|
DEVLET
İDARESİ VE SİYASET - 2
Devrinin âlim ve
velîlerinden Mâlik bin Dinâr hazretleri anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfe
olduğunda bir çobanın şöyle dediği işitildi: “Acaba bu temiz, âdil halîfe
kimdir?” Çobana; “Böyle olduğunu nereden anladın?” diye sorulduğunda; vazîfesi
dağ bayır demeyip koyun otlatan, çeşitli yırtıcı hayvanların tehlikesini pek iyi
bilen çoban, sâfiyetle bulduğu teşhisiyle şu cevâbı verdi: “Âdil bir halîfe başa
geçince, kurtlar kuzulara saldırmaz. Oradan anladım.”
Halîfe Ömer bin Abdülazîz
hazretleri her gün âlimleri çağırır, onlarla ölüm ve kıyâmet hâllerinden
konuşurlardı. Konuşmalar onlara o kadar tesir ederdi ki, sanki içlerinden biri
vefât etmiş gibi ağlarlardı.
Ömer bin Abdülazîz
hazretleri Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmede ve halka
bildirmede çok dikkatliydi. Onun devrinde halk dahi ibâdet ve tâat yoluna girdi.
Meclislerinde: Bu gece ne okudun? Kur’ân-ı kerîmden kaç âyet ezberledin? Bu ay
kaç gün oruç tuttun? gibi sözler söylenmeye başlandı.
Ömer bin Abdülazîz
hazretleri dîne sokulan bid'atleri ortadan kaldırıp, unutulmuş sünnetleri
meydana çıkarmaya çalıştı.
Hadîs-i şerîfleri toplatıp,
kitap hâline getirdi. Mezhepler hakkında; “Eshâb-ı kirâmın ictihadları farklı
olmasaydı, dinde ruhsat, kolaylık olmazdı.” buyurdu. Hazret-i Ali ile ictihad
ayrılığından muharebe edenler için buyurdu ki: “Allahü teâlâ, ellerimizi bu
kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de dilimizi tutup, bulaştırmayalım!”
İmâm-ı Şâfiî hazretleri de böyle söylemiştir.
Ömer bin Abdülazîz
hazretleri Evzâî’ye yazdığı bir mektubunda; “Biliniz ki, ölümü çok hatırlayan
kimse, az bir dünyâlık ile iktifâ eder, konuştuğu kelimelerin hesâbını
vereceğini düşünen çok az konuşur, ancak lüzumlu sözleri söyler.” buyurdu. Yine
buyurdu ki: “Kendimi överim korkusu ile bir çok sözleri söylemekten kaçınırım.”
Meymûn bin Mihran anlatır:
“Ömer bin Abdülazîz’in Halîfeliğinde, yanına bir heyet gelmişti. Heyetten bir
genç nutuk söylemeye başladı. Bunun üzerine; “Sen dur, yaşlınız konuşsun.”
diyerek genci uyarmak istedi. Genç: “Ey Emir-ül-müminîn! İş yaşa göre ise,
müslümanların içinde senden daha yaşlı olanlar yok mu?” deyince; “Konuş
bakalım.” diyerek gence söz verdi. Genç; “Biz senden bir şey isteyen ve senden
korkan bir heyet değiliz. Bir şey istemiyoruz. Çünkü lütuf ve ihsânınız o kadar
çok ki, bu bize kadar ulaşmıştır. Senden korkmuyoruz. Çünkü adâletin bizi
korkmaktan emin kılmıştır.” dedi. “Siz kimsiniz?” deyince, “Teşekkür heyetiyiz.
Teşekkür edip geri dönmek için geldik.” dedi.
Ömer bin Abdülazîz
hazretlerinin yanına birisi gelerek; “Falanca kimse, sizin için şöyle, şöyle
söylüyor.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “İstersen bu işi araştıralım. Eğer yalancı
isen, Hucurât sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinin hükmüne göre; söylediğin
yanlış ise, Kalem sûresi on birinci âyet-i kerîmesinin hükmüne göre mesûl
olursun. Her iki hâlde de mesûl olursun. İstersen üçüncü hâli tercih edip, seni
affedelim ve bu meseleyi kapatalım.” dedi. Bunun üzerine o kimse tövbe edip, bir
daha böyle bir şey yapmam dedi.
Bir kimse, Ömer bin
Abdülazîz hazretlerine gelip, birinin kendisine zulmettiğini söyledi. Gelen
kimseye; “O kimseden hakkını almış olarak, Allahü teâlânın huzûruna gitmektense,
o kimsede hakkın olarak Allahü teâlânın huzûruna gitmen daha iyidir.” buyurdu.
Bir Cuma namazını
kıldırdıktan sonra, insanların arasında oturdu. Sırtındaki elbisenin iki tarafı
da yamalı idi. Birisi kendisine; “Ey müminlerin emîri! İmkânlarınız var. Daha
kıymetli elbise giyseniz olmaz mı?” dedi. Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir
müddet düşündü ve başını kaldırıp; “Varlıklı halde iken iktisad etmek ve hakkını
almaya gücü yettiği halde affetmek, hakkını helâl etmek çok makbûl ve çok
fazîletlidir” buyurdu.
Ömer bin Abdülazîz
hazretleri bir sarhoşu gördü. Onu yakalayıp cezâlandırmak istedi. Ama sarhoş,
ona hakâret etti. O da sarhoşu bıraktı. Cezâlandırmaktan vaz geçti. “Niçin, size
hakâret edince bıraktınız?” dediler. Buna cevâben; “O hakâret etmekle beni
öfkelendirdi. Eğer ona cezâ verseydim, kendim için cezâ vermiş olurdum, kendi
şahsım için bir müslümanı cezâlandıramam.” buyurdu.
Bir gün hanımına; “Bir
dirhemin var mı? Biraz üzüm alalım.” dedi. Hanımı; “Senin gibi bir Sultanın bir
dirhemi olmazsa, benim olur mu.” deyince, hanımına; “Doğru söylüyorsun ey Fâtıma!
Fakat böyle olması, Cehennem'de kızgın zincirleri boğazımda taşımaktan iyidir.”
dedi.
Ömer bin Abdülazîz
hazretleri, oğlunun bin dirheme bir yüzük taşı satın aldığını haber aldı. Hemen
bir mektup yazarak, o yüzük taşını satmasını ve bin kişinin karnını doyurmasını
emretti. Ayrıca iki dirhemlik bir yüzük kullanmasını ve yüzüğün üzerine; “Allahü
teâlâ haddini bilene merhamet eylesin.” diye yazmasını istedi.
Ömer bin Abdülazîz, Şam’da,
bir mimber üzerinde hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve senâdan sonra üç şey
söyledi. “Ey insanlar! İçinizi, kalblerinizi düzeltirseniz, zâhiriniz, dışınız
da iyi olur. Âzâlarınız, gözünüz, kulağınız, elleriniz, ayaklarınız, hayır
işler, Allahü teâlânın beğendiği şeylerle meşgûl olur. Âhiretiniz için sâlih
ameller işleyiniz. Böylece dünyânızı da korumuş olursunuz. Hazret-i Âdem’den
îtibâren, kendisine kadar bütün dedeleri ölüp gitmiş olan kimse de bir gün
ölecektir.”
Ömer bin Abdülazîz başka
birisine yazdığı mektubunda; “İmdi, sana Allahü teâlâdan korkmayı, Allahü
teâlânın sana ihsân ettiği şeylerle, âhirete hazırlanmayı tavsiye ederim. Sen
sanki ölümü tatmış, ölümden sonra olan şeyleri görür gibi amel yap. Günler ve
geceler, süratle gidiyorlar. Ömür her gün noksanlaşıyor. Ecel ise yaklaşıyor.
Kötü amellerimizden dolayı Allahü teâlâdan af ve magfiret dileriz.
Günahlarımızdan ve bu yüzden bize gazab etmesinden O’na sığınırız.”
Bir vâlisine şöyle yazdı:
“Ellerini müslümanların kanından, mideni malından, dilini ırzından uzak tut!
Böyle yaparsan sana zeval yoktur.”
“Namaz, seni yolun yarısına
getirir, oruç, tam Melik’in kapısına iletir. Sadaka da, Melik’in huzûruna
çıkarır.”
“Allahü teâlâ bir kuluna
verdiği nîmeti alıp da karşılığında sabrı nasîb ederse, nîmete mukabil verdiği
(sabır), o nîmetten daha efdaldir (kıymetlidir).”
“Ölümü çok hatırla. Eğer
geçim rahatlığı içindeysen bu sana darlık, ürperti getirecek; geçim darlığı
içindeysen genişlik, ferahlık kazandıracak.”
“Siz seferdesiniz.
Yüklerinizin bağlarını bu diyârın dışında bir yerde çözeceksiniz. Siz, üzerinden
çağlar geçmiş bir kökün dallarısınız. Kökleri yok olup gitmiş bir dalın
hayâtından ne çıkar?”
“Ey insanlar! Allahü teâlâ
mahlûkları yarattı ve onları uyuttu. Sonra onları uykularından uyandırıp,
diriltecek. Her biri ya Cennet’e, ya Cehennem’e sevk edilecek. Allah’a yemîn
ederim ki, biz eğer bu hakîkati tasdik etmiş isek, buna uygun yaşamadığımız için
ahmağız. Eğer bu gerçeği inkâr ediyor isek, o takdirde hepimiz helâkteyiz.”
“Her yolculuğun kendine has
bir azığı, hazırlığı vardır. Âhiret yolculuğu için de takvâyı azık edinin.
Allahü teâlânın vereceği nîmetleri görmüş gibi sevinin ve vereceği cezâyı, azâbı
da görmüş gibi korkunuz. Tûl-i emele kapılmayın, zîrâ tûl-i emel, bitmeyen
istek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya dalmak kalbinizi katılaştırır, düşmanınız
olan şeytanın eline düşersiniz... Dünyâya aldanmış nice insanlar gördük. Huzur
ve saâdet, ancak Allah’ın azâbından emin olanlar içindir. Neşe ve sevinç de
kıyâmetin zorluğunu anlatanlar içindir. Kıyâmet günü zengin, fakir herkesin
ameli meydana çıkar ve hesap verirken öyle bir müşkilât ile karşılaşırsınız ki,
eğer yıldızlar bununla karşılaşsa kararıp dökülür, dağlar, dayanmaz erirdi.
Cennet ve Cehennem’den başka bir yer bulunmadığını ve bunlardan birine mutlâka
gideceğinizi de biliyorsunuz. O halde ona göre hazırlanın...”
“Allah’tan korkun ve aşırı
şakadan kaçının; zîrâ aşırı şaka, kin tutmağa, kin de kötülüklere sebeb olur.”
Ömer bin Abdülazîz’in sulh,
sükûn idâresini çekemeyenler vardı. Bunlar, ehl-i bid'atten Hâricîler ve
menfaatı zedelenenlerdi. Halîfenin hayâtına kıymak için çâreler aradılar.
Nihâyet hizmetçi kölesini bin altınla kandırarak, bu mübârek zâtı zehirlettiler.
Ömer bin Abdülazîz zehirlendiğini anlayınca kölesini çağırdı. “Ben sana bir
fenâlık yapmadığım hâlde bu ihâneti bana niçin yaptın. Doğru söyle, seni
affedeyim.” deyince; köle, yaptığı bu çirkin harekete pek pişman olup, üzüldü.
Ağlayarak yerlere kapandı, yalvararak: “Yâ Emir-el-müminîn! Bana bin altın
vermek sûretiyle bu ihâneti yaptırdılar.” dedi. Halîfe altınları getirterek,
devlet hazînesine gönderdi. Köleyi affetti. Hasta hâlindeyken, kayın birâderi
Mesleme ibni Abdülmelik ziyâretine geldi. Ömer bin Abdülazîz’in üzerinde bir
gömlek vardı. Kızkardeşi Fâtıma’ya; “Emir-ül-müminînin elbisesini yıkayınız.”
dedi. Tekrar geldiğinde gömleğin yıkanmamış olduğunu görüp kardeşi Fâtıma’ya;
“Ben size gömleği yıkayınız, demedim mi?” deyince, bütün tebeasının hayat
seviyesini yükseltip, iki buçuk yıl bile sürmeyen hilâfetinin sonunda yirmi beş
yıl zekât verilecek kimse bulunamamış olmasına rağmen, aldığı cevap hayret
vericidir: O zaman kendisine; “Vallahi başka gömleği yok ki, onu giydirelim de,
bunu yıkayalım.” cevâbı verildi.
Yine yakınları;
“Beytülmâldan âilene bir şeyler vasiyet et, senden sonra onlar sıkıntıya
düşmemeli.” dediler. Cevâbı akıllara durgunluk verecek ve tüyleri ürpertecek
kadar müthiş oldu: “Çocuklarım şu iki tip insanlardan birisi olacaktır: İyi,
sâlih insan veya kötü şerîr insan. Sâlih insan olurlarsa, Kur’ân-ı kerîmin A’raf
sûresi, yüz doksan altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Müşriklere de
ki; size karşı benim yardımcım, Kur’ân-ı kerîmi indiren Allah’tır ve O bütün
sâlihlere de yardımcıdır.” buyurulan âyeti yetişir. Kötü insan olurlarsa, o
takdirde ben onları, günah işlemeleri için güçlendiremem. Çocuklarına dönerek:
“Evlatlarım! İki ihtimâl var. Ya sizi zengin edeceğim; o takdirde babanız
Cehennem’i boylayacak. Yâhut da fakir kalacaksınız; babanız Cennet’e gidecek.
Babanızın Cennet’e girmesi şartıyla fakir kalmayı yâhud da, onun Cehennem’i
boylaması şartıyla zengin olmayı tercih edin. Şimdi yanımdan ayrılın ve benden
sonra sakın beytülmâl mesûllerini tâciz etmeyin. Şunu iyi bilin ki, size
verilmesini vasiyet ettiğim para mikdârı sadece yirmi bir dinârdır.”
Ömer bin Abdülazîz
hazretlerinin hastalığı ağırlaşınca tabib çağırdılar. Tabib; “Bu zehir içmiştir.
Hayâtı hakkında teminât veremem.” dedi. Halîfe; “Sâde bana değil, zehir içmemiş
olanların hayatı hakkında da teminat verme!” buyurdu. Tabib; “Zehir içtiğinin
farkında mısın?” dedi. Halîfe; “Evet, mîdeme inince anladım.” buyurdu. Tabib;
“Tedâviye hemen başlıyalım.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “Hayır. İlacı, kulağımın
arkasında olsa uzanıp onu almam. Rabbime kavuşmam, benim için daha güzeldir.”
buyurdu. Ölüm döşeğinde, bir ara ağlamaya başladı. “Niçin ağlıyorsun. Allahü
teâlânın yardımı ile nice sünnetleri ihyâ ettin. Adâletin ise çok yüksekti.”
dediler. Bunlara cevâben buyurdu ki: “Ben, Allahü teâlânın huzûruna bütün
milletin hesâbını vermek üzere çıkacak değil miyim? Herkese âdil olarak
davranabildiğimden emin değilim. Yaptığım kusurlar da ayrı. Tabiî ki ben bundan
dolayı korkuyorum ve ağlıyorum.” Bir ara; “Beni oturtun.” buyurdu. Oturttular.
“Allah’ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusur ettim. Yanlış
işleri yapmaktan beni nehyettin. Ben ise isyân ettim.” diye üç defa söyledi.
Sonra da:
“Lâ ilâhe illallah. İbâdete
lâyık olan ancak Allahü teâlâdır” dedi ve başını göklere çevirip dikkatle baktı
ve; “Ben öyle kimseleri görüyorum ki onlar ne insan ne de cindir.” dedi ve biraz
sonra rûhunu teslim etti.
Vefât edince, zamânın
âlimleri tâziyede bulunmak için hanımının yanına gittiler. Halîfenin vefâtıyla
müslümanların büyük kayba uğradığını ve bu sebeple üzüntülerinin çok fazla
olduğunu bildirdiler ve hanımına; “Ömer bin Abdülazîz hazretleri hakkında bize
mâlumât ver. Çünkü onu en fazla tanıyan sizsiniz.” dediler. O mübârek hâtun
şöyle anlattı: “O da sizin gibi ibâdet ederdi. Lâkin bir hususiyeti vardı. O da,
Allah korkusunun çok fazla olmasıydı. Öyle ki, Allah korkusundan onun kadar
titreyen birini daha görmedim. O her şeyini, insanlara hizmette harcadı. Halkın
ihtiyaçlarını karşılamak, sıkıntılarını gidermek için bütün gün vazîfesi başında
kalırdı. Akşam olduğu halde, bâzı kimselerin işleri bitmezse, gece de devam
ederdi. Eve girince, kendini namazgâhına atar, durmadan ağlardı. Gözleri
şişerdi. Sonra baygın düşerdi. Her geceki hâli buydu. Bir gece, halkın
ihtiyaçlarını, işlerini bitirdi. Sonra kendi şahsî malından olan kandili istedi.
Sonra iki rekat namaz kıldı. Namazdan sonra elini çenesine dayayıp tefekküre
daldı. Göz yaşları yanaklarından akıyordu. Sabaha kadar bu şekilde ağladı. Şafak
sökünce oruca niyet etti. Kendisine; “Ey müminlerin emîri! Sizde bir hâl var.
Sizi bu geceki gibi hiç görmemiştim.” dedim. Bana; “Ben düşünüyorum ki, bu
milletin beyazına siyahına halîfe oldum. Fakir, garib, kanâatkâr kendi hâlindeki
biçâreleri, muhtaçları, zorla tutulan esirleri, memleketin dört köşesindeki nice
dertli ve kederlileri düşünüyorum ve anlıyorum ki, Allahü teâlâ onların hepsinin
hesâbını benden soracak ve Muhammed aleyhisselâm da onların lehine ve benim
aleyhime şâhidlik yapacak. Bu hâlde olan birinin sonunun ne olacağını
düşünüyorum ve çok korkuyorum.” cevâbını verdi.
Ömer bin Abdülazîz
hazretlerinin vefâtından sonra Halîfe Zeyd ibni Melik, Fâtıma binti
Abdülmelik’in beytülmaldeki ziynet ve mücevherlerini iâde etmek isteyince,
Fâtıma; “Vallahi kabûl etmem. Ben Ömer’e sağlığında itâat edip de, vefâtından
sonra isyân etmem.” diyerek sadâkatini ifâde etti.
Ömer bin Abdülazîz’in
vefâtına bütün tebeası üzüldü. Cenâzesi arkasında ağlayan bir râhibe; “Bu kimse
senin dîninde değildi. Neden ağlıyorsun?” diye sordular. “Ben şunun için
ağlıyorum: Yeryüzünde bir güneş vardı. Şimdi battı...” cevâbını verdi.
Mus’ab bin A'yun anlatır:
“Ömer bin Abdülazîz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Koyunlar ile kurtlar
birlikte dolaşırlardı. Bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. İçimden “Şu
âdil halîfe ölmüş olmalı.” dedim. Araştırıldı. Ömer bin Abdülazîz’in o gece
vefât ettiği anlaşıldı.” Vefâtını cinniler de haber verdi.
Ömer bin Abdülazîz’in
vefâtıyla ilgili, şâirler mersiyeler söyliyerek onun kıymetini dile getirdiler.
O, büyük bir güneşti,
doğmaz, gayri bir daha
Mâtemini tutarak saçamaz
nûr ve ziyâ.
Sarardı güneş artık,
karardı cihan bile.
Yûnus bin Ebû Şebib; “Ömer
bin Abdülazîz hazretlerini, halîfeliğinden önce gördüm. Etli ve gürbüz bir
kimseydi. Halîfe olduktan sonra da gördüm. Öyle zayıflamıştı ki uzaklardan
kaburga kemiklerini saymak mümkündü.” dedi.
Ömer bin Abdülazîz, Ehl-i
Beyt’e çok hürmet, izzet ve ikrâmda bulunduğundan, hazret-i Ali’nin torunu
Fâtıma binti Hüseyin; “Ömer bin Abdülazîz kalsaydı biz bir şeye muhtaç
olmazdık.” buyurdu.
Büyük velî ve âlimlerden
Süfyân-ı Sevrî hazretleri ve İmâm-ı Şâfiî hazretleri; “Halîfeler beştir; Ebû
Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer bin Abdülazîz’dir.” buyurdular.
Fıkıh âlimlerinden Meymûn
bin Mihrân, Ömer bin Abdülazîz hakkında: “Âlimler, Ömer bin Abdülazîz’in yanında
talebeydi.” buyurdu. Hocası meşhûr fıkıh âlimlerinden Mücâhid; “Biz, Ömer bin
Abdülazîz’e öğretmek için geldik. Halbuki dâimâ ondan öğrenir olduk.” buyurdu.
Mâlik bin Dinâr buyurdu:
“Dili dönen, zâhidim deyip duruyor. Zâhid, Ömer bin Abdülazîz gibi olur. Dünyâ
onun ayağına geldiği halde hepsini reddeder.”
Anadolu'da yetişen meşhûr
velîlerden Pîr Ali Aksarâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Eğer İbrâhim Edhem bu fakîrin zamânında olsaydı, ona saltanatı terk etmesi için
izin vermezdim. Onu kemâle erdirince hem dünyâ hem de âhiret sultânı olurdu."
ve; "Sâdık mürîdin dünyâ saltanatını terk etmesi lâzım değildir
Tâbiînin büyük fıkıh
âlimlerinden ve velî Sâlim bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) dedesi
hazret-i Ömer'in hâlini anlatırken, Resûlullah efendimizden ve Asr-ı saâdetten
de kıymetli haberler vermektedir: "Hazret-i Ömer devlet başkanı seçildiğinde,
hazret-i Ebû Bekir'e tâyin edilen maaş kadar ücret almaya başladı. Bu şekilde
devam ederken, bir defâsında sıkıntıya düştü. Muhâcirlerden bir grup, toplanıp
bu mevzuyu görüştüler. Zübeyr bin Avvam, hazret-i Ömer'e söylesek de maaşını
biraz artırsak, buyurdu. Hazret-i Ali, ümid ederiz ki kabûl eder deyip, haydi
gidelim buyurunca kalktılar. Hazret-i Osman; "Hazret-i Ömer'in hak ve adâlette
ne kadar sert olduğunu biliyorsunuz. Bu isteğimizi kendisini kırmayacağı
birisine söyletelim. Kızı Hafsa'ya (r.anhâ) gidip, bu meseleyi anlatalım. Bizim
ismimizi vermeden, arzumuzu ona bildirsin" buyurdu. Kabûl ettiler ve doğru
hazret-i Hafsa'nın yanına gittiler. Ona durumu anlattılar ve bunu kabûl etmeden
hazret-i Ömer'e kimsenin ismini söylememesini de tenbih ettiler. Sonra da dışarı
çıktılar. Bunun üzerine Hafsa (r.anhâ), hazret-i Ömer'in yanına gitti. Durumu
anlattı. Hazret-i Ömer celâllenip, "Kimdi onlar?" diye suâl etti. Hazret-i Hafsa,
"Fikrini öğrenmeden kim olduklarını söylemem" dedi. Hazret-i Ömer; "Eğer kim
olduklarını bilseydim, iyice döverdim. Ama, duâ etsinler ki, arada sen varsın.
Peki Hafsa, Allah aşkına söyle, Resûlullah efendimiz senin evinde kalırken
giydiği en kıymetli elbise neydi? " Hafsa (r.anhâ); "İki tane renkli elbisesi
vardı. Elçileri onlarla karşılar, Cumâ hutbelerini onlarla okurdu" dedi.
Hazret-i Ömer; "Peki yediği en iyi yemek neydi?" diye sorunca, kızı; "Bizim
yediğimiz ekmek, arpa ekmeğiydi. O sıcakken, yağ kabının altına koyardık. Ekmek
yumuşar ve yağlanırdı. Onu yerdik ve güzel bulduğumuz için başkalarına da ikrâm
ederdik" diye cevap verdi. Hazret-i Ömer tekrar; "Senin yanında kaldığı
zamanlarda kullandığı en geniş, rahat yaygı neydi?" diye sordu. Hazret-i Hafsa;
"Kaba kumaştan yapılma bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar ve altımıza
yayardık. Kış gelince de yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik"
diye cevap verince, halîfe; "Yâ Hafsa! Benim tarafımdan onlara söyle. Resûlullah
efendimiz kendine yetecek miktarı tespit eder, fazlasını ihtiyaç sahiplerine
verir ve kalanla iktifâ ederdi. Vallahi ben de kendime yetecek kadarını tesbit
ettim. Artanı ihtiyaç sâhiplerine vereceğim ve bununla iktifâ edeceğim.
Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekir ve ben bir yol takip eden üç kişi
gibiyiz. Onlardan ilki nasîbini aldı ve yolun sonuna vardı. Diğeri de aynı yolu
takip etti ve O'na kavuştu. Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer o da öncekilerin
gittikleri yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve onlarla
beraber olur. Eğer, öncekilerin gittikleri yoldan başka bir yol takip ederse,
onlarla buluşamaz" buyurdu."
Yine hazret-i Ömer'in şöyle
buyurduğunu rivâyet eder; "Vallahi biz dünyâ zevklerine rağbet etmeyiz. İstesek
bir hayvan kestirir, ekmek ve kuru üzümden şıra yaptırır yer, içeriz. Fakat, biz
bu nîmet ve güzellikleri öbür dünyâya bırakmak istiyoruz. Çünkü Allahü teâlâ
meâlen şöyle buyuruyor: (Kâfir olanlara, ateşe arz edecekleri gün şöyle denir)
"Siz dünyâ hayatında bütün zevklerinizi yaşayıp bitirdiniz ve bunlarla sefâ
sürdünüz. Artık bugün hakâret azâbı ile cezâlanacaksınız, çünkü yeyüzünde haksız
yere kibir taslıyor, bir de dinden çıkıyordunuz (fâsıklık ediyordunuz)" (Ahkâf
sûresi: 20)
Ömer bin Abdülazîz
hazretlerinin, Sâlim bin Abdullah hazretlerine yazdığı bir mektubta şöyle
buyuruyor: "Müminlerin emîri Ömer bin Abdülazîz'den, Sâlim bin Abdullah'a! Sana
selâm ederim. Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamd ederim.
İsteklisi olmadığım halde, bu ümmetin halîfeliği bana verildi (halîfe oldum).
Allahü teâlâ böyle takdir etmiş. Yüklendiğim bu vazifede beni muvaffak
kılmasını, insanları söz dinler ve itâatkâr eylemesini, yardımcı kılmasını,
benim onlara karşı merhamet ve adâletle muamele etmemi nasîb eylemesini, Allahü
teâlâdan dilerim. Bu mektûbum sana ulaşınca, bana Ömer bin Hattâb'ın çeşitli
kimselere gönderdiği mektublarını, onun hayâtı ve yaşayışı ile alâkalı
bilgileri, vermiş olduğu hükümleri hemen gönder. Çünkü ben onun izindeyim. Onun
hayâtını ve yaşayışını kendime örnek alıyorum. Allahü teâlâ bu yolda bizi
muvaffak eylesin. Vesselâm."
Tâbiînin büyük âlim ve
evliyâsından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Medîne
vâlisinin yanına gitti. Vâli; "Bana nasîhat et" dedi. Ebû Hâzım hazretleri şöyle
buyurdu. "Kapına gelenlere bak. Eğer, iyi insanları yaklaştırırsan, kötüler
yaklaşmaz. Kötüleri yaklaştırırsan, iyiler gelmez."
Süleyman bin Abdülmelik, Ebû
Hâzım hazretlerine dedi ki: "Keşke, yarın huzûr-i ilâhîde durumumun nasıl
olacağını bilseydim. "Ebû Hâzım şöyle dedi: "İyi kimsenin durumu, ehlinden
(âilesinden) uzun zaman ayrılıp, sonra onlarla buluşturulan gâib kimse gibidir.
Kötü kimsenin durumu, kaçıp da, sonra yakalanıp efendisine teslim edilen
kimsenin durumu gibidir." O zaman Süleyman bin Abdülmelik çok ağladı.
Süleyman bin Abdülmelik yine
sordu. "Allahü teâlânın rahmeti nerededir?" Ebû Hâzım; "Allahü teâlânın rahmeti
muhsinlere (iyi kimselere) yakındır" buyurdu. Tekrar; "Bizim durumumuz nasıl iyi
olacak?" diye sordu. Cevâbında; "Kibri terk eder, mürüvvete (insâniyet-vakar)
yapışırsınız."
En âdil şey nedir? sorusuna;
"Kişinin kendi nefsine güvenip, korktuğu kimsenin yanında doğruyu söylemesidir."
En çabuk kabûl olan duâ
hangisidir? sorusuna; "İyi bir kimsenin, iyi olan kimselere duâsıdır."
İnsanların en akıllısı
kimdir? sorusuna; "Allahü teâlâya itâate muvaffak olup ve onunla amel edip,
insanların da bunu yapmasına rehberlik eden kimsedir." buyurdu.
Süleyman bin Abdülmelik duâ
isteyince, şöyle duâ etti:
"Ey Allah'ım! Süleyman eğer
senin velî kullarından ise, ona dünyâ ve âhiretin hayırlarını ver. Eğer senin
düşmanlarından ise, râzı olduğun şeyleri ona nasîb eyle."
Ebû Hâzım daha sonra şöyle
söyledi; "Eğer ehli isen, çok açıklama yaptım. Eğer ehli değilsen, neye yarar?"
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr
külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Timûr Hân Semerkand'a
yerleşince, Buhârâ'ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Emîr Külâl hazretlerine
haber gönderip, bizim Buhârâ'ya gelmemize müsâade ederler mi? Şâyet izin
verilmezse, kendilerinin Semerkand'ı teşrîf etmelerini arzu ediyoruz, nasıl
buyururlarsa öyle yapalım." dedi. Timûr Hânın bu arzusu üzerine, Emîr Külâl
hazretleri ne gelmesini, ne gitmeyi kabûl edemeyeceğini ve kendilerine duâ
etmekte olduğunu söyledi. Bunları bildirmek ve Timûr Hânla görüşmek üzere, oğlu
Emîr Ömer'i vazifelendirdi. Oğlunu gönderirken şöyle dedi: "Ey oğlum! Emîr
Timûr'a söyle! Eğer Allahü teâlânın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa,
takvâdan ve adâletten aslâ ayrılmasın. Bunları kendisine şiâr edinsin ki,
kıyâmet günü kurtulabilsin! Yine talebelerimizle her zaman ona duâ ettiğimizi
söyle. Eğer dünyâya meylederse, bu durumların faydasına kavuşamaz." Emîr Külâl
hazretlerinin oğlu Emîr Ömer, Semerkand'a gidip, Timûr Hân ile görüştü.
Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da, Buhârâ'ya
dönmek üzere Timûr Han'dan müsâade istedi. Ayrılırken, Timûr Han ona; "Buhârâ ve
çevresini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabûl edin." dedi. Emîr Ömer; "Buna
izin yok." dedi. Bunun üzerine Timûr Hân; "Öyleyse Buhârâ şehrini Emîr Külâl
hazretlerine bağışlayayım." deyince, Emîr Ömer yine; "Buna izin yok." dedi.
Timûr Han; "Hiç olmazsa, Buhârâ yakınında ikâmet etmekte olduğunuz köyü size
bağışlıyayım." diyerek, çok temennide bulundu. Emîr Ömer şöyle dedi: "Babamdan
şu sözleri işittim: Sizin için; "Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir
yer kazanmak istiyorsa, takvâdan ve adâletten ayrılmasın. Kıyâmet günü Allahü
teâlânın rahmetine kavuşmak bununla olur." buyurdu.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Seyyid Velâyet (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak nakledilir ki: Sultan İkinci Bâyezîd Hân, ömrünün sonuna yakın;
"Yerime, en lâyık olan Yavuz Sultan Selim’dir. Sağlığımdayken saltanat
vazifesini ona vereyim" diye, onu İstanbul’a dâvet etti. Ancak Şehzâde Sultan
Ahmed’in sevenlerinin ısrâr etmesi üzerine, İkinci Bâyezîd tereddüde düştü.
Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, sâlih ve âlim zâtlardan yardım ve duâ istedi.
Bu sırada Seyyid Velâyet ile de görüşmek istedi. Fakat Seyyid Velâyet onunla
görüşmeyi kabûl etmedi. Şehzâde Yavuz Sultan Selim’in ısrârı üzerine görüştü.
Yavuz Sultan Selim, Seyyid Velâyet hazretlerinden duâ istedi ve pâdişâh olup,
olamıyacağını sordu. Seyyid Velâyet bir müddet cevap vermedi. Sonra; "Üzülmene
lüzûm yok. Saltanat yakında sana nasîb olacaktır. Ancak, pek uzun sürmeyecektir"
buyurdu. Dediği gibi olup, Yavuz Sultan Selim’in pâdişâhlığı sekiz yıl sürdü.
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) kâdılığı sırasında Mısır'da, vezîr Fahreddîn Osman, câminin yanına
davul çalınacak bir yer inşâ edilmesini emretti. Bunu haber alan İzzeddîn bin
Abdüsselâm, oranın inşâsını durdurdu. Buna râzı olmayan vezîr, derhâl İzzeddîn
bin Abdüsselâmı görevinden azletti. Sultânın ağzından halîfe Mu'tasım'a bu
durumu anlatan bir mektup yazıp gönderdi. Halîfe Mu'tasım, mektubu getirene;
"Bunu sana sultan mı verdi?" diye sorunca, o da; "Hayır, vezîr Fahreddîn verdi."
dedi. Bunun üzerine halîfe; "İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın söylediği doğrudur.
Hemen o câminin yanındaki davul çalınacak yeri iptâl edin." dedi. Halîfenin emri
üzerine, oraya davulhâne yapılmadı. Daha sonra Sultan Sâlih, Kâhire'de Kasreyn
ile Ma'rûf arasında olan bir yere Selâhiyye Medresesini inşâ ettirdi ve İzzeddîn
bin Abdüsselâm'ı oraya Şâfiî mezhebi fıkıh kürsüsüne müderris tâyin etti. Burada
bir çok kimseye fıkıh bilgilerini öğretti. İzzeddîn bin Abdüsselâm, Mısır'a
gelmeden önce, fıkhî konularda fetvâları sâdece Abdülazîm Münzirî verirdi.
İzzeddîn bin Abdüsselâm, Mısır'a gelince, Abdülazîm Münzirî fetvâ vermedi.
Kendisinden fetvâ istiyenleri, İzzeddîn bin Abdüsselâm'a gönderdi.
Osmanlı âlimlerinden Şâh
Muhammed Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlim, fazîletli, ilmiyle amel
eden, güzel ahlâk sâhibi bir zât idi. Geniş ilim ve irfân sâhibi, açık sözlü
olup, hakîkati söylemekten çekinmezdi. Asrında, onun ilmî üstünlüğünü herkes
kabûl ederdi. Fazîleti ve şöhreti her tarafta duyuldu.
Nakledilir ki; Çivizâde,
1545 senesinde Rumeli kadıaskeri olunca, Şâh Muhammed Çelebi'nin Sirâciyye
Medresesine tâyin edilmesi için pâdişâha arz edip, onun iyiliğinden bahsederken;
“Bu hakîrin mülâzimi olmasından başka hiçbir aybı yoktur.” dedi. Bunun üzerine
pâdişâh, Çivizâde’ye iltifât edip; “Efendi! Yalnız sizin talebeniz olması ona
şeref olarak yeter.” dedi. Çivizâde bunun üzerine; “Saâdetli pâdişâhım, iki
mülâzimim vardır. Biri Şâh Muhammed Çelebi, diğeri de Kınalızâde Ali Çelebi’dir.
İki gözüm gibidirler. İkisinin birbirinden farkı yoktur” dedi.
Kânûnî Sultan Süleymân,
Nahcivân seferine çıkacağı zaman, Mihrimah Sultan Medresesine Bağdâdîzâde Hasan
Çelebi’nin müderris tâyin olunacağı arz edilince, kabûl etmeyip; “Bu medrese,
Şâh Muhammed Çelebi’nin yeridir. Başkasına verilirse kapatır veya dergâh hâline
getiririz” dedi ve Şâh Muhammed Çelebi’ye iltifât etti. Şâh Muhammed Çelebi, bu
medresede ilim öğretip Kur’ân-ı kerîmin hakîkatlerini anlatmaya çalıştı.
Anadolu velîlerinden Şeyh
Muhammed Aynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri üstün haller sâhibibiydi.
O devrin paşalarından Kenan Paşa, Şeyh Muhammed Aynî hazretlerini ziyâret
maksadıyla Siirt'e oradan da Aynî köyüne gitmişti. Askerleriyle birlikte Aynî
köyüne varınca, câminin avlusunda bir hasır üzerine oturdu. Paşa için yemek
hazırlamak istediler. Şeyh hazretleri; "Bu hususta tekellüfe girmeyiniz,
kendinizi zorlamayınız." dedi. Evinde arpa unundan yapılmış iki yufka ve iki gün
önce pişirilmiş et yemeği vardı. Bunları yedirmek bizim için ar olur dedilerse
de, Şeyh hazretleri; "Bunlar yemek olarak kâfidir. Mevcud olan bunlardır.
Bunları ikrâm etmekte bir mahzur yoktur." dedi. Sonra kendisi Kenan Paşanın
yanına gitti. Paşa onu görünce ayağa kalkıp hürmetle elini öptü ve duâ istedi.
Sofrayı getirmelerini söyleyince, Paşanın önüne iki yufkayı ve et yemeğini
koydular. Bunları yedi. Sonra kalkıp Şeyh Muhammed Aynî hazretlerinin elini
tekrar öptü. Teşekkür ederek müsâde isteyip ayrıldı. Dönerken yolda adamlarından
biri, Şeyh'in huzûrunda ne yemeği yediğini sorunca; "Arpa ekmeği ve bayat et
yemeği yedim. Yemin ederim ki ömrümde böyle lezzetli yemek yemedim." dedi.
Gaziantep velîlerinden
Şeyh Saçaklı (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında Maraş
Müftülüğü boşaldı. Bu görev Şeyh Saçaklı'ya teklif edildi. Düşünmek üzere birkaç
gün müddet istedi. Mühlet sonunda bu teklifi kabûl etmedi ve sebebini şöyle
anlattı: "Pınar başına gittim. Akan suya danıştım. Bana dedi ki: "Kaynaktan
çıktığım zaman herkes beni içiyor, iğrenmeden kullanıyor. Fakat şehre girip
çıktıktan sonra kirleniyorum. Kimse bana el sürmez oluyor. Müftü olursan sen de
bana dönersin." dedi. Bu sebeple ben de müftü olursam şehirde herkesle temas
edeceğim, âkibetim suya dönecek."
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Cüneyd-i Bağdâdî çok
sever, ziyâde önem verirdi. Onun için: "Her kavmin bir tâcı vardır. Bu kavmin
tâcı da Şiblî'dir. Ebû Bekr-i Şiblî'ye, birbirinize baktığınız gözle bakmayın. O
müstesnâ bir kimsedir." buyururdu.
Tasavvufa girmesi, bu yolu
seçmesine sebep olan hâdise şöyle anlatılır: Devamend emîri iken, Rey emîri ile
Bağdât'tan kendisine bir mektup geldi. Bunun üzerine hemen Bağdât'a halîfenin
yanına gitti. Halîfe kendisine hil'atlar verdi. Geri döndükten sonra bir gün,
aksırdıktan sonra halîfenin verdiği hil'atın kolu ile ağzını ve burnunu sildi.
Bu durum derhal halîfeye bildirildiğinde, o da hil'atın çıkarılması ve
emirlikten azledilmesi emrini verdi. Bunun üzerine Ebû Bekr-i Şiblî kendi
kendine; "Bir kulun hil'atını ve elbisesini mendil yerine kullanan bir kimse,
eğer bu görevden alınırsa, acaba âlemlerin pâdişâhı olan Allahü teâlânın
hil'atını mendil olarak kullanan kimse hangi muâmeleye müstehak olur." diye
düşündü. Hemen halîfenin huzûruna varıp hiçbir vazife verilmemesini istedi.
Halîfe sebebini sorunca; "Ey halîfe! Sen bir kul olduğun halde, kıymeti önemsiz
olan bir hil'ata yapılan saygısızlığı hoş karşılamazken, âlemlerin sultânı olan
Allahü teâlâ, ihsân ettiği mârifet ve muhabbet hil'atını, bir mahlûkun
hizmetinde mendil olarak kullanmamı hiç hoş karşılar mı?" dedi.
Halîfenin huzûrundan
ayrılıp, zamanın büyük âlimlerinden olan Hayrünnessâc hazretlerine giderek, onun
talebesi olmak istedi. Hayrünnessâc hazretleri; "Ey Şiblî! Sen, Cüneyd-i
Bağdadî'nin yakınlarındansın. Senin nasîbin ondadır." diyerek Cüneyd-i Bağdâdî
hazretlerine gönderdi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri önce; "Git, çıra sat!"
buyurdu. Bunun üzerine, bir sene çıra satıp tekrar huzûrlarına çıktıklarında;
"Daha düşüncelerinde dünyâya muhabbet var." buyurarak başka bir iş verdiler. Bir
sene sonra tekrar huzurlarına çıktığında; "Bir sene de burada hizmet et!"
buyurdular. Bu hizmetten sonra hocası; "Şimdi hâlin nasıldır?" diye sordu. Şiblî
hazretleri; "Artık kendimi insanlardan üstün tutmuyorum." dedi. Bunun üzerine
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; "İşte şimdi kendini kurtardın." buyurdu. Sonra
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin derslerine devâm ederek, onun gözde
talebelerinden oldu. Tasavvufta yüksek mertebelere kavuştu. Cüneyd-i Bağdâdî
hazretlerinden sonra onun yerine geçip, yüzlerce talebe yetiştirdi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ve Sultan Abdülmecîd Hân
zamânında, Müküs kaymakamı Derviş Bey, kaymakamlıktan çıkarılmış, ayrıca
yakalandığında hapse atılması emredilmişti. Bu yüzden Derviş Bey, gece gündüz
saklanıyor dışarı çıkamıyordu. Sonunda Derviş Beyin hatırına, Arvas'ta Seyyid
Fehîm hazretleri geldi. Hemen huzûruna gidip, tövbe ettiğini, vazifesine yeniden
iâde edilmesini ve affedilmesi için Şark bölgesinin askerî idâre âmiri olan
Erzincan müşîrine şefâatçı olmasını istedi. Seyyid Fehîm hazretleri kendisine
sığınan kaymakama; "Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, seyyidimiz ve
mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim meselelere karışmam doğru olmaz. Seni bir
mektupla ona göndereyim. İnşâallah tesirini muhakkak görürsünüz." diye müjde
verdi. Kaymakam Derviş Bey, Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna varınca, takdim
olunan mektubu okudu. Sonra, Seyyid Tâhâ, hemen Erzincan Müşîrine şu meâlde bir
emirnâme yazdı: "Derviş Beyi sana gönderiyorum. İşini mutlakâ yap. Senin de bana
bir işin düşerse yaparım vesselâm." Mektubu Derviş Beye verdi. Derviş Bey
mektubu okudu, tatmin olmadı. Fakat; "Bundan başka çâre yoktur." deyip,
Erzincan'a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan'a ulaştı; "Şimdi bir otele ineyim,
yarın Müşîrle görüşürüm." deyip, bir otele gitti. Hemen karşısında polisleri
gördü. Meğer bütün otellerin kapısındaki polisler, Derviş Beyi bekliyormuş.
İsmini sordular. Derviş olduğunu anlayınca, hürmet gösterip; "Hemen Müşîr Beye
gidelim." dediler. Derviş Bey; "Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim." dediyse
de, polisler; "Bize verilen emir ve tâlimat şudur: "Müküs'lü Derviş Bey hangi
saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın." Derviş Beyi hemen
götürüp, Müşîre haber verdiler. Müşîr derhal kalkıp, Derviş Beyin boynuna
sarıldı ve; "Bu sekizinci gecedir. Hazret-i Seyyid Tâhâ bir an bile uyku ve
istirahatime müsâade buyurmadılar; "Derviş Beyi gönderiyorum, işini mutlakâ yap,
serbest olsun, aksi takdirde helâk olursun." buyuruyor." dedi. Hemen telgrafla
Derviş Beyin tahliye edilmesini, affedildiğini, vazifesine iâde edildiğini
bildirdi. Serbest olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşünde teşekkür
için Nehrî'ye Seyyid Tâhâ hazretlerine gidip, elini öptü; "Sizin yolunuza girip
talebeniz olmak istiyorum." deyince, Seyyid hazretleri; "Arvas'a git, Seyyid
Fehîm Efendi, yapacağın vazifeyi söylesin." buyurdu.
Tâbiînden, meşhûr hadîs
âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) Halîfe
hazret-i Ömer bin Abdülazîz’e bir nasîhat mektubunda; “Kendi amelinin hayırlı
olmasını istiyorsan, halkın işlerini de hayırlı insanlara yaptır” buyurdu. Ömer
bin Abdülazîz bunu okuyunca, “Bu nasîhat bana kâfidir” demiştir.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün rüyâsında şöyle
denildi: "İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak." Bunun üzerine
bu iş, sultanları ve emîrleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamânın
sultânı ile görüşmek üzere Semerkand'a gitti. Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsıruddîn
Etrârî de yanında bulunuyordu. O, şöyle anlattı: "O zaman Semerkand'da Mirzâ
Abdullah sultan idi. Semerkand'a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah'ın beylerinden
biri, Hâce Ubeydullah hazretlerini karşıladı. Hâce hazretleri ona dedi ki:
"Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ'nız ile görüşmektir."
Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle cevap verdi: "Bizim Mirzâ'mız, pervâsız
bir gençtir. Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem
dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir?" Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri bu sözden gadaba gelip; "Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir. Ben
buraya kendi kendime gelmedim. Sizin Mirzâ'nız eğer pervâsız ise, onu değiştirip
yerine pervâlı olan birini getirirler!" buyurdu. Bunun üzerine karşılamaya gelen
o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun ismini
mürekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi. "Bizim işimiz,
o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!" dedi. O gün Taşkend'e
döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti. Bir
ay sonra da, Türkistan'da Mirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ Abdullah'ı öldürüp,
mülküne el koydu. Yerine sultan oldu."
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) dâimâ ibâdetle
meşgûl olur, inzivâ hâli yaşar, devlet adamlarıyla görüşmek istemezdi. 1711
senesi Vezîriâzam olan Baltacı Mehmed Paşa bir müddet sonra Moskova seferine
tâyin edilmişti. Sefere çıkmazdan önce duâ için nice kere Şeyh Ünsî Efendiyi
dâvet etti. Ünsî Efendi özürler bildirip, dâvetine gitmedi. Vezir Mehmed Paşa;
"O halde biz onun yanına gideriz. Gece kapısı açık olsun." diye haber gönderdi.
O gece tebdîl-i kıyâfet edip yatsıdan sonra dergâha geldi. Vezir tevâzu gösterip
Ünsî Hasan Efendinin ellerinden öptü. Huzûrunda edeb ile oturdu. Sonra da;
"Efendim! Benim babam da Halvetî tarîkatının önde gelen büyüklerindendir. Bana
duâ ediniz. Kerem ve himmet ediniz. Ömrümde sefer nedir, asker idâresi ve sevki
nedir bilmem. Sizin duâ ve yardımlarınıza muhtâcım. Yoksa ben bu işin ehli ve
erbâbı değilim. Bu işin hakkından dahi gelemem." dedi. Bunun üzerine Ünsî Hasan
Efendi ona; "Moskof kâfirlerinin mağlub olacağını, aman dileyeceğini, hor ve
hakîr olacağını, sulh isteyeceğini, başından sonuna olacak şeyleri açıkça
bildirdi. Baltacı Mehmed Paşa üç saat kadar orada kalıp, sonra edeb ile ayrıldı.
Ertesi gün evde bulunan hanımlar, Hasan Efendinin vezîriâzama olan sözlerini
etrâfa söylediler. Hakîkaten bir zaman sonra dedikleri meydana çıktı.
İstanbul'daki meşhûr
velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini Sultan
İkinci Bâyezîd-i Velî, çok sever ve üstün tutardı. Kızını evlendirirken, nikâhı
teberrüken Vefâ hazretlerinin yapmasını ve onun huzûrunda olmasını istedi. Vefâ
hazretlerine kırk bin akçe göndererek durumu arzetmişti. Fakat Vefâ hazretleri
bu hediyeyi kabûl etmedi ve; "Muhyiddîn Konevî Efendi vardır. Fakirdir, bu
parayı ona verirsiniz. Bereketli bir zâttır. Onu getiriniz, bu işi o yapsın."
buyurdu. Bunun üzerine o zâtı getirip, nikâhı kıydırdılar.
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir gün
Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı. Yolda atının yularını bir
papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size bir suâlim var. Bu müşkül
işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin cevâbı acabâ dîninizde var mıdır? Her sene
yeni defter tutulmayıp, gidiyor. Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i
müslimden devletçe haraç isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde
var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir
gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç
geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar
affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi
şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar.
Bunu ben size soruyorum. İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu
Sultan Süleymân Hana arzedin, haber verin, sorun?” dedi.
Bunları işiten Yahyâ Efendi
celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan önce hemen kalem
kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han!
Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki
böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri
bir kâfir ilzâm ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da
sevdiği birine bu mektubu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kânûnî’nin eline
ulaştığında, Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü
kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini
bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı.
Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi
gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu beyân edip
açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu?
Kime zulmeyledim?” diye sordu.
O zaman Yahyâ Efendi
hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin
yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar.
Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin,
giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi.
Hayretler içinde kalan
Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu söylediklerinizden zerrece haberim
yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın
huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar.
Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur. Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın.
Yakanı kâfirin eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın.
Cihân pâdişâhının kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu
mudur îmân gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahü teâlânın
rızâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Resûlullah
efendimiz hiç rızâ gösterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle
işlerini görmezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihân
pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır. Bu apaçık bir iştir.
Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu.
Kânûnî Sultan Süleymân Han
bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker
sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun.
Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm
yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim
doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple
Allahü teâlâ senden râzı olsun. Suç bizdeymiş.” dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey
cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü teâlâ affetsin. Bir daha gaflette kalıp
zulüm etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî ona;
“Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman
Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi çıkabilirsin.” buyurdu.
Bir gün cihân pâdişâhı
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi
ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize
Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak.
Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi
eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp
Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler
içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti
ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ
Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz
de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip;
“Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?”
deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.”
dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese,
bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı
göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir.
Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat
etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî
bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da
arttı.
Evliyânın büyüklerinden
Yûsuf bin Abdullah el-Gürânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak, şöyle anlatılır: Zamânın sultânının maiyetindeki bâzı kimseler,
bu sultânın zulmünden bezerek Yûsuf el-Gürânî’ye sığındılar. Yûsuf el-Gürânî,
sultâna haber gönderip, bunları affetmesini istedi. Sultan ise; “Bu, saltanat
işidir. Sen saltanat işine müdâhale etme ve derhâl benim adamlarımı geri
gönder.” diye haber gönderdi. Yûsuf el-Gürânî, kendisine sığınanları
göndermemekte ısrâr edince, sultan ona; “Sen benim adamlarımı, bana karşı
kışkırtıyorsun ve itâatsizlik yoluna sevk ediyorsun.” dedi. Yûsuf el-Gürânî
bunun üzerine; “Ben onları kışkırtmıyorum. Aksine onları doğru yola sevk edip,
ıslâh ediyorum.” dedi. Sultan yanına adamlarını alarak, Yûsuf el-Gürânî’nin
dergâhına geldi. Yûsuf el-Gürânî de, kendisine sığınmış olanlardan birisini
yanına çağırarak, sultânın gözü önünde; “Ey insanoğlu! Bu direğe söyle de altın
olsun.” diye emretti. O kişi de, aynı emri direğe tekrarladı. Direk o anda altın
oldu. Sultan tövbe ederek, Yûsuf el-Gürânî’den özür diledi ve affedilmesini
istedi. Sonra sultan, talebelerinin ve onun geçimini sağlamak için bir köy
geliri vakfetmek istedi. Yûsuf el-Gürânî bunu kabûl etmedi ve; “Ben
talebelerimi, miktârı belli bir gelire alıştıramam.” buyurdu.
Büyük velîlerden Zarîfî
Hasan Efendi ile Pîr Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,
İstanbul’a vardıklarında, Sultan Süleymân Han Pîr Gülşenî hazretlerine;
“İstanbul’da kalsanız iyi olmaz mı?” diye arzûsunu bildirdiğinde; “İhtiyarız,
tahammülümüz yoktur.” dedi. Bunun üzerine Süleymân Han; “Bir sevdiğinizi
bıraksanız da istifâde etsek.” dediğinde, Pîr Gülşenî hazretleri Hasan Zarîfi
Efendiyi bu hizmete lâyık görüp oradan ayrıldı.
Osmanlı âlim ve velîlerinin
meşhûrlarından Zenbilli Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,
Şeyhülislâm Efdalzâde Hamîdüddîn Efendi vefât edince, İkinci Bâyezîd Hân
tarafından H. 903'de Şeyhulislâmlığa tâyin edildi. İkinci Bâyezîd Hân, Zenbilli
Ali Cemâlî Efendi gelinceye kadar fetvâ işlerinin Sahn-ı semân Medresesi
müderrisleri tarafından yürütülmesini emretti. Ayrıca yeni yapılmış olan Bâyezîd
Medresesi müderrisliğinde de vazife verildi. Bundan sonra şeyhulislâmların,
Bâyezîd Medresesinde müderrislik yapması âdet hâline geldi.
Yavuz Sultan Selîm Hânın
tahta çıkmasından sonra da vazifesine devâm eden Zenbilli Ali Efendi, hak
severliliği ve doğruluğu ile dikkati çekmiştir. Pâdişâhın her hareketinde
İslâmiyete uymasında yardımcı olmuştur. H. 922 de yapılan seferler için fetvâ
vermiştir.
Zühdü, takvâsı, istikâmeti
ve doğruluğu ile meşhûr olan Zenbilli Ali Efendi, dîne uymayan her çeşit hükme
ve karara şiddetle karşı çıkardı. Yavuz Sultan Selîm Hânın, şiddetli
hareketlerini bile teskine muvaffak oldu. Bir defâsında Yavuz Sultan Selim Hân
Topkapı Sarayı hazînesi görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz
davranışlarından dolayı îdâmını emretmişti. Zenbilli Ali Efendi, bu kararı
duyunca derhal Dîvân-ı hümâyûn’a koştu. Vezîrler ayağa kalkıp saygı ile
karşıladılar ve baş köşeye oturttular. Şeyhülislâmın dîvâna gelmesi âdet
olmadığından, niçin geldiğini sordular. Pâdişâhla görüşmek istediğini söyledi.
Durum pâdişâha arzedildi. Yavuz Sultan Selîm Han, huzûruna girmesine izin verdi.
Arz odasına girip selâm verdi. Pâdişâhın hürmet göstermesinden sonra, gösterilen
yere oturdu. Sonra pâdişâha; “Fetvâ vazîfesinde (şeyhulislâmlıkda) bulunanların
bir işi de, pâdişâhın âhiretini korumak, onları dînen hatâ olan şeylerden
sakındırmaktır. Yüz elli kişinin îdâm edilmesine pâdişâh fermanı çıktığını
duyduk, öldürülmeleri için, dînen bir sebep tesbit edilmiş değildir. Bunların af
buyrulması ricâ olunur.” sözü üzerine kızan pâdişâh; “Bu iş saltanatın
gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idâresi kargaşaya uğrar.
Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin
vazifeniz değildir.” dedi. Zenbilli Ali Efendi, Pâdişâhın bu sözleri karşısında;
“Bu karar âhiretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazifemizdir. Eğer
affederseniz ne iyi ne güzeldir. Yoksa âhirette cezâya müstehak olursunuz.” Bu
sözler, Pâdişâhın kızgınlığını yatıştırdı. “Affettik” diyerek lütuf gösterip,
neşe ile sohbete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek üzere ayağa kalkan
Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selîm Hâna; “Âhiretiniz ile ilgili hizmeti
yerine getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir sözüm daha var.” dedi. Pâdişâh; “Onu da
söyle.” deyince; “O sözüm de şudur ki, Pâdişâhın affına uğrayan o kişilerin,
işlerinden el çektirilip, el açarak sokaklarda dolaşmaları, Pâdişâhlığın şânına
lâyık mıdır?” dedi. Bunun üzerine Padişâh bunu da kabûl etti. Sultan Selim Hân;
“Fakat bunlar vazifelerinde kusur ettikleri için, bunları tâzir edeceğim.” dedi.
Zenbilli Ali buna karşı da; “Tâzir (azarlama) pâdişâhın reyine kalmıştır.
Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabûl etmeniz bize yeter.” dedi. Sonra
teşekkür ederek pâdişâhın huzûrundan ayrıldı. Yavuz Sultan Selim Hân da onu
medhederek uğurladı.
Yavuz Sultan Selim Hân bir
defâsında Edirne’ye gidiyordu. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi de pâdişâhı
uğurlamak üzere gelmişti. Pâdişâhı uğurlayıp dönerken dört yüz kişinin elleri
bağlı îdâm edilmek üzere götürüldüklerini gördü. Bunların niçin îdâm
edileceklerini sordu. Pâdişâh, ülkesinde ipek alınıp satılmasını yasaklamıştı.
Bunlar bu yasağa uymadıkları için yakalandılar ve îdâm edilecekler dediler.
Zenbilli Ali Efendi derhal geri dönüp, Yavuz Sultan Selim Hâna yetişti. “Bu
elleri bağlı dört yüz kişinin öldürülmesi helâl değildir. Bu hususta Allah
indinde sorumlu olursun. Sakın bunları îdâm ettirme!” dedi. Pâdişâh bu sözler
karşısında kızıp; “Halkın üçte birinin ahvâlini düzeltmek için üçte ikisinin
bile öldürülmesi câiz iken, böyle bir avuç kimsenin kanının dökülmesini çok
görmek yersiz değil midir?” dedi. Zenbilli Ali Efendi; “Bu iş büyük bir
kargaşada mübahdır, yapılabilir.” deyince, Pâdişâh; “Hükümdârın emrine karşı
gelmekten daha büyük kargaşa olur mu?” dedi. Zenbilli Ali Efendi şöyle cevap
verdi: “Bunlar senin emrine karşı gelmemişlerdir. Zîrâ senin ipek emîni tâyin
etmen, ipeğin alınıp satılmasını gösterir. Bu bir ruhsattır, açıkça izin vermen
demektir. İpek alınıp satılmayacaksa niye ipek emîni tâyin ettiniz, onun
vazifesi nedir?” dedi. Pâdişâh ona; “Senin saltanat işlerine âit bu gibi
şeylerde söz söylemen vazifen değildir!” dedi.
Zenbilli Ali Efendi; “Bu
husus âhiret işlerindendir. Buna karışmak benim vazifemdir.” diyerek selâm
vermeden pâdişâhın yanından ayrılıp gitti. Bu durum pâdişâhı son derece
kızdırdı. Bir müddet atının üstünde sessiz ve hareketsiz kalıp, derin bir
düşünceye daldı. Sonra yürüdü. Yanında bulunanlar, pâdişâhın bu hâline şaşdılar.
Pâdişâhın yanına toplanıp onu tâkib ettiler. Neticenin nereye varacağını
düşünüyorlardı.
Pâdişâh Yavuz Sultan Selim
Hân yolda meâlen; “Eğer affedersen, bu, takvâya daha yakındır.” buyurulan âyet-i
kerîmeyi düşünerek, elleri bağlı dört yüz îdâm mahkumunu affetti. Edirne'ye
varınca da Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendiye bir ferman gönderdi. Bu fermanda
şöyle diyordu: “Dînî ve tıynî (yaratılış), istikâmetin (doğruluğun) mâlûmum
olup, kazâyı tarafeyni cem ettim (Anadolu ve Rumeli kadıaskerliğini
birleştirdim.) ve kelâm-ı Hakkı işitip uydum ve dahî seni oraya (bu iki
kadıaskerliğe) nasbettim (tâyin ettim).” Böylece o dört yüz kişiyi affedip îdâm
etmekten vazgeçtiğini ve Zenbilli Ali Efendiyi takdir edip, ayrıca ilmiye sınıfı
için, şeyhülislâmlıktan sonra en yüksek makâm olan kadıaskerlik vazifesine, hem
de her iki kadıaskerliği birleştirerek onu tâyin ettiğini bildirdi.
Zenbilli Ali Efendi bu
teklifi önce nezâketen kabûl etti. Sonra da şöyle bir cevap yazıp gönderdi:
“Velâkin hazret-i Hak ile ahdim vardır ki: Söz veya kaleminden (Hükmettim!..)
kelimesi çıkmaya... Ol ahdimizi korumak yüzünden, vukû bulan kusurumuzu af
buyurmak, bu duâcınızın sonsuz recâlarıdır...” Yavuz Sultan Selim Hân, Zenbilli
Ali Efendinin dünyâya, dünyâ malına ve mevkiine rağbet etmediğini, âhirette
kurtuluşu istediğini görerek çok sevindi ve ona beş yüz altın hediye gönderdi.
Zenbilli Ali Efendi, Kânûnî
Sultan Süleymân Hân devrinde de vazifesinde kalıp Rodos Seferine katıldı.
Rodos’un fethinden sonra orada imâmlık ve hatîplik yapıp, İslâm müesseseleri
kurdu.
Zenbilli Ali Efendi; İkinci
Bâyezîd Hân, Yavuz Sultan Selim Hân ve Kânûnî Sultan Süleymân Hân devrinde olmak
üzere 24 sene şeyhülislâmlık yaptı. Ömrünü, ilme, talebe yetiştirmeye ve İslâma
hizmete harcamış, kıymetli hizmetler yapmıştır. Üstün hâlleri, ahlâkı, başarılı
hizmetleriyle meşhûr olup, tasavvufta da kemâle ermiştir. Kendisine “Mevlânâ
Sûfî Ali Cemâlî” de denilmiştir.
|
|