|
DİN GAYRETİ
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin din gayreti çoktu. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet edilmesine hiç
tahammülü yoktu. Kendisi şöyle anlatır: "Bir ateşperest ile çalışıyorduk. Namaz
vakti gelince ondan, namaz kılarken, bana zarar vermeyeceğine dâir söz aldım.
Bunun üzerine namaz vaktinde rahatça bir namaz kıldım. Sonra ateşperest şahsın
ibâdet zamânı geldi. Şimdi sıra bende, ben ibâdet ederken, sen de zarar
vermeyeceğine dâir söz ver deyince, rahatça ibadet edebileceğini bildirdim.
Fakat ateşperest ateşe
tapmak üzere secdeye varınca, sözümde duramadım ve üzerine atıldım. O anda; "Söz
verdiğin zaman ahdini yerine getir!" diye bir ses duydum ve hemen geri çekildim.
Ateşperest ibâdetini bitirince; "Evvelâ hücûm ettin. Sonra niye vazgeçtin?" diye
sordu. "Ben Allah'tan başkasına secde ettiğin zaman, dayanamadım, üzerine
atıldım. Seni öldürmek istiyordum. Fakat tam o anda; "Söz verdiğin zaman, ahdini
yerine getir!" diyen bir ses, beni bu işten alıkoydu." dedim. Bunun üzerine
ateşperest; "Rab, senin rabbindir! Kendi düşmanı için, dostunu bile azarlıyor!
İşte huzûrunda müslüman oluyorum." diyerek Kelime-i şehâdet getirdi.
Evliyânın meşhûrlarıdan
Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânının, dîni dünyâlık
kazanmaya âlet eden kötü din adamlarına çok kızar, onların zararlarından
sakınılmasını söylerdi. Dâimâ hakkı söyler, insanların kınamasından hiç
çekinmezdi.
Osmanlılar zamânında
Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden, tefsîr, hadîs ve Hanefî mezhebi
fıkıh âlimi Behâeddînzâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında bâzı
uygunsuz hâllerin zuhûr ettiği rivâyet edilir ki: Bu hâllere devlet ileri
gelenlerinden de bulaşanlar oluyordu. Behâeddînzâde hazretleri sohbet
meclislerinde meydana çıkan bu uygunsuz hâllerin, Resûlullah efendimizin
bildirdiği hükümlere uygun olmadığını ve bunların derhâl yok edilmesini, bâzı
densiz kimselerin dînimize uymayan işler yapmalarına müsâade edilmeyip, bunlara
mâni olunması gerektiğini söyledi. Onun bu sözleri, o uygunsuz kimselerin
kulağına gidince, onlar bu zâta sinirlendiler. Hattâ öyle oldu ki,
Behâeddînzâde'nin talebeleri, o uygunsuz kimselerin, hocalarına bir zarar
vermelerinden endişelenmeye başladılar. Bu endişelerini kendisine
arzettiklerinde, dil anahtarı ile söz kilidini açarak, şu mühim ve açık cevâbı
verdi:
"Dostlarım! Sizin korku ve
endişeniz bende yoktur. Allahü teâlânın izni ve koruması ile onların zararından
korkmam. Eğer beni öldürecek olurlarsa şehîd olurum. Hapsederlerse, benim için
uzlet ve halvet olur. Yâni orada yalnız başıma ibâdet ve tâat ile meşgûl olurum.
Eğer beni bu beldeden uzaklaştırırlarsa, hicret etmiş olurum. Bunların hepsi,
Hakk'ı taleb edenler için saâdettir. Hepsinin karşılığında nihâyetsiz sevaplar
ve sayısız faydalar vardır." Onun bu sözlerini dinleyenler, dînimizin emirlerine
ne kadar bağlı olduğunu, din gayretinin çokluğunu ve Allahü teâlânın rızâsını
başka her şeyden üstün tuttuğunu böylece daha iyi anladılar.
Evliyânın büyüklerinden ve
İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerine "Bağdât'ta, pekçok ilim talebesi varken, orada ilim
neşretmekten, öğretmekten niçin vaz geçtiğinizi kimse bilemiyor ve bu kadar uzun
zamandan sonra Nişâbûr'a dönmenizin sebebini kimse anlayamıyor!" dediklerinde bu
hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
"Ben şer'î ve aklî ilimlere
bu kadar alışkanlık peydâ edip, her ikisinde de inceleme ve araştırma yaptım. O
esnâda bulunduğum yolda, bende; Allahü teâlâya, nübüvvete ve âhiret gününe
yakînî bir îmân hâsıl oldu. Îmânın bu üç aslı ile kalbim çok kuvvetlendi. Ayrıca
takvâ sâhibi olmak nefsin isteklerini bırakmak ve bütün dünyevî arzuları terk
etmeden âhiret saâdetine kavuşmanın imkânsız olduğunu anladım. Hepsinin başı
dünyâ alâka ve bağlarını kalbten tamâmen kesmek ve bu dâr-ı gurûrdan, aldanma
yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, ona muhabbet köklerini, gönül bahçesinden söküp
atarak, âhirete dönmek ve azîmet etmek ve cenâb-ı Hakk'a tam gayret ile dönüp
tövbe eylemektir. Bu da, emelleri kısmak, makamı, malı ve parayı terk etmek,
meşgûliyeti, tutulma ve insanlarla beraber bulunmayı bırakmanın yanında, kalbin
içinde sekîne ve karar hâsıl olmadan tamam olmaz.
Sonra ben hâllerimi
düşündüm. Çeşitli bağ ve tutulmalar içine battığımı gördüm. Her tarafımı
kuşatmışlar. Amellerimi gözümün önüne getirince; hepsinin üstün ve güzelinin
ilim öğretmek olduğunu anladım. Öğretmek istediğim ilimlerin, bilgilerin çoğu,
önemsiz olup, âhiret için faydasızdırlar.
Sonra ilimdeki niyetimi
düşündüm. Hâlis, Allah rızâsı için olmayıp, belki makam sevdâsı ve şöhretle
berâber karışık buldum. Böylece yakînen helâk sâhilinde olduğumu anladım. Eğer
hâllerimi düzeltmekle uğraşmazsam helâk olur, kendime kötülük ve zarar ederim.
Bir müddet böyle düşündüm durdum. Fakat henüz karar veremedim. Bâzan Bağdât'tan
ayrılmaya, içinde bulunduğum hâlleri bırakmaya karar verir, bir gün azîmet
yolunu seçer, ayağımı ileri atar, bâzan biraz daha durayım deyip, adımımı geri
alırdım. Bir sabah olmazdı ki, âhireti istemede sıdk ve rağbet üzere bulunayım
da, ona nefsin istekleri ve dünyâ arzusu askerleri saldırıp, akşam olunca beni
uzaklaştırmasınlar. Düşüncemi değiştirmesinler.
Bir hadde geldi ki, dünyâ
arzuları beni, zincirden bağlar ile, kendilerine çeker ve bu mânânın hâsıl
olması için zorlarlardı. Îmân sözcüsü de seslenip: "Hadi, çabuk ol! Ömründen çok
az kaldı. Önünde ise, uzun bir yolculuk var. Kazandığın, elde ettiğin ilmin
hepsi, riyâ ve aldatmadır. Eğer sen, şimdi âhiret için hazırlanmaz, o sonsuz
âlem için azık bulundurmazsan, ne zaman yapacaksın? Şimdi alâkaları kesmez,
engelleri kaldırmazsan ne zaman keseceksin ve kaldıracaksın?" derdi.
O zaman kalbimde bir rağbet
peydâ olup, dünyâ ve ehlinden kaçmak, onlardan uzaklaşmak için kesin karar
verirdim. Sonra şeytan, aldatma ve hîle yoluna başvurup: "Bu düşündüğün hâl,
çabuk geçici bir şeydir. Sakın bu yola gitme. Zîrâ sen bu görüşü kabûl ve karar
verip, bu büyük makâmı terk edersen ve eziyetli olmayan izzet ve şânı bırakıp
gidersen, hasımlarla münâzaradan hâsıl olan zevk ve safâdan geçersen, nefsin
yine sana gâlib olur. Bu sefer ondan kurtulmaya uğraşırsın. Hâlbuki o zaman bir
daha dönemezsin, bî çâre ve dermansız kalırsın." derdi.
İşte nefsin ve şeytanın
bâtılı hak gösteren bu aldatma ve hîleleri sebebi ile, ben de, dünyâ arzuları ve
âhiret isteği arasında tereddüt ve hayret vâdisinde altı ay kadar şaşkın, inler
ve ağlar hâlde kaldım. Bu zaman H.486 yılının Receb ayında son buldu. Nihâyet
aynı ayın sonunda işim ihtiyâr ve irâdeden geçip, ânîden Allahü teâlâ, dilime
susmak kilidi vurup, mühürledi. Dilim söylemez, kalbim ise çok muzdarib oldu.
Kendimi çok zorladım, gayrete getirmeğe çalıştım. Huzûrumda bulunan üç yüz ilim
talebesinin gönlünü almak, hatırlarını şen etmek, bu vesîle ile bir gün ders
vermek için kendimi zorladım. Dilimde söyleyecek kuvvet, bir kelime telaffuz
edecek güç bulamadım. Bu dil tutulması, kalbime öyle bir üzüntü ve elem verdi
ki, arzu ve isteğim kalmadı. Hazmım kesildi. Ne bir lokma çiğneyip yutabilir, ne
de bir damla su içebilirdim. Böyle devâm edip, kuvvetten düştüm. Zayıfladım.
Hattâ doktorlar hayâtımdan ümid kestiler. Bana ilâç vermekten imtinâ edip, bu
böyle bir durumdur ki, kalbe indi. Ondan uzuvlara sirâyet edip, mizâcını bozdu.
İlâç kabûl etmez, iyileşmez. Ancak kalbini mühim işlerden rahata kavuşturur, her
şeyden temizlerse, belki iyileşir dediler.
Bundan sonra, ben aczimi
anladım ve gördüm. Yalvararak ve sızlıyarak Allahü teâlâya sığındım. Çâresi
olmayan hasta gibi yanarak ve inliyerek duâ ettim. Nihâyet Neml sûresi altmış
ikinci âyetinde meâlen; "Muztar olan (sıkıntıya düşen) kimse duâ ettiği zaman
onun duâsını kabûl edip fenâlığı kaldıran..." buyrulduğu gibi, Allahü teâlâ
duâmı kabûl edip, kalbimi uyandırdı. İçimdeki mal ve makam arzusunu kaldırdı.
Hepsinden yüz çevirip, çocuklarımdan, dostlarımdan, vatanımdan ve eshâbımdan
ayrılmayı bana kolay eyledi. Derhal içimden Şam tarafına gitmek arzusu geldi.
Ama görünüşte hacca gideceğim dedim. Halîfenin ve eshâbımın, maksadımın Şam'da
kalmak ve bu sebeble onlardan ayrılmak isteğimi bilmelerini istemedim. Sonra bir
daha dönmemek niyeti ile Bağdât'tan çıktım. Fakat düşüncemi gizliyor, aksini
bildiriyordum. Bunun için çeşit çeşit ifâde ve izâh yollarına başvuruyordum.
Onlar ise benimle alay ediyor, beni cevr-ü cefâ oklarına hedef tutuyorlardı.
Sanki içlerinde, benim o tür safâ ve zevkten yüz çevirmem ve dünyâlıklardan
kesilmek istememin bir din işi ve yakîn sebebi olduğunu uygun görecek bir kimse
yoktu. Onlara göre, benim bulunduğum müderrislik rütbesi, yüksek bir din mevkii
olup, ilimlerinin bütünü buraya kavuşabilmek içindi.
Sonra genel vaziyetten
maksadın ne olduğunu tâyin konusunda ihtilâf edip, Bağdât'tan uzak olanlar vâli
ve hükümdârlardan bir şey olduğunu sanarak utandı ve orada duramadı dediler. Ama
Bağdât'a ve oradaki devlet adamlarına yakın olanlar, devlet adamlarının bu
bağlılıklarını, gitmemem için bana yalvarmalarını, beni zorlamalarını, iltifât
ve alçak gönüllülüklerini ve benim onlardan yüz çevirmemi, sözlerine iltifât
etmeyip, söyledikleri sözlere, okşayıcı ifâdeleri kabûl etmediğimi bilirlerdi.
Onlar, bu semâvî bir iştir ki, âlimlere ve müslümanlara bir nazar değmesi
sonucudur derlerdi.
Nihâyet Bağdât'tan ayrıldım.
Yanımda olan malı dağıtmaya başladım. Kendime yetecek ve çocuklarıma kâfi
gelecek kadar yanımda bulundurdum. Onda da şöyle bir ruhsat yolu buldum ki, Irak
malı, müslümanların işlerini görmek için vakıf olunmuştur. Bunun için dünyâda
âile nafakası için, bundan almaktan daha sâlih ve temiz bir mal bulamadım. Şam
bölgesine gidip, Şam şehrinde iki sene kadar kaldım. Orada bir meşgalem yoktu.
Ancak uzlet, halvet, mücâhede, riyâzet, nefsin tezkiyesi, ahlâkın
mükemmelleşmesi ile meşgûl oldum. Bütün bunları tasavvuf ehlinin ilminden
öğrendiğim şekilde yaptığım gibi, Allah kelime-i celâlini zikr ile, kalbin
tasfiyesi ve hâllere kavuşmakla uğraştım.
Böylece o büyükler yolunun
ilim ve amel olmadan tamamlanamayacağını yakînen anladım. Onların ilimlerinin
hâsılı, nefsin geçitlerini ve tehlikelerini aşmak ve kötü ahlâktan temizlenip,
kötü sıfatlarının kökünü söküp atmaktır. Bununla kalbi Allah'tan başkasına
tutulmaktan korumak ve Allahü teâlânın zikri ile süsleyip O'na kavuşmaktır. O
zaman bana ilim, amelden kolay geldi. O büyüklerin ilimlerini kitaplarından
tahsîl ve onları mütâlaa ile tamamlamaya koyuldum. Meselâ Ebû Tâlib-i Mekkî'nin
Kût-ül-Kulûb kitabını ve Hâris-i Muhâsibî'nin kitaplarını; Cüneyd-i Bağdâdî'nin,
Şiblî'nin, Bâyezîd-i Bistâmî'nin ve başka meşâyıhın (kuddise sirruhum) sözlerini
ve onlardan rivâyet edilen yazı ve haberleri mütâlaa eyledim. Herbirinin
ilimlerinin maksadlarına muttali oldum. Onların yolundan öğrenerek ve dinliyerek,
tahsîli mümkün olanı tahsîl ettim. Onların seçilmişlerinin seçilmişlerine mahsûs
olan ilimlere kavuşmanın, öğrenmek ve okumakla mümkün olmadığını anladım.
Bir müddet Şam Mescidinde
îtikâf eyledim. Uzun günlerde minâresine çıkıp, kapısını üstüme kapadım. Orada
durdum. Sonra hac farîzasını edâ için Beyt-ül-harama gidip, Mekke ve Medîne'nin
bereketi ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâreti ile O'ndan
imdâd ve yardım istemek arzu ve şevkim harekete geldi. Gittikçe arttı.
Hazret-i Halîlürrahmân'ın (aleyhisselâm)
ziyâretinden sonra, Hicaz'a doğru yola çıktım. Mekke-i mükerremeye gidip hac
ibâdetimi yerine getirdikten ve peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın kabr-i
şerîfini ziyâretle şereflendikten sonra beni, bâzı arzu ve insanlarla,
çocukların ve âilemin istemesi vatanıma çekti. Böylece vatanıma döndüm. Tabîatim
bu dönüşten son derece uzak ve benim îtikâdım üzere bu görüş gâyet yanlış olduğu
hâlde, vatanıma kavuştuktan sonra, orada da uzlete çekildim. Zikr ile kalbin
tasfiyesine olan aşırı bağlılığımdan, hep uzlet istiyordum. Lâkin günlük olaylar
ve çoluk-çocuğun geçim durumu ve hâl darlığı kalbimin safâsına mâni olup,
maksudun yüzü bulutlandı ve halvetin safâsı bulandı. Sonra safa hâli verecek
neticeler ele geçmez oldu. Ancak arasıra bir mikdâr safâ hâsıl olup, yine
örtülürdü. Lâkin böyleyken yine kesmeyi tamâ etmeyip, bâzan bir zuhûrat engel,
bâzan o mertebelere dönmek vâki olurdu. O yıl bu şekilde geçti. O halvetler
esnâsında hâsıl olan hâlleri saymak mümkün değildir. Faydası olur ümidi ile bir
iki şey bildirelim:
Ben ilm-i yakîn ile bildim
ki, Allahü teâlâya kavuşanlar ve hidâyet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa
tasavvuf ehli olan büyüklerdir. En güzel sîret ve ahlâk, onların sîret ve
ahlâkları, en doğru yol, onların yolu, en güzel ve en olgun ahlâk, onların ahlâk
ve âdetleridir. Belki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sâhiplerinin
hakîmâne buluşları ve İslâmiyetin esrârını bilen fukahâ ve ulemânın ilimleri
toplanıp bir araya gelse, onların sîret ve ahlâkından birini tahvîl edemez,
değiştiremez, ondan hayırlı ve üstün olana çevirmeyi düşünseler, çâre ve yol
bulamazlar. Zîrâ onların zâhir ve bâtınında olan bütün hareket ve
hareketsizlikler peygamberlik kandilinden alınmıştır. Yeryüzünde ise,
peygamberlik nûrunun ötesinde bir nûr yoktur ki, âleme ışık saçsın ve daha çok
parlasın.
Velhâsıl aklı olan kimse,
tasavvuf hakkında ne söyliyebilir ki, tasavvuf ehlinin kalbi, Allah'tan başka
her şeyden temizlenmek ve başlangıcı, her an Allahü teâlânın zikrine dalmak;
nihâyeti ise, büsbütün fenâ fillah olmaktır. Bunun bile son olması, ihtiyârı
altında bulunan mertebeye nisbetledir. Keşf mertebesi ve onun evveliyâtındandır.
Gerçekte ise bu fenâ makâmı tasavvufun başlangıcıdır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî
kuddise sirruh da: Fenâ fillâh, bu yolda ilk adımdır buyuruyor.) Ondan önceki
hâller, sâlik için sülûk yolunda dehliz, aralık gibidir. Yâni vâsıtadırlar.
Tasavvufun ilk hâlleri, keşif ve müşâhedenin zuhûra gelmesidir. Hattâ bu keşif
ve müşâhede sâhibleri, uyanıkken, melekleri ve peygamberlerin ruhlarını müşâhede
ederler. Onların sesini duyarlar, fayda ve hakîkat iktibâs ederler. Sonra o hâl,
sûret ve misâllerin müşâhedesinden, başka derecelere yükselir ki, o makam
kelimelerle anlatılamaz. Bahsedilirse, sarîh hatâ görünür ve ondan sakınmak
mümkün olmaz.
Bu bildirilen hâlleri zevk
yolu ile tatmak saâdetine kavuşamayıp, şevk sâhibi olmayan, peygamberlik
mertebesinin hakîkatının yalnız ismini anlar.
H.499 senesinde Bağdât'tan
tekrar ayrılan ve uzletle insanlardan uzak kalma müddeti on bir sene süren
İmâm-ı Gazâlî hazretleri Nişâbur'a gitti. Nişâbur'a gitmek üzereyken şöyle
buyurdu:
Yakînen biliyorum ki, her ne
kadar görünüşte ilme ve onun yayılmasına dönmüşsem de, yine hakîkatta dönmüş
değilim. Zîrâ rücû' etmek, dönmek, ilk hâllere avdet etmektir. Ben o zaman da
bir ilim neşreder, yayardım. Hattâ onunla makam ve devlet sâhibi olmak, dünyâlık
ve başkanlık elde etmek isterdim. Bütün insanları söz ve hareketlerimle ona
çağırırdım. Ama şimdi, bir ilme dâvet ederim ki, onunla mevki, makam ve mal terk
olunur. Sevab kazanılır. Haşmet ve makâmın derecelerinin düşüklüğü bilinir. Hâlâ
niyetim ve kastım budur. Allahü teâlâ benim bu niyetimi bilicidir. Maksadım
dâimâ nefsimi ve başkalarını ıslâh eylemektir. Lâkin o maksada kavuşacağımı
bilemem. Hele yakînî îmân ile inanmış ve kalbin müşâhedesi ile iyice
anlamışımdır ki, her ferdde olan hareket ve kuvvet, Allahü teâlânın ihsânı
iledir. Benim her hareketim ve amelim O'ndandır. Allahü teâlâdan yalvararak,
önce beni ıslâh eylemesini, sonra da benimle başkalarının ıslâhını isterim.
Evvelâ bana hidâyet verip, sonra benimle başkalarına hidâyet versin. Bana hakkı,
sûret-i hakta gösterip, tâbi olmak, uymak nasîb eylesin. Bâtılı, sûret-i bâtılda
gösterip sakınmak müyesser eylesin. Âmin!".
Irak'ta yetişen evliyâdan
Seyyid Hasan Berzencî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok cesur ve gayretliydi.
Allah yolunda kimsenin kınamasından çekinmez, zâlim kimselerden korkmazdı. Bir
zaman Acem Şâhı, ordusuyla Musul'a yönelmiş, Surdaş nâhiyesi Merkibe köyüne
kadar gelmişti. Nâdir Şâh burada nüfûz sâhibi vilâyetin önde gelenlerini
öğrenmek istedi. Kendisine Seyyid Hasan hazretlerini söylediler. Şah bunun
üzerine Seyyid Hasan hazretlerine mektup yazdı ve maksadını îzâh edip hedefine
ulaşmak husûsunda kendisinden yardım istedi.
Şâhın mektubu özetle
şöyleydi:
"Fazîletli Seyyid Hasan
hazretlerine: Maksâdım dedeniz Câfer-i Sâdık'ın yolunu yaymaktır. Ecdâdınızı
seviyorum. Bize katılmanız en lüzumlu bir iş olur. Mektubum size ulaşır ulaşmaz
bize geliniz. Sizi görmekle bereketlenmiş oluruz. Aksi halde öfke ve gadâbımı
çekmiş olursunuz. Vesselâm."
Bu mektuba Seyyid Hasan şu
cevâbı yazarak din gayretini ve cesâretini göstermiş oldu.
"Mektûbuma besmele ile
başlarım. Rabbime hamd ederim. Salât ve selâm sevgili Peygamberimizin ve âlinin
ve eshâbının üzerine olsun.
Mektûbunuzu aldım. Ecdâdımı
(dedelerimi) sevdiğinizi söylüyorsunuz. Bu sevginizle berâber, Eshâb-ı kirâmdan
bâzısına düşmanlık edip etmediğinizi bilmiyorum. Şâyet Eshâb-ı kirâmdan bâzısına
düşmanlık ediyorsanız, ecdâdıma olan sevginiz kıyâmet günü size fayda
vermeyecek, belki azâba ve hesâba çekilmenize sebeb olacaktır. Hedefinizin
İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın rahmetullahi aleyh mezhebini yaymak olduğuna dâir
sözünüze gelince; o, Tâbiînin ve müctehidlerin en büyüklerinden olmakla berâber,
talebeleri kalmadığı için, mezhebi tedvîn edilmemiş, derlenip toplanamamıştır.
Tedvîn edildiğini bilseydik, onun neslinden geldiğimiz için, mezhebine tâbi
olurduk. Oraya gelmemizi istiyorsunuz. Fakat gelecek durumda değilim. Ancak size
bâzı tavsiyelerde bulunacağım. Bunlara uyarsanız kurtulur, rahat edersiniz: 1)
Osmanlı sultanları ile harb etme. Çünkü ehl-i keşf (kalb gözü açık olan evliyâ)
onlarda başkalarında olmayan husûsiyetlerin bulunduğunu, kıyâmete yakın zamâna
kadar (veya uzun zaman) yaşayacaklarını bildirdiler. 2) Musul'u tahrîb etmeyi,
halkı ile harb etmeyi düşünüyorsun. Bunu yapma. Çünkü ordunun yok olmasına sebeb
olur. Ecel gelmeden önce tövbe ve istiğfârda acele et. Çünkü bâzı akrabâların
seni öldürmek istemektedir. Doğru yolda gidenlere selâm olsun."
Acem Şâhı, Seyyid Hasan
hazretlerinin nasîhatlerini dinlemeyince, onun buyurdukları aynen ortaya çıktı.
Şah hezimete uğrayıp İran içlerine çekildi. Çok geçmeden de akrabâları
tarafından öldürüldü.
Son asır İslâm âlimlerinin
büyüklerinden ve evliyâdan Yûsuf Nebhânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, o zaman Osmanlı Devletine bağlı ve önemli ilim merkezlerinden olan
Beyrut’ta, Arapça neşriyat yapan ve zamânının en iyi kitaplarını en iyi şekilde
basan, önce hıristiyanlığın Mârûnî koluna mensûb iken, daha sonra İslâmiyeti
kabûl etmekle şereflenen Ahmed Fâris Şedyak’ın, Cevâib adlı matbaa ve
yayınevinin bir çok kitaplarını tashih etti. O devirde bütün İslâm dünyâsını
maddî ve mânevî yönden tehdid eden hıristiyanlık kültürüne karşı İslâmiyeti
müdâfaa eden eserler yazarak âlem-i İslâmı uyandırmaya çalıştı. İslâmiyeti
temelinden yıkmak isteyen misyonerler tarafından açılan kolejlere müslümanların
çocuklarını göndermemeleri için gayret etti. Bu hususta İrşâdü’l-Hıyârâ min
Tahzîri Medâris-in-Nasâra (Hıristiyan Kolejlerine Çocuk Yollamaktan Sakındırmak
İçin Aklı Erenlere Yol) adlı kıymetli bir eser yazdı.
|
|