başkasına sığınmasınlar diye,
sevdiklerinin kalblerinden düşmanların sevgisini çıkaran sensin! Herkes onlara
yabancı, fakat sevdikleri sensin. Cihan karşılarına dikilse de, onlara hidâyet
veren, yol gösteren sensin. Seni kaybeden ne bulur? Seni bulan ne kaybeder?
Senden başkasına râzı olan zarardadır. Sana baş kaldıran hüsrândadır."
"İbâdet ve tâatları
zamânında hemen yap. Sonra yaparım, diye geciktirmen onları yapmana mâni
olabilir."
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden İsmâil Hakkı Bursevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır:
"Hocam beni Bursa'ya halîfe olarak tâyin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri
okuyordum. Hocamın Fâtiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hâl
zuhûr etti. Hocamın bu duâsından sonra ilâhî feyz ve mârifetlere kavuştum.
Bundan sonra âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsîr ve te'villerini yapmaya
başladım. Muhyiddîn-i Arabî, Abdülkâdir-i Geylânî, İbrâhim Edhem, Üftâde ve Azîz
Mahmûd Hüdâyî hazretlerinden mânevî olarak fâidelendim."
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle duâ ederdi:
"Allah'ım! Bu toprakları zikrinle, velî ve sâlih kullarınla kıyâmete kadar mâmûr
kıl, rızkımızı helâlden ve ummadığımız yerden günlük olarak ver. Allah'ım!
Peygamberin Muhammed aleyhisselâm hürmetine bizleri senin uğrunda birbirini
seven, sayan ve ziyâret eden kullarından eyle!" (Âmîn).
Irak'ta yetişen büyük
velîlerden Seyyid Mahmûd Sûfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Musul'da
bir bahçeye uğradı. Bahçe sâhibini düşünceli görünce, sebebini sordu. O da;
"Borcum var." dedi. Seyyid Mahmûd ona; "Kalk bahçene git. Üç kere Mülk sûresini
oku. Sonra Peygamber efendimize yüz kere salât oku ve; "Yâ Rabbî! Ben miskin,
zavallı borçlu kulunum. Sen Erhâmerrâhiminsin. Bize ihsânınla ve kereminle
muâmele et! Ey Ekremel ekremîn" de." buyurdular.
O zât kalkıp hemen Seyyid
Mahmûd'un buyurduğu gibi yaptı. O zâtın bahçesinde bir anda bolluk ve bereket
oldu. İnsanlar o bahçenin meyvelerine çok rağbet etti. Bahçenin meyvelerinden
satıp, birkaç gün içinde borçlarını ödedi. Seyyid Mahmûd Sûfî'nin bereketiyle
işi düzeldi.
Evliyânın büyüklerinden
Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet eder ve ağlardı.
Mugîre bin Habîb anlatır: "Bir gece Mâlik bin Dînâr hazretleri ile berâberdik.
Hemen ibâdete başladı. Daha sonra eliyle sakalını tutup içli iniltilerle sabaha
kadar ağladı ve; "Yâ Rabbî! Mâlik'in bu hâline acı." diye yalvardı."
Büyük velîlerden
Mansûr bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kûfe'de bir gece ibâdet eden
bir zâtın, Allahü teâlâya karşı şöyle duâ ettiğini bildirir: "Ey Rabbim! İzzet
ve celâlin hakkı için, günah işlerken sana muhâlefeti kasdetmedim. Nefsim beni
aldattı. Şehvetim de buna yardımcı oldu. Senin, benim kusurlarımı gizlemen beni
aldattı ve cehâletim sebebiyle sana isyân ettim ve hareketlerimle muhâlefette
bulundum. Şimdi senin azâbından beni kim kurtaracak? Rahmetine nâil olamazsam
bana kim yardım edecek? Kıyâmet gününde günahı olmayanlara "geçin", günahı
olanlara "durunuz" dendiği vakit, hangi yüzle senin huzûruna çıkacağım. Acabâ şu
iki fırkadan hangisi ile berâber olacağım? Yazıklar olsun bana ki, ömrüm
uzadıkça günahlarım çoğalıyor. Bizlere tövbe eylemeyi nasîb eyle yâ Rabbî!"
Şöyle anlatılır: Bir genç
fesad ve içki meclisi kurup, eğlenirdi. Birgün kölesine dört dirhem (gümüş)
verip, meze almasını söyledi. Köle yolda giderken büyük velîlerden Mansûr bin
Ammâr hazretlerinin meclisine uğradı. "Biraz oturup ne söylediğini anlayayım",
diye düşündü. Mansûr, bir fakir için bir şey istiyor ve kim dört dirhem verirse,
ona dört duâ edeceğim diyordu. Köle, bu dört dirhemi ondan daha iyi bir yere
veremem deyip, elindekinin hepsini Mansûr'a verdi. Mansûr hazretleri nasıl duâ
istersin deyince, köle: Birincisi; âzâd olmayı, kölelikten kurtulmayı, ikincisi;
Allahü teâlânın efendime tövbe nasîb etmesini, üçüncüsü; dört dirhemin
karşılığında dört yüz dirhem vermesini, dördüncüsü; bana, efendime, sana ve bu
mecliste bulunanlara rahmet etmesini istiyorum." dedi. Mansûr hazretleri duâ
etti. Köle evine döndü. Efendisi; "Nerede kaldın ve ne getirdin?" diye sorunca,
köle de; "Mansûr bin Ammâr'ın meclisinde idim. Verdiğin dört dirhemle dört duâ
satın aldım. Efendisi nasıl duâlar deyince, köle durumu efendisine anlattı.
Efendisi: Seni âzâd ettim, bir daha içki içmeyeceğime Allahü teâlâya söz verip
tövbe ettim, dört dirhem yerine sana dört yüz dirhem bağışladım. Dördüncü duân
bana âid değildir, ben elimden geleni yaptım dedi. Efendi, gece rüyâsında bir
sesin; "Sen elinde olanı, kendi eksikliğin ile yaptın, bana havâle ettiğini ise,
eksiksiz yaptım: Sana, köleye, Mansûr'a ve meclisine merhamet ettim." dediğini
işitti.
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse gelip kendisinden
kalbinin yumuşaması için duâ etmesini istedi. Ona; "Ey kalbleri yumuşatan
Allah'ım! Ölüm benim kalbimi yumuşatmadan sen benim kalbimi yumuşat" diye duâ et
buyurdu. Sırrî-yi Sekâtî hazretleri; "Kavuştuğum bütün nîmetlere Ma'rûf-ı Kerhî
hazretlerinin bereketiyle kavuştum." buyurdular.
Muhammed bin Hişâm diyor ki:
"Ma'rûf-ı Kerhî bana; "Sana on cümle öğreteceğim; beşi dünyâ, beşi âhiret
içindir. Bunlar ile kim duâ ederse, Allahü teâlâ onun duâsını kabûl buyurur"
dedi. Ben; "Yazayım mı?" diye sordum. "Hayır. Behr bin Hânis nasıl tekrar tekrar
okuyup bana öğrettiyse, sana da tekrar tekrar okuyup öğretirim" dedi. Bu on
cümle şunlardır: "Dînim için Allah bana kâfidir. Dünyâm için Allahü teâlâ bana
kâfidir. Ehemmiyetli işlerim için Allahü teâlâ kerîmdir ve bana kâfidir. Bana
haksızlık etmek isteyenlere hilm ve kuvvet sâhibi olan Allahü teâlâ kâfidir.
Bana kötülük etmek isteyenlere, Şedîd olan Allahü teâlâ bana kâfidir. Ölüm
ânında rahîm olan Allahü teâlâ bana kâfidir. Kabir suâlinde raûf olan Allahü
teâlâ bana kâfidir. Hesâb ânında kerîm olan Allahü teâlâ bana kâfidir. Mîzân
ânında latîf olan Allahü teâlâ bana kâfidir. Sırat'ta, kadîm olan Allahü teâlâ
bana kâfidir. Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allahü teâlâ bana kâfidir. O
Arş'ın Rabbidir ve ben O'na tevekkül ederim."
Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri
bir gün, talebeleriyle Dicle kenarındaki bir hurmalıkta oturuyorlardı. Dicle'nin
yukarısından bir kayık geldiğini gördüler. Kayıkta bir kaç erkek içki içiyor,
nâra atıyordu. Bu nâhoş manzara karşısında talebeleri; "Efendim bir duâ edin de,
Allahü teâlâ bunları bu nehirde boğsun ve insanlar onların zararlarından
kurtulsunlar." dediler.
Şöyle buyurdu: "Yâ Rabbî!
Sen bu kullarını dünyâda neşelendirdiğin gibi âhirette de neşelendir."
Talebeleri bu duânın mânâ ve sırrını anlamadıklarını söylediler. Bunun üzerine;
"Benim söylediğimi (Allahü teâlâ) bilir. Bekleyin şimdi görürsünüz." buyurdu." O
topluluk Ma'rûf-ı Kerhî'yi görünce sazlarını kırdılar, şaraplarını döktüler ve
titremeye başladılar. Ma'rûf'un el ve ayaklarına kapanıp tövbe ettiler. Ma'rûf-ı
Kerhî; "Gördüğünüz gibi herkesin istediği oldu; ne onlar boğuldu, ne de bir
kimse onlardan rahatsız oldu." buyurdular.
HÂLİS DUÂ
Midyen ibni Ahmed
ki, doğdu Mısır ilinde,
Eşmûnî lakabıyle, tanındı
halk içinde.
Tasavvufta o kadar,
yükseldi ki bu velî,
İlminden istifâde,
edenler çoktu hayli.
Dergâhının yanında, bir
dere akıyordu,
O bir gün bu dereden,
abdest tazeliyordu.
Henüz bitmemişti ki,
abdesti, durdu bir ân,
Nâlininin tekini, çıkarıp
ayağından,
Hiddet ve şiddet ile,
fırlattı ileriye,
Şaşırdı talebeler, “Acaba
n’oldu?” diye.
Bu hâdiseden sonra, bir
yıl geçti aradan,
Geldi bir talebesi, çok
uzak bir diyârdan.
Elinde bir tek nâlin,
dedi ki: “Ey efendim,
Ben filan memlekette,
ikamet etmekteyim,
Takrîben bir yıl önce,
oldu ki bir hâdise,
Geldim ki arz edeyim, onu
hazretimize.
Kızım bir gün ıssız bir,
mahalleden gelirken,
Terbiyesiz biriyle,
karşılaşmış âniden,
Uygunsuz lâflar edip,
dokunmak isteyince,
Sizi vesîle edip, duâ
etmiş hemence:
“Yâ İlâhî, babamın,
üstâdı kimse eğer,
O velîyi şu ânda bana
imdâda gönder.”
Kızım, bu duâsını, henüz
bitirmemişken,
Ve henüz onun eli, kızıma
değmemişken,
Havadan hızla gelen bir
nâlin birden bire,
Suratına çarparak,
devirmiş onu yere.
Kızım onu görünce,
kurtulup çok sevinmiş,
O nâlini alarak, acele
eve gelmiş.”
“Bahsettiğim o nâlin,
işte budur” dedi ve,
Bıraktı o nâlini
üstadının önüne.
Eşmûnî hazretleri,
buyurdu ki o zâta,
“Kızın teslîmiyeti, demek
tammış üstâda.
Erişirse birine, bir
belâ, bir musîbet,
O dahî hiç kimseden,
beklemezse bir medet,
Rabbine sığınarak, sırf
O’na güvenerek,
O’na duâ ederse, tam
tevekkül ederek,
O zaman Hak teâlâ, kâfi
gelir kuluna,
Öyle imdâd eder ki, o
dahî şaşar buna.”
|