|
DEVLET İDARESİ VE SİYASET
- 1
Osmanlı âlim ve velîlerinin
en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Osmanlı Devleti içerisinde şehzâdeler kavgası
kızışmıştı. Doğuda Şâh İsmâil, Osmanlı Devletinin bütünlüğünü tehdîd ediyordu.
Ahmed ibni Kemâl hazretleri bu nâzik devrede devlet idâresi ve siyâset
hakkında görüşlerini ortaya koyarak devlet adamlarının dikkatini çekti. Onun bu
görüşleri şöyle özetlenebilir:
1. Saltanat ve mevkı Allahü
teâlânın takdiri ile olur. Allah vergisidir.
2. Ordunun görevi memleketi
korumak ve gerekirse ölümlerin en güzeli ve en şereflisi olan gazâda ölmektir.
(Nitekim şiirinde de;
"Ölümden kurtuluş yoktur
cihânda
O derdi çekmez olmaz ins-ü
canda
Kişinin ömri çünkim âhir
ola
Yeg olur kim gazâ yolunda
öle"
demek sûretiyle Allahü
teâlânın dînini yaymak için çarpışırken ölmenin ehemmiyetini çok güzel
anlatmaktadır.)
3. İdâreci güzel silâh
kullanacak ve tedbir sâhibi olacaktır.
4. Düşmanı hor ve küçük
görmemeli ve plânlı olmalıdır.
5. Siyâset yâni idâre çok
mukaddes bir vazîfedir. Herkes bunu yapamaz. Bâzı kâbiliyetler doğuştan veya
irsî olarak verilmiştir.
6. Bir memlekette bir
idâreci bulunmalı o da âdil, ihsânı bol, affedici, büyüğüne hürmetli ve saygılı
olmalıdır.
7. İdâreci, adamı elde
etmeyi bilmeli, tehlikeleri işâret edip, onları ne yolla avlarsa
avlayabilmelidir.
8. İdâreci kiminle harb ve
kiminle sulh yapacağını iyi bilmelidir.
Ahmed ibni Kemâl, İslâm
dînini yaymak, düşmanın vatana el uzatmasına mâni olmak ve adâleti ayakta
tutabilmek için devlet başkanının bu hasletlere sahib olmasını şart koşmaktadır.
Ayrıca o dâimâ devlet politikasını, devlet-millet bütünlüğünü önde tutmakta ve
bunu kimde görüyorsa onu desteklemektedir. Nitekim o, Bâyezîd Hanın oğlu Selîm
lehine tahttan ferâgatı üzerine diğer kardeşlere karşılık Selîm'i destekledi.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Mûsâ el-Acîl (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlardan çok hürmet ve
îtibâr gördü. Devlet adamları gelir ziyâret eder meselelerini sorup duâsını
alırlardı. Lâkin o makam sâhiplerinin yanına gitmez mühim bir iş çıkınca mektup
yazarak, yapacakları işleri bildirir, hayırlı ve doğru işlere teşvik ederdi.
Bir defâsında Sultan
Muzaffer haber gönderip, Fakîh İsmâil Hadramî, Fakih Muhammed Hermel ve Ahmed
bin Acîl hazretlerini sarayına dâvet etti. Maksadı onlardan birini kâdıların,
hâkimlerin başkanı yapmaktı. Haber Fakih İsmâil ve İbn-ü Hermel'e ulaşınca
bunlar acele hazırlanıp yola çıktılar. Giderken Ahmed bin Acîl hazretlerine de
uğradılar. Onu da berâberlerinde götürmek istediler. Ahmed bin Acîl hazretleri;
"Sultana mı gidiyorsunuz?" deyince, "Evet." dediler. Ahmed bin Acîl hazretleri;
"Benim kanâatim, haberi işitince böyle yapmayıp yerinizde kalmanız,
hizmetlerinize devâm etmenizdi. Mâdemki yola çıkmışsınız gittiğinizde Sultâna
benden bahsetmeyiniz. Şâyet konu açılıp mecbur kalırsanız; o kendi hâlinde
yaşayan biridir. Eğer zorlarsanız bu diyârdan Habeşistan'a gider, deyiniz."
buyurdu. Onlar varınca öyle yaptılar. Sultan da onun hâlini anlayıp daha çok
takdîr etti.
Velî ve büyük mücâhîd Şeyh
Ahmed es-Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tarsûs Gazetesi muhabirine
memleketin içine düştüğü durumun sebeplerini ve kurtuluş çârelerini şöyle
belirtmiştir.
"Bu memleketin istikbâli her
şeyden evvel ve her şeyin üstünde İslâmiyet'in ahlâkî prensiplerine
dayanmaktadır. Bu prensipler üzerindedir ki şanlı yarının, geleceğin binâsını
kuracağız. Evet bu memleketin istikbâli, dînimizin hükümlerine uymakta
yasaklarından sakınmaktadır. Bu din en yüksek medeniyet, fikir ve ahlâk dînidir.
Bize saâdet evini, yurdunu bağışlayan ancak bu dindir. Dînimiz bize adâleti,
iyiliği, icâdı, ictihâdı, vatan muhabbetini, çalışmayı ve izzet-i îmânımızın
muhâfazasını emrediyor. Dînimiz en ahlâkî ve ictimâî bir dindir. Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem; "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."
buyuruyorlar. Dînimiz fuhşiyâttan, müskirâttan, sefâhetten, tefrikadan,
tembellikten, cehâletten ve bütün kötü ahlâklardan nehyediyor. Görülüyor ki din,
bütün hakîkatıyla güzel ahlâkla amel etmektir.
Bizim gücümüzü kıran ve
şevketimizi yıkan, düşmanlarımızı üstün eyleyen en büyük sebep, hiç şüphesiz ki
dînimizi ihmâl etmekliğimizdir. Hissiyâtımıza mağlûb olmaklığımızdır. Bu durum
işlerimizin ve ihmallerimizin neticesi olarak bize acı bir ders oldu. Artık
şimdi kendimizi ıslah etmek bize vazifedir. Yoksa büyük zaferin bize hazırladığı
gâyeye ulaşmak müyesser olmaz. Din neyimizdir? Din hayatımızdır, onsuz hayat
olamaz."
İstanbul'un fethinden sonra,
Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerini ziyârete gitmişti. Sohbet esnâsında; "Muhterem hocam! Elhamdülillah
büyük yardımlarınızla İstanbul'u fethettik. Artık beni talebeliğe, dervişliğe
kabûl buyurmanızı istirhâm ediyorum." dedi.
Akşemseddîn hazretleri;
"Sultânım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan, saltanâtı bırakırsın.
Devlet işlerini tam yapamazsın. Dîn-i İslâmı yayma işi yarım kalır.
Müslümanların rahat ve huzûr içinde yaşıyabilmeleri için, devletin ayakta
kalması şarttır. Talebelikle pâdişâhlığın bir arada yürütülmesi çok güçtür. Seni
talebeliğe kabûl edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişân olabilir. Bunun
vebâli büyüktür. Allahü teâlânın gazâbına mâruz kalabiliriz." diyerek, teklifini
reddetti. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han, hocasına iki bin altın hediye
etmek istemiş ise de, bunu da kabûl etmedi.
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Atpazarlı Osman Fadlı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerini, Sultan Dördüncü Ahmed Han çok severdi. Zaman zaman saraya dâvet
eder, vâz ve nasîhatlerinden istifâde ederdi. Sultan bilemediği takıldığı
mevzuları ona sorar, istişâre ederdi. Hattâ Ramazân-ı şerîfte, iftarda Seyyid
Osman Fadlı'nın önünden artan yemeklerinden bereketlenmek için ister, iftârını
onunla yapardı.
Bir zaman İstanbul'da isyân
oldu. Zorbalar her tarafı darma-dağın edip yağmaladılar. Seyyid Osman Fadlı, hiç
çekinmeden talebeleri ile birlikte zorbaları yakalayarak adâlete teslim etti.
Böylece din ve devlete büyük hizmetlerde bulundu. Sultan İkinci Süleymân pâdişâh
olunca, büyük bir kargaşa oldu. Seyyid Osman bu kargaşalığın ortadan kalkması
için duâ etti. Bu duâ bereketi ile Allahü teâlâ belâyı kaldırdı. Sadreddîn-i
Konevî hazretlerinden sonra, devlet işlerini düzeltme husûsunda en çok şöhret
sâhibi Seyyid Osmân oldu.
Devlet işlerindeki tesiri
gittikçe artan Seyyid Osman Fadlı'yı, devletin ileri gelenlerinden bâzıları
çekemediler. Sultana, verdiği bir vâz yüzünden şikâyet ettiler. Çeşitli
entrikalar çevirerek Magosa'ya gönderilmesini sağladılar. Kendisi; "Bu hâdise,
dört ay önce Allahü teâlâ tarafından kalbime ilhâm edildi. Fakat; "Makâmından
ayrılma, yerinde kal. Çünkü bunda Allahü teâlânın çeşitli hikmetleri var."
dendi. Biz de bu emre uyup, yerimizden ayrılmadık." dedi
Büyük İslâm âlimi ve velî
olan Bâkıllânî el-Eş'arî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, zamânın
hükümdarı Adudüddevle Bizans'a elçi olarak gönderdi. Bizans hükümdârı, kendisine
meşhûr bir âlimin elçi olarak geldiğini duyunca, onu makâmına çağırdı. Yalnız,
kendisine müslüman olmadığı için elçinin hürmet etmeyeceğini bildiğinden, bir
hîle düşündü. Gelen elçinin huzûruna girerken, kendi tebeasının yaptığı gibi
yerlere kadar eğilerek girmesini istiyordu. Bunun için, ancak eğilerek
geçilebilecek üstü kapalı bir yer yaptırdı.
Bâkıllânî'nin bu dehliz gibi
yoldan makâmına getirilmesini emretti. Bâkıllânî'ye, hükümdâr seni huzûruna
çağırıyor diyerek, hazırlanan yerden geçirmek istediler. Bâkıllânî bu yeri
görünce, öne eğilerek girmedi. Ters dönüp, eğildi ve Bizans hükümdârının odasına
arka arka yürüyüp girdi. Girince doğrulup, yönünü hükümdâra döndü. Bu hareketi
gören Bizans hükümdârı çok şaşırıp, heybeti ve vakarı karşısında ezildi.
Bâkıllânî hazretleri bir
gün, Bizans hükümdârının sarayında, imparator meclisinde papazlarla münâzaraya
oturmuştu. Papazlar hazret-i Âişe ile ilgili olan ifk hâdisesini konuşmaya
başlayınca, Bâkıllânî, hazret-i Meryem'i ve hazret-i Âişe'yi kasdederek; "Biri
kocasız çocuklu, biri kocalı çocuksuz iki mübârek kadının temiz oldukları vahiy
ile bildirilmiştir." diyerek karşılık verdi ve papazları susturdu.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, devlet
memurlarından bir kimse, zaman zaman ziyâret eder, vazîfesinden ayrılarak
devamlı onun hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirirdi. Mevlânâ da,
vazîfesini bırakmamasını ister, ona nasîhatler ederdi. Bir gün ona şu menkıbeyi
anlattı: "Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd zamânında bir zâbıta âmiri vardı. Hızır
aleyhisselâm ile her gün görüşüp sohbet ederlerdi. Zâbıta âmiri bir gün
vazîfesinden istifâ etti. Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle
görüşmeyip tek başına ibâdet yapmağa başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır
aleyhisselâm kendisine hiç uğramaz oldu. Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü. Her
gün sabahlara kadar cenâb-ı Hakka yalvarıp, gözyaşı döktü, tövbe istigfâr etti.
Bir gece rüyâsında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı. "Ey vefâlı dost! Ben
seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ makamlarından istifâ ettim.
Uzlete çekilip, yalnız başıma ibâdet etmeye başladım. Böylece sana kavuşurum
sandım. Hâlbuki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim. Beni, mübârek
cemâlinize hasret bıraktınız. Acabâ bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu
işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım?.." gibi sözlerle yanıp
yakılarak ağladı. Zâbıta âmirinin bu acınacak durumuna dayanamayan Hızır
aleyhisselâm; "Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi,
yaptığın ibâdetler, hayır hasenât ile değildi. Senin o mühim vazîfeni yapıp
müslümanların işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için gelip seninle sohbet
ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli vazîfeyi bırakıp, müslümanlara hizmeti
terkettin. Hattâ onları adâleti olmayan biriyle başbaşa bıraktın. Sâdece kendi
menfâatin için bir köşeye çekildin. Kendi menfaatini müslümanlara tercih ettin.
Şimdi o yerine geçen şahıs, müslümanlara zulüm ve gayr-i meşrû işler ile elem
vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü içindeler. Bunlara hep sen sebeb
oldun. Elbette senin şahsî menfaatinin, müslümanların umûmî menfaatleri yanında
bir kıymeti yoktur. Çünkü uzlete çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç
tutmayı, zikir etmeyi herkes yapabilir. Fakat makâmı ile müslümanlara hizmet
etmeyi herkes yapamaz. Bunun için artık senin yanına gelmiyorum." dedi. Zâbıta
âmiri bunları dinledikçe gözyaşları sel oldu ve; "Çok doğru... Çok doğru..."
dedi. Uyanınca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah olunca
derhal hükümdârın huzûruna çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi. Hükümdâr
anlayışla karşılayıp, onu tekrar eski vazîfesine tâyin etti. İşte bu zâbıta
âmirinin vazîfesi müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin vazîfen de o
derece mühimdir. Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok, vazîfene devâm etmen
önemlidir. Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı ilgilendiriyor. Onların başında
senin gibi adâletli ve emîn bir kimsenin bulunması lâzımdır. Böylece onlar da
huzur ve refah içinde yaşasınlar. Bizim rızâmız bundadır. İstifâ edip bize
hizmette bulunmana aslâ rızâmız yoktur."
Osmanlı Devletinin ilk vezir
ve kâdılarından Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve meşhûr velî Candarlı Kara Halil
Hayreddîn Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren devrin
ulemâsından dersler almaya başladı. Ancak onun Bilecik ve İznik kâdılıklarına
tâyinine kadar geçen zaman hakkında mâlûmat, bilgi yok denecek kadar azdır.
Yalnız onun Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda mühim rolü olan ahî teşkîlatı içinde
yer aldığı ve Osman Gâzi'nin kayınpederi ahî reislerinden Şeyh Edebâlî'nin
akrabâsından olduğu bilinmektedir.
Candarlı Kara Halil,
İznik'te Orhan Gâzi tarafından açılan Orhâniye Medresesi talebeleri arasında
idi. Orhan Gâzi, 1331 yılında İznik'i fethedince, orada bir medrese yapıp, bir
imâret inşâ etti. İmârette ilk olarak bizzat kendisi aş dağıtıp, kandil yaktı.
Zamânın büyük âlimlerini medresede ders vermeye dâvet etti. İlk önce Dâvûd-i
Kayserî'yi baş müderris tâyin etti. Sonra Tâcüddîn Kürdî baş müderris oldu.
Üçüncü olarak baş müderris olan Alâüddîn Esved Ali bin Ömer isminde, Kara Hoca
diye bilinen bir mübârek zât idi. Candarlı Kara Halil, bu medresede ilim
öğrenip, zamânın din ve fen bilgilerine sâhib oldu.
Sultan Orhan Gâzi, âlimleri,
evliyâyı görüp gözeten bir büyük bey idi. O mübârek kimse, bir gün Alâüddîn-i
Esved hazretlerini ziyârete gitti. Bu sırada Alâüddîn-i Esved hazretleri nâfile
namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti
geldi. Orhan Gâzi ve orada bulunan Alâüddîn-i Esved'in talebeleri namaz için
hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, talebeler arasında
bulunan Kara Halil imâmete geçti. Hazır olan cemâate namaz kıldırdı. Alâüddîn-i
Esved de odasından çıkıp geldi. Bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeple
dinledikten sonra başını kaldırıp; "Seferde ve hazerde, ahâli arasında vâki
olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak, şer'î, dînî hükümleri beyân
etmek için bir hoca efendi, âlim lâzımdır. Talebenizden birini benimle sefere
gitmek için tâyin etseniz." deyip, arzu ve isteğini arzetti. Alâüddîn-i Esved
hazretleri Orhan Gâzi'nin bu arzusunu kabûl ettikten sonra, talebelerine baktı.
Her birinin; "Ne olur beni gönderme!" diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar,
sultanla berâber olan ulemâyı, dünyâya düşkün biliyorlardı. Sultanın
kötülüklerine ulemânın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak Sultan
Orhan, öyle bir kimse değildi. Yanına ulemâyı emretmek için değil, Allahü
teâlânın emirlerini onun ağzından dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın
yasaklarına kaymaktan sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına
sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı
için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı.
Alâüddîn-i Esved namlı Kara Hocanın talebelerinden birinin de bu işi yapması
lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca da en gözde talebesi Candarlı Kara Halil'i,
Sultan Orhan Gâziye verdi. Kara Halil de; "Memur mâzurdur." hükmünce, hocasının
emrine tâbi olup, Orhan Gâzi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde, sultana
müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip,
dîn-i İslâmın emir ve yasaklarının tatbîkinin, Devlet-i aliyye-i Osmâniye
içerisinde Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde icrâsına, yapılmasına
gayret eyledi.
Bu arada sırasıyla Bilecik,
İznik ve Bursa kâdılıklarında bulundu. Hocası Tâceddîn Kürdî'nin kızı ile
evlendi. Orhan Gâzinin vefâtı ile Murâd-ı Hüdâvendigâr sultan olunca,
Osmanlılarda ilk olarak kâdıaskerlik makâmını ihdâs edip, Kara Halil'i de ilk
kazasker olarak tâyin etti. Kara Halil Efendi bundan sonra bütün bilgi ve
tecrübesini, genç Osmanlı devletinin teşkilâtlanmasında seferber etti. O, Orhan
Bey zamânında, ilk muntazam askerî teşkilâtın teşkilinde mühim vazîfeler görmüş,
yaya ve müsellem adları ile müslüman Türk cengâverlerinden piyâde ve süvâri
kuvvetlerini teşkilatlandırmıştı. Bu ocak, daha sonra, yine Kara Halil'in himmet
ve gayreti ile Birinci Murâd zamânında Yeniçeri ocağının kurulmasına kadar
Osmanlı Devletinin yegâne muntazam ordusu olarak kaldı.
Candarlı Kara Halil
Hayreddîn Paşa yine Molla Rüstem ile birlikte bir devlet hazînesi ve devletin
mâlî teşkilâtını kurup, çeşitli düzenlemeler yaptı. Daha sonra Halil Hayreddîn
Paşa ünvânıyla vezîr oldu. Candarlı'ya kadar, Osmanlılarda vezîrler, yalnız
idârî ve mâlî işlere bakarlardı. Candarlı'ya, bunlar yanında askerî kumandanlık
da verildi. Devletin bütün idârî, mâlî ve askerî işlerini elinde topladı. 1385
yılında ordunun başında Rumeli'ye sefere çıktı. Karaferye, Serez ve Selânik'i
aldı. Tesalya ve Manastır'a girdi. Arnavutluk içlerine kadar ilerledi. Ordusu
ile berâber Vardar Yenicesi'nde fetih hareketlerine devâm etmekte iken
hastalanıp, Serez'e nakledildi. H.789 yılında orada vefât etti. Vefâtı sırasında
yanında; Ali, İlyâs ve İbrâhim adlarında üç oğlu vardı. Oğlu Ali Paşa, babasının
yerine vezir oldu. Yaklaşık yüz elli sene, Candarlı soyundan gelen kimseler,
Osmanlı Devletine en üst seviyede hizmet ettiler.
Candarlı Halil Hayreddîn
Paşa, ilim ve amelde eşsiz, verâ ve takvâda nâdirdi. Devlet idâresinde muktedir,
kumandanlıkta üstündü. Tevâzu ve cömertlik sâhibi bir kimse olup, işlerini
yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapardı. Dünyâya düşkün değildi. Dünyâ malına
bağlılığı zarûret mikdârı idi. O, yalnız âhireti kazanmanın yollarını arar,
dünyâ işleri ile çok az ilgilenirdi. Bütün fakir fukarânın yükü onun üzerinde
idi. Yolda ağlayan bir çocuk, cenkte tökezleyen bir at ondan sorulurdu. Âhiret
günü bunların hesâbını nasıl vereceğini düşünür, elinden geldiğince hatâ
yapmamaya, kimsenin kalbini kırmamaya çalışırdı. Nitekim, kendisine sultânın
emrine girmesi teklif edilince geri durmuş, ancak hocası emredince, itâat
etmişti. Sultânın hizmetine de, Allahü teâlânın dînine hizmet edip, O'nun
rızâsını kazanabilmek arzusuyla hocasının emriyle girmişti. Bütün ömrü boyunca
bu niyetle hizmet ve gayret etti. Sultan Orhan ve Murâd Hanların takdirlerini
kazandı ve duâlarını aldı.
İbrâhim bin Mûsâ el-Ebnâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Mısır'da yetişen velîlerden olup, Şâfiî mezhebi
fıkıh âlimidir. Bir ara Mısır diyârının kâdılığına tâyin olunan Ebnâsî,
mesûliyetinin ağırlığından korkarak kabûl etmek istemedi ve bir yere gizlendi.
Gizlendiği sırada Kur'ân-ı kerîmi açtı. Açınca, ilk olarak; "Ey Rabbim! Zindan
bana, bunların beni yapmaya çağırdıkları işten daha hayırlıdır." (Yûsuf sûresi:
33) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Bundan, kâdılığı istememesinin isâbetli
olduğunu anladı. Kur'ân-ı kerîmi kapayıp, doğruca Münyet-ül-Mi'râc diye bilinen
yere gitti. Orada günlerce saklandı. Kimseye görünmedi. Onu bulamayınca,
kâdılığa İbn-i Ebi'l-Bekâ isminde birini tâyin ettiler. Ebnâsî, bundan sonra
ortaya çıktı ve beldesine döndü.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sultanlara
akılsızca hizmet eden kimsenin câhilliği, kendisini ölüme götürür."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri zamânında evliyânın önderi ve hidâyet güneşiydi. Nizâm-ül-Mülk'ün
makâmına gelince, büyük vezir derin bir hürmetle ayağa kalkar, onu kendi
makâmına oturturdu. Halbuki, başkaları geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar,
yerini terketmezdi. "Neden böyle yapıyorsun?" diye sorduklarında; "Ebû Ali
Fârmedî hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söylüyor, yaptığım yanlış
işleri, haksızlıkları açıklayıp beni îkâz ediyor. Diğerleri ise, beni yüzüme
karşı övüyorlar. Bu yüzden nefsim gururlanıyor. Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin
yermesi, benim için daha hayırlı olduğundan, ona daha çok hürmet ediyorum."
derdi.
Meşhûr âlim ve velîlerden
Ebû İshâk-ı Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında büyük
Şâfiî âlimi ve Kâdı'l-kudât olan Ebû Abdullah Hüseyin bin Câfer bin Mâkûlâ, H.
447 senesinde vefât edince, halîfe Kâim bi-emrillâh'ın görevlileri gelip,
halîfenin kendisini Kâdı'l-kudât yâni Temyiz reisi tâyin etmek istediğini
bildirdiklerinde râzı olmadı. Gelenler kabûle zorlamaya çalıştı. O, yine bu
mesûliyeti ağır işten kaçındı. Gelenler, onun bu vazifeyi kabûl etmesine kadar
ısrâr edilmesi husûsunda, halîfeden kat'î tâlimât almışlardı. Isrâr çok olunca,
Ebû İshâk, halîfeye bir mektup yazarak; "Kendini helâk etmen, sana kâfî gelmedi
mi? Hattâ kendinle berâber beni de mi helâk etmek istiyorsun?" dedi. Halîfe buna
çok üzüldü ve: "İşte âlimler böyle olmalıdır! Çok şükür, zamânımızda kendisine
kâdılık vazîfesi verilebilecek ve bundan yüz çeviren birisi var. O, bunu
istemedi ve biz de affettik." dedi.
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi
fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) devlet ve
siyâset işlerine karışmaz, kendi hâlinde yaşardı. Fitne ve fesat durumu olursa,
bulaşmamak îcâb ettiğini bildirir, böyle bir durum ile karşılaşılması hâlinde
nasıl davranılacağına işâretle; "Ne tanın, ne de tanı." buyururdular.
Endülüste'te ve Mısır'da
yetişmiş olan büyük velîlerden Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamanında bir ihtiyâcı olup, bunun
devlet adamları tarafından görülebileceğini bilen kimseler, Ebü'l-Abbâs'a
gelerek, bu hâcetinin görülmesi için devlet adamlarına bir mektup yazmasını
istirhâm ettikleri zaman, mektup yazmaz; "Ben, senin bu işinin hallolmasını
Allahü teâlâdan istiyorum. O'na duâ ediyorum." buyururdu.
Anadolu'da yetişen
velîlerden Hacı Muharrem Hilmi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
1906'da askerlik vazîfesine başladı. Açılan imtihanı kazanarak tabur imâmı oldu.
Çeşitli yerlerde tabur imâmlığı yapan Muharrem Hilmi, Bitlis'te Muhammed
Kufrevîrin sohbetlerinde bulunrak ondan icâzet aldı. Sonra Yemen'e gönderildi.
Yemen'de tabur imâmlığı yanında, Yemenli çocuklara Türkçe öğretmenliği de yaptı
ve iki sene kadar kaldı.
Muharrem Hilmi Efendi
Yemen'deyken yağmur yağmıyordu. Yağmur duâsına çıktılarsa da bir damla bile
düşmedi. Taburun komutanı Muharrem Hilmi Efendiyi huzûruna çağırarak; "Sen iyi
bir adamsın. Bir de senin yağmur duâsına çıkmanı istiyorum." deyince, Muharrem
Hilmi Efendi; "Olur Komutanım! Yalnız Allahü teâlânın huzûruna hep dost olarak
çıkmalıyız. Askeri silahtan tecrid edeceksiniz." dedi. Komutan; "Olur mu? Bizi
vururlar." deyince; "Onu bana bırakınız." dedi. Yemen Şerîfinin huzûruna çıkıp,
vaziyetini anlattı. Namaza silâhsız çıkacaklarını, şâyet yerli halktan askere
bir saldırı olursa, Resûlullah efendimizin huzûrunda kendisinin yakasını
tutacağını söyledi. Yemen Şerîfi, yerlilerden askere bir kötülük gelmeyeceği
hususunda teminât verdi.
Muharrem Efendi, Evlâd-ı
Resûlden olan şerîfin oğlunu da berâberine alarak namazgâha çıktı. Önce Araplara
ve Türklere kendi lisanlarında öğütler verdikten sonra, Allahü teâlâya, Evlâd-ı
Resûl olan bu çocuk yüzü suyu hürmetine yağmur yağdırması için yalvardı. Duâ
bitmeden Allahü teâlânın izni ile bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya
başladı. Bu duâyı üç gün tekrarladı ve yağmur üç gün yağdı.
Muharrem Hilmi Efendi
Yemen'den döndükten sonra Mekke ve Medîne'ye tâyin edildi. Sonra Erzurum'a döndü
ve Birinci Dünyâ Harbine iştirak etti. Aynı zamanda ilim tahsîlini de bırakmadı.
1925'te emekliye ayrılarak doğum yeri olan Elazığ'a döndü. Bundan sonra kendini
tamâmen ilme verdi ve pek evinden dışarı çıkmaz oldu.
Muharrem Hilmi Efendi,
riyâdan çok sakınırdı. Nafile ibâdetlerini gizlerdi. Çok mütevâzi olup, kapısına
gelen talebeyi geri çevirmezdi. Yazdığı tasavvufî şiirlerinde Sırrî mahlasın
kullanırdı. Ömrünün sonlarında dört-beş ay hasta yattı. Hâlinden hiç şikâyet
etmezdi. Sorulduğu zaman; "Elhamdülillah iyiyim, hiçbir şeyim yok, dolaşıp ne
yapacağım? Yatmak hoşuma gidiyor, yatıyorum işte." dedi ve; "Dünyâ lâşedir, onu
isteyenler köpeklerdir. Her gün bir melek; "Doğun ki ölesiniz, yapın ki
yıkılsın, der" mânâsında Arapça bir şiir okurdu.
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânın ileri gelen devlet
adamlarına nasîhat eder, mektuplar gönderirdi. Muhammed bin Hasan, Rukbe'ye vâli
tâyin edilmişti. Ona yazdığı mektupta: "Her hâlinde takvâ üzere ol, haramlardan
sakın, Allahü teâlânın nîmetlerine şükret ve O'ndan kork. Nîmete şükretmek;
günâh işlememekle olur. Muhakkak her nîmette bir delil, hüccet ve mesûliyet
vardır. Hüccet, delil, o nîmetin Allahü teâlâ tarafından verilmiş olmasıdır.
Mesûliyetine gelince; o, nîmet olduğu halde günah işlememektir. Allahü teâlâ
sana âfiyet versin. İşlediğin günahları ve yaptığın kusurları affetsin."
buyurdu.
Tâbiînden, İslâm âleminde
Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Yûsuf bin
Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip, Basra'ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu
tavsiyelerde bulunmuştur: "Basra'ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret
ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun,
ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka
yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiç bir
kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice
yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak
insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme!..
Seninle başkaları arasında
bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde etrafını sarıp aranızda bâzı
meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin aksini iddiâ
ederlerse onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin
bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve
delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk,
hem senin, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş
kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin
cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi
bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler...
Seni ziyârete gelenlere
ilimden bir şey öğret. Bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip
tatbik etsin. Onlara umûmi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven
ver, bâzan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar.
Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve
itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha
göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri gibi davran."
Medîne-i münevverede yaşayan
âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Halîfelerle, idârecilerle münâsebetini kesmedi. Onlara vâz ve nasîhatlarda
bulunup, hayır tavsiye etti. Âlimleri de halîfeleri ve idârecileri doğru yolu
anlatmaları için teşvik etti. Onlara buyurdu ki: "Allahü teâlânın, kalbine ilim
ve fıkıh koyduğu her müslümana ve her kişiye, elinde kuvvet olan idârecilerin
yanına gelip onlara hayrı tavsiye etmesi, onları kötülükten sakındırması
borçtur. Çünkü onlara bu vazîfenin yapılmasıyla dünyânın yüzü değişir ve
fazîletli bir dünyâ doğar."
Talebelerinden biri ona;
"İnsanlar senin devlet adamlarıyla çok sık görüştüğünü söylüyorlar, sana
yakıştıramıyorlar." deyince, Mâlik bin Enes hazretleri; "Bunu bilerek yapıyorum.
Çünkü bunu yapmasam lâyık olmayan biriyle görüşür, işleri danışırlar. Eğer
onlarla gidip görüşmesem, bu şehirde Peygamberimizin sünnetlerinden işlenip,
tutulan kalmaz." buyurdu.
Tâbiînin ve âlimlerin
büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin bulunduğu bir toplulukta, Beytülmâlın gelirlerinden biri olan
vergiler hususunda konuşuluyordu. Hazret-i Meymûn bin Mihrân şöyle söyledi.
“Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) zamanında Irak taraflarından toplanan
vergilerin tamamı bir milyon ukiyye olurdu. Vergiler toplanıp, halifeye
arzedildikten sonra, hazret-i Ömer, Basra ve Kûfe’den 10’ar kişi çağırır,
bunlardan, vergi olarak alınan bu malların helâl olduğuna, bir müslüman veya
zımmîden zulüm ile haksız olarak alınmadığına dâir, şâhidlik isterdi. Bütün
şâhidler, bütün vergilerin adâletle, kimseye zulüm ve haksızlık edilmeden
toplanıldığını bildirirlerse, getirilen vergileri kabûl eder, aksi halde kabûl
etmezdi.”
Büyük âlim ve velî, hazret-i
Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kûfe'de
iken, iki defâ hac yapmak istedi ise de siyâsî karışıklıklar sebebi ile
yapamadı. İkinci defâ da hac yapamayınca çok sayıda kimse etrafında toplanıp;
"Biz sizin emrinizdeyiz. Eğer emrederseniz harb bile yaparız." dediklerinde, İbn-i
Hanefiyye, onlara çok güzel nasihat ve tavsiyelerde bulunup, hepsini
sakinleştirdi. Daha sonra Abdülmelik bin Mervân duruma hâkim olup, herkes
kendisine bîat etti. Muhammed bin Ömer, İbn-i Hanefiyye'ye bir mektup yazarak
buyurdu ki: "Ben Abdülmelik'e bîat ettim. Siz de bîat edin. Çünkü bîat
edilmiyecek hiçbir sebeb kalmamıştır. Bütün ümmet Abdülmelik'e bîat etti." Bunun
üzerine Muhammed bin Hanefiyye, Abdülmelik'e bir mektup yazdı. Mektubunda
buyurdu ki: "Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektup, Muhammed bin Ali'den
müminlerin emiri Abdülmelik'e. Ben bu ümmetin içinde meydana gelen ihtilaflardan
uzak durdum ve hiç kimseye bîat etmemiştim. Artık bu ihtilâflar bitti ve herkes
sana bîat etti. Biliniz ki ben de bu ümmetten biriyim. Sulh ve iyilik isterim.
Ben de sana bîat ettim. Gördüm ki, insanlar sizin etrâfınızda toplandı. İsterim
ki siz de vefâkârlık yaparsınız. Eğer haksızlık ve zulüm yaparsanız hiçbir
hayrınız kalmaz. Buna rağmen bize haksızlık yaparsanız ve bîatımızı kabul
etmezseniz, biliniz ki yeryüzü geniştir."
Abdülmelik bin Mervân
mektubu okuyup etrafındakilerle istişâre ettikten sonra yazdığı cevabî mektûbda
şöyle dedi: "Ey Muhammed bin Ali, siz bize yakınsınız. Akrabâmsınız. Mâdem ki
siz bize bîat ettiniz, biliniz ki, sizin bîatınızı kabûl ettim. Size vâd
ediyorum ki, bundan sonra Allahü teâlânın ve Resûlünün emânındasınız. Bizden
size ve arkadaşlarınıza hiçbir zarar gelmez. Şehrinize dönüp, istediğiniz gibi
hareket ediniz. Ben sağ oldukça size hiç kimse bir zarar veremez." Abdülmelik
bin Mervân daha sonra, Hicâz ve Irak'ın valisi olan Haccâc bin Yûsuf'a mektup
yazarak Muhammed bin Hanefiyye'ye hiç zarar vermemesini, ona karışmamasını,
iyilik ve ikrâmda bulunmasını emretti. Bunun üzerine Muhammed bin Hanefiyye,
Medîne-i Münevvere'ye döndü. Bâki mevkiinde bir ev yaptırıp, oraya yerleşmek
arzûsunda olduğunu Halife Abdülmelik'e bildirdi. Halîfe derhal izin verip evi
kendisi yaptırdı. Muhammed bin Hanefiyye âilesi ile berâber o eve yerleşti.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Hânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse, kendisine
yapılan haksızlığı şikâyet etmek üzere gelmişti. Bu sırada Muhammed Hânî'nin
yanında Şam vâlisini gördü. Vâli gitmek için kalkınca, Muhammed Hânî onu
uğurlamak için kalktı. O zaman o şahsın hatırına; "Muhammed Hânî, vâliye, vâli
olduğu için hürmette bulunuyor." düşüncesi geldi. Bu sırada Muhammed Hânî o
şahsa dönerek; "Senin işin için kalkıp, vâliyi uğurladım." dedi. O şahıs
hatırından geçirdiği o düşüncelerden dolayı çok utandı. Muhammed Hânî'den
kendisini affetmesini ricâ etti.
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin dergâhının saraya yakın olmasından dolayı, saray
mensubları, şehzâdeler, komutan ve subayların çoğu Nizâmeddîn Evliyâ'ya talebe
oldu. Onun mânevî tesiri ve dînî eğitimi altında, onların ahlâkî ve içtimâî
huyları çok değişti. Hepsi de Allahü teâlâdan korkan, yaşayışı intizamlı
insanlar hâline geldiler. Bir mıknatıs gibi etkisi olan bu tesirden Dehli halkı
da istifâde etti. Binlerce insan, yaşayış tarzlarını ve huylarını tamâmen
değiştirdiler. O bölgede, kumar, dedikodu ve iftirâ, içki içme, yalancılık ve
tefecilik en düşük seviyeye indi. Binlerce insan, namaz, oruç ve diğer
ibâdetlerini titizlikle yapar hâle geldiler. Bu hususla ilgili olarak, Siyer-ül-Evliyâ'nın
müellifi şöyle demektedir: "O, içki, sefâhet ve günah içine dalmış saray erkânı,
şehzâdeler ve zenginler, Nizâmeddîn Evliyâ'nın mânevî sözlerinden ve ahlâkî
derslerinden o kadar etkilendiler ki, günahkâr hâllerini terk edip, yeni ve
tertemiz bir hayâta başladılar. Onların çoğu, ömürlerinin geri kalan kısmını
Nizâmeddîn Evliyâ'nın hizmetine vakfettiler."
Sultan Celâleddîn Hilcî'yi
öldürerek tahta çıkan Alâeddîn Hilcî, din bilgisi az olmasına rağmen, zekî ve
becerikli bir idâreciydi. Saray erkânından bâzıları, yeni sultânı Nizâmeddîn
Evliyâ hazretlerine karşı yanlış yola sevk etmeye çalıştılar. Onlar, sultâna; "Nizâmeddîn
Evliyâ'nın tesiri hergün hızla artıyor. Böyle giderse, bir gün sizin makâmınıza
el koyar." dediler. Fakat, zekî ve akıllı Sultân Alâeddîn, acele karar vermeyi
istemedi. Sultan, Nizâmeddîn Evliyâ'ya; "Sultanlığımda halli îcâbeden zor
meseleler ortaya çıktığı zaman, zât-ı âlinizle müşâvere etmek istiyorum." diye
bir pusula yazdı. Nizâmeddîn Evliyâ, bu pusulayı okuduğuna pişmân oldu ve cevap
olarak şöyle yazdı: "Yolumuzun mukaddes an'aneleri sebebiyle ve böyle bir
müşâvere, dînî vazifelerimin îfâsını güçleştireceğinden, teklifinize rızâ
gösterecek bir hâli kendimde göremiyorum. Ne kendimi memleketin siyâsî
hâdiselerine karıştırmak, ne de ilâhî gâyeye hizmetten başka bir şey yapmak
istiyorum." Bu açık cevap, Sultan Alâeddîn'i memnun etti ve zihnindeki bütün
yanlış anlama ve şüpheleri yok etti. Bilakis, o büyüğe karşı içinde bir aşk ve
bağlılık hâsıl oldu.
Sultân Alâeddîn'in,
Nizâmeddîn Evliyâ'ya karşı beslediği sevginin çok arttığını gören Kara Beğ,
sultâna; "Zât-ı âlileriniz, ona karşı bu kadar hürmet ve muhabbet beslediği
hâlde, henüz onunla görüşmemiş olmanız hayret vericidir." dedi. Buna karşılık
sultân; "Ey Kara Beğ! Bizim işimiz sultanlıktır. Biz, baştan ayağa kadar günâha
batmışız. Bu yüzden o büyükten utanıyorum. O büyük zâtla nasıl görüşebilirim?"
dedi ve arkasından, oğulları Hızır Hân ve Şâdi Hân ile Nizâmeddîn Evliyâ'ya iki
yüz bin gümüş para gönderdi ve talebeliğe kabûl edilmesini ricâ etti. Bu muazzam
para, fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine dağıtıldı. Sonra Nizâmeddîn Evliyâ'nın
huzûrunda bulunmak husûsunda ısrâr edince, Nizâmeddîn Evliyâ; "Sultânın buraya
gelmesine lüzum yok. Ben devamlı onun muvaffakiyeti için duâ ediyorum. Fakat
buna rağmen hâlâ buraya gelmekte ısrâr ederse, bu fakirin evinde iki kapı
vardır. Sultan birinden girerse, biz diğerinden çıkarız." buyurdu.
Sultan Alâeddîn'in yerine,
kardeşlerini öldürerek geçen Kutbeddîn Hilcî, Nizâmeddîn Evliyâ'ya aptalca bir
kin beslemeye başladı. Bu kin, daha sonra açık bir düşmanlığa dönüştü. O zaman
Nizâmeddîn Evliyâ'nın dergâhında günlük masraf; fakir, dul kadınlara, yetimlere
ve muhtaç kimselere verilen sadakalar hâriç, iki bin gümüştü. Bu durumu kıskanan
bâzı kişiler, sultâna; "Nizâmeddîn Evliyâ, bu sadaka olarak dağıttığı ve
harcadığı servetini, onu sık sık ziyâret eden şehzâdelerden ve devletin resmî
vazifelilerinden topluyor." diye şikâyette bulundular. Ayrıca sultânı, herkesin
Nizâmeddîn Evliyâ'yı ziyâret etmemesi için bir emir çıkarmak üzere iknâ ettiler.
Bu durumu duyan Nizâmeddîn Evliyâ, dergâhındaki harcamalarını iki katına çıkardı
ve buradan istifâde edenlerin sayısı on binden, on altı bine yükseldi. Bu yüzden
sultânın çıkardığı emrin bir zararı olmadı. Sultan bu durumu işittiği zaman;
"Yanılmışım! Şeyh, Allah'tan destek alıyor." demekten kendini alamadı. Bu
kerâmete rağmen, sultânın, Nizâmeddîn Evliyâ'ya düşmanlığı devâm etti. Bir gün
sultan, onu huzûruna çağırdı. Buna cevap olarak, Nizâmeddîn Evliyâ şöyle dedi:
"Ben, sûfî bir kişiyim, dergâhımdan dışarı çıkmam. Daha da önemlisi her sûfî
silsilesinin kendine mahsus değişmeyen an'aneleri vardır. Bizim büyüklerimizden
hiçbiri saraya gitmemişler ve herhangi bir sultânın maiyetinde bulunmamışlardır.
Bu bakımdan, sultânın arzusunu yerine getiremeyeceğim. Lütfen beni kendi hâlime
bırakınız."
Mağrur sultan, bu cevapla
tatmin olmadı ve Nizâmeddîn Evliyâ'nın her hafta iki defâ huzûruna gelmesi için
yeni emirler gönderdi. Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ, sultânın hocası olan
Ziyâeddîn Rûmî'ye haber göndererek, talebesini, "Hiçbir dînin, velîlere ve mâsum
talebelerine zulmedilmesine izin vermeyeceği." husûsunda îkâz etmesini istedi.
Fakat bu haber Ziyâeddîn Rûmî'ye ulaşmadan, o vefât etti. Sultan, Ziyâeddîn
Rûmî'nin dergâhında "Fâtiha" merâsimi için bütün saray erkânı ile birlikte
bulunuyordu. Nizâmeddîn Evliyâ da birkaç talebesi ile bu merâsime katıldı.
Dergâha girer girmez, orada bulunanların hepsi, ona saygı göstermek için ayağa
kalktılar. Nizâmeddîn Evliyâ, sultana selâm verdiğinde, sultan selâmı almadı.
Kendisinden fazla Nizâmeddîn Evliyâ'ya saygı gösterilmesine çok kızdı ve
merâsimden sonra bir karar alarak, bunu emir olarak Nizâmeddîn Evliyâ'ya
gönderdi. Bu emire göre; Nizâmeddîn Evliyâ'nın da, diğer bütün saray erkânı ve
devlet görevlileri gibi, her ayın ilk günü, "Selâm" için sultânın dîvânında
bulunması isteniyordu. Bu emir, Nizâmeddîn Evliyâ'ya; Şeyh İmâmüddîn Tûsî, Şeyh
Vahideddîn Kondûzî, Mevlânâ Burhâneddîn ve başka âlimlerden kurulu bir heyetle
gönderildi. Onlar, Nizâmeddîn Evliyâ'nın huzûrunda, sultânın isteklerine râzı
olarak bu ihtilâfa son vermesini, bunun yapılmamasının, hem halk, hem de
saltanat için tehlikeli neticelere sebebiyet vereceğini, yalvararak istirhâm
ettiklerinde, Nizâmeddîn Evliyâ; "Bakalım, Allahü teâlânın bu iş için izni ne
olacak." diye cevap verdi ve onların yanından ayrılmalarını istedi. Heyet
sultânın yanına dönünce, ona; "Nizâmeddîn Evliyâ istenen târihte huzûrda
olacak." dediler. Fakat birkaç gün sonra Nizâmeddîn Evliyâ talebelerinin
yanında; "Önce gelen büyüklerimizin âdetlerine aykırı düşen hiçbir şey
yapmıyacağım. Selâm alayına katılmayacağım." dedi. Bu durum gerginliği artırdı
ve talebeleri de dehşete düşürdü. Kısa görüşlü sultan, büyüklerin maneviyât
gücünün ve onların duâsının red olunmayacağının farkında değildi. Hâlbuki
Nizâmeddîn Evliyâ, hakîkatin yanında olduğundan emindi. Hakîkat, ama bugün, ama
daha sonra dünyânın geçici üstünlüklerine karşı şerefli bir şekilde gâlib
gelecekti. Bu sebebten o, inanç ve sadâkatiyle tam bir sükûnet ve huzur
içerisindeydi. Ayın yirmi dokuzuncu gecesi, mağrur Sultan Kutbeddîn, sarayında
uyurken en güvenilir adamlarından olan Hüsrev Hân tarafından başı kesilerek
öldürüldü. Fârisi beyt tercemesi:
Zavallı korkak kedi niçin
yerinde oturmuyorsun.
Gücünü aslana karşı
deneyip cezâya lâyık oluyorsun.
Kutbeddîn Hilcî'nin yerine
geçen Hüsrev Hânın ömrü çok kısa oldu. Hazînede bulunan paraları ulemâ ve
dervişlere dağıttı. Nizâmeddîn Evliyâ'ya da beş yüz bin gümüş para gönderdi. Her
zaman olduğu gibi, o büyük zât, bütün bu parayı fakirlere dağıttı. Mültan vâlisi
Gıyâseddîn Tuğlak, sultanın öldürülmesinden sonra hemen ordusuyla Dehli'ye
gelerek, Hüsrev Hânı öldürüp sultan oldu. Gıyâseddîn Tuğlak, hazîneye bakıp
hiçbir şey olmadığını görünce, daha önceki sultanın dağıttığı bütün paraları
geri istedi. Herkes paraları sultâna gönderdi. Sâdece Nizâmeddîn Evliyâ,
kendisine gönderilen paraları, yeni sultâna vermedi ve buyurdu ki: "O paralar,
Allahü teâlânın malıydı. Allahü teâlâ yolunda gitti." Bu cevap sultânın hoşuna
gitmedi ve geri alma yollarını araştırdı.
Nizâmeddîn Evliyâ'nın
büyüklüğünü kıskanan, Sultân Kutbeddîn'in acı sonundan mesûl olan saray erkânı,
bir kere daha Sultan Gıyâseddîn Tuğlak'ı o büyüğe karşı kışkırtarak, eski
yaptıklarını denediler. Ona olmayacak şeyleri söylediler. Sultâna bağlı âlimler
ile Nizâmeddîn Evliyâ arasında münâzara olması kararlaştırıldı. Yapılan
münâzarada Nizâmeddîn Evliyâ'nın naklettiği hadîs-i şerîfleri diğer âlimler
kabûl etmedi. Bir kırgınlık oldu. Dergâhına geri dönen Nizâmeddîn Evliyâ, üzgün
bir şekilde talebelerine şöyle dedi: "Dehli âlimlerinin ve saray adamlarının,
içi, bize karşı kıskançlık ve düşmanlıkla kaynıyor. Münâzarada bana karşı açıkca
saldırmalarından bu anlaşılıyor. Ayrıca onlar, yüce Peygamberimizin hadîs-i
şerîflerini dinlemeyi de reddettiler. Bunun gibi îtirâzı gayri kâbil olan
şeylerle münâkaşa etmeye, ancak Peygamber efendimizin hadîsine inanmıyanlar
cesâret edebilirler. Sultânın yanında bunlar, hadîslerin en sahîhini bile kabûl
etmeyi reddederek mağrûr bir edâ ile konuştular. Resûl-i ekremin sahîh
hadîslerini kabûl etmeyen bir âlimi ne görmüş, ne de duymuştum. İçinde, böyle
mağrûrâne ve yanlış yollara sürükleyen münâzaraların yapıldığı şehir, nasıl
parlak vaziyette kalabilir? Onun tuğlaları bir gün yıkılıp birbirine çarparsa
şaşmamak gerekir. Sultan ve ona bağlı âlimler, hakkı söylemeyen kâdılar, bu
şekilde Peygamber efendimizin hadîsine göre hareket etmeyecekleri işitildikten
sonra, alelâde halk, Allah ve Peygambere olan îmânlarını nasıl sağlam bir
şekilde muhâfaza edebilir? Bu şekildeki âlim ve dînî liderlerindeki inanç
noksanlığı sebebiyle, Allahü teâlânın cezâsının; kıtlık, salgın hastalık ve
sürgün şeklinde bu şehre gelmesinden korkarım." Bir süre sonra, Dehli'de büyük
bir kıtlık oldu. Arkasından, salgın hastalık yayıldı. Halk çok zorluk çekti.
Sultan ve yardakçılarının hepsi, bu hastalık ve kıtlıkta öldüler.
Tâbiînin
büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin
Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Enes bin Mâlik hazretleri:
“İmâmlık yapmakta Resûlullah efendimize, Ömer bin Abdülazîz’den daha çok
benzeyen kimse görmedim.” buyurdular.
Ünü her tarafa yayıldı. Pek
çok kimse, kendi memleketini terk edip, Hicaz’a geldi. Mescid-i Nebî’yi
genişletmeye ve esaslı bir tâmiratını yaptırmaya başladı. Genişletmede Mescid-i
Nebî'nin dört duvarı da yıkılıp, doğu tarafındaki zevcât-ı tâhirât odaları
mescide katıldı. Hücre-i seâdetin dört duvarı yıkılıp, temelden yontma taşlarla
yeniden yapıldı. Temel açılırken hazreti Ömer’in bir ayağı görüldü. Hiç
çürümemişti. Hücrenin etrafına ikinci bir duvar daha yapıldı. Hiç kapısı olmayan
bu duvar beş köşeliydi. Duvarlar, direkler ve tavan altın ile süslendi. İlk
olarak mihrâb ve dört minâre yaptırdı. Bu iş üç sene sürdü. Ömer bin Abdülazîz
711 senesine kadar Haremeyn vâliliği yaptı. Halîfe Süleyman bin Abdülmelik iki
oğlu olmasına rağmen ahidnâme yazıp, mühürleterek Ömer bin Abdülazîz’i kendisine
halef gösterdi. Bunu veziri Recâ’ya verdi.
Halîfe Abdülmelik’in 717
târihinde vefâtı ile vezîri Recâ emirleri toplayıp mühürlü ahidnâmeyi açarak
okudu. Ömer bin Abdülazîz hazretleri ahidnâmede kendi ismi okunduğu zaman
şaşırıp kaldı. İstifâ isteğinde bulunduysa da kabûl edilmedi. Emirler, Ömer bin
Abdülazîz’in İslâm halîfeliğine bîat ettiler. Vezir Recâ, halîfenin koluna
girip, mimbere çıkardı. Ömer bin Abdülazîz cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâdan sonra;
“Ey insanlar! Bizimle berâber olacak kimsede şu beş şartı istiyorum. Bunlar:
Bize hâlini bildiremeyecek olan halkımın hâlini anlatmak, hayırlı işlerde bize
yardım ve hayra delâlet eylemek, kimse hakkında gıybet etmemek ve boş şeyler ile
meşgûl olmamak. Bunlar yoksa bize yaklaşmasın.” dedi. Böylece ikinci halîfe
hazret-i Ömer bin Hattâb’ın yolunda olarak işe başladı. Ömer bin Abdülazîz’in
hâllerini anlatmak için şâirler ve hatîbler hutbeler okudular. Onun medh ve
senâsını dillerde dolaştırdılar. Zâhidler ve fakihler dahi; “Biz bu zâtın sözüne
aykırı fiilini görmedikçe ondan ayrılmayız.” dediler.
Reyyâh bin Ubeyde anlatır:
“Ömer bin Abdülazîz hazretleri Medîne’de vâli iken bir gün koluna girdiği zayıf
bir ihtiyarla birlikte gördüm. Bu ihtiyarın onun yanında böyle durmasına hayret
ettim. Sonra Ömer bin Abdülazîz’in yanına gidip ona; “Allahü teâlâ sana
iyilikler versin. Yanınızdaki elinizden tutan ihtiyar kimdi?” dedim. Bunun
üzerine bana; “Ey Reyyâh! Bu kardeşim Hızır aleyhisselâmdır. Bana ileride âdil
bir idâreci olacağımı haber vermeye gelmiş.” diye cevap verdi.”
Ömer bin Abdülazîz halîfe
olduktan sonra hilâfet konağına götürülmek üzere alay atları getirdiklerinde;
“Bunlar ne?” dedi. “Hilâfete mahsus bineklerdir.” cevâbını işitince; “Kendi
atım, benim hâlime daha muvâfıktır.” diyerek saltanat bineklerini geri çevirip,
kendi hayvanına bindi. Hilâfet otağına gitmeyip; “Hilâfet otağında Süleyman’ın
âilesi var. Ben onların rahatsız olmalarını uygun görmem. Onlar yerleşinceye
kadar, benim kıl çadırım bana yeter!” buyurdu. Bu sözleri, insafı ve ahlâkî
büyüklüğünü ne güzel ifâde etmektedir. Evine gitti. Âzâdlı kölesi, onun pek
kederli ve düşünceli olduğunu görünce: Bu hâlinizin sebebi nedir? diye sordu.
Cevâbında buyurdu ki: “Doğudan batıya kadar olan Ümmet-i Muhammed’in hukukunu
yerine getirme vazifesi bana verildi. Bundan büyük endişe edecek şey olur mu?”
Daha sonra hanımı ve amcasının kızı olan Fâtıma binti Abdülmelik’i yanına
çağırıp, buyurdu ki: “Eğer benimle birlikte yaşamak istersen ziynet ve
mücevherlerini beytülmâle bırak. Zirâ onlar senin yanında iken ben seninle
berâber olamam.” Fâtıma, bütün ziynet ve mücevherlerini beytülmale verdi.
Fâtıma’nın bu davranışı, Peygamber efendimizin kızı hazreti Fâtıma gibi mânevî
süsler ve rûhî meziyetler ile yaşamaya karar verdiğini göstermekteydi. Ömer bin
Abdülazîz’in elli bin altını vardı, hepsini dağıttı. Bir elbisesi kaldı.
Câriyelerine de; “Serbestsiniz. İsteyeniniz olursa, âzâd ederim. Benden bir
talepte bulunmamak şartı ile kalmak isteyen varsa kalabilir. Çünkü verilen
vazife beni sizinle meşgûl olmaktan alıkoyuyor.” buyurdu. Hepsi ağladılar,
üzüldüler. Hanımı Fâtıma’yı dahi serbest bıraktı. O da üzülüp ağladı.
Efendisinden ayrılmadı.
Ömer bin Abdülazîz halîfe
olduğu sene Medîne-i münevverede bulunan, oğlu Abdülmelik’e şöyle yazdı:
"Şahsımdan sonra kendisine nasîhatte bulunup, gözetip, muhafaza etmek
mecbûriyetinde olduğum, ilk insan sensin. Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. Allahü
teâlâ bize çok lütuf ve ihsânda bulundu. O’ndan, ihsân ettiği nîmetlere karşı
şükür yapabilme kuvveti vermesini dileriz. Allahü teâlânın babana ve sana olan
lütfunu hatırla. Kendine, gençliğine ve sıhhatine dikkat et. Eğer hamd
(Elhamdülillah), tesbîh (Sübhânallah), tehlil (Lâ ilâhe illallah) diyerek,
dilini zikirle meşgûl edebilirsen bunu yap."
Ömer bin Abdülazîz
hazretleri hilâfet makâmına geçtiği gün, zamanının tanınmış fıkıh âlimlerinden
Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Ka’b Kurazî’yi dâvet edip,
onlara; “Halk her ne kadar bir nîmet olarak görüyorsa da ben bu halîfelik
makâmını; taşıyamayacağım bir yük ve çok ağır bir mesûliyet olarak görüyorum. Bu
yükün altına girdim. Benim için çâre ve tedbir olarak nasîhatleriniz nedir?”
diye sordu. Onlardan biri dedi ki: “Yârın kıyâmet günü kurtulmak istersen
müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini evlâdın
bil. O zaman bütün müslümanlara, kendi evindeki, ana-baba, kardeş ve evlâdın
gibi muâmele etmiş olursun.” Ömer bin Abdülazîz, halîfe olunca, üzerine aldığı
mesûliyetin ağırlığından dolayı iki ay müddetle üzüntü ve keder içinde kaldı.
Millet ve memleket işlerini adâletle idâre etmekte ve hak sâhiplerine haklarını
iâde etmekte çok hassas davranıyor, kendisini hiç düşünmüyordu.
Ömer bin Abdülazîz, yakın
dostu hazret-i Sâlim’e; “Kardeşim Sâlim! Allahü teâlâ beni halîfelik ile imtihan
ediyor. Yemin ederim ki, kurtulamıyacağımdan korkuyorum. Bana, dedem hazret-i
Ömer’in mektuplarını, hayâtı hakkında bilinenleri, müslümanlara ve gayr-i
müslimlere olan hükümlerini bildir. Hazret-i Ömer’i kendime nümûne kabûl ettim.
Ona göre hareket edeceğim.” dedi.
Halîfeliği zamanında yaptığı
bütün işlerde gözleri önüne kıyâmet gününü getirirdi; halkının haklarını
lâyıkıyla yerine getirememekten çok korkuyordu. Halîfeliğini adâlet ile yürütüp,
Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört büyük halîfe) yolundan ayrılmadı. Önemli memuriyetlere
dirâyetli ve âdil bildiklerini tâyin etti.
Müslim ve gayr-i müslim
tebeasına çok âdil davranıp, yaptığı işlerde adâleti yaygınlaştırdı. Ehl-i Beyte
dil uzatanların çirkin hareket ve sözlerine mâni olup, son verdi. Ehl-i Beyte
çok saygı gösterir ve yardım ederdi. Hazret-i Muâviye’nin vefâtından sonra,
hutbelerde Ehl-i Beyte lânet okumak âdet olmuştu. Halîfe olunca, ilk iş olarak
bu âdeti kaldırdı. Ehl-i Beyte karşı çok saygılıydı. Onlara devamlı yardım
ederdi. Peygamberimizin vakıf ettiklerinden, Fedek bahçesini tekrar Ehl-i
Beytten Muhammed Bâkır’a iâde etti. Toprak hukûku ve mâliye alanlarında
Peygamber efendimizin emirlerini yerine getirdi. Müslüman olan gayr-i
müslimlerden cizye vergisini kaldırdı. Her tarafta müslüman olanların sayısı
arttı. Doğuda ve batıda milyonlarca gayr-i müslim, müslüman oldu. İslâm orduları
doğu ve batıda fetihlere girişti. Malatya şehri, Rumlar’dan yüz bin esir
karşılığı satın alındı. Preneler aşılıp Fransa’ya girildi. Narbonne ele
geçirildi. Burada güçlü üsler kuruldu. Afrika’da bütün Berberîler onun zamanında
müslüman oldu. Mûsevî, hıristiyan ve ateşperestlere gösterdiği yapıcı siyâset
karşısında, onların arasında İslâmiyet geniş ölçüde yayıldı. Müslüman ve gayr-i
müslim bütün tebeası tarafından sevildi. Hak ve adâletin yayılmasında ve zulmün
kalkmasında çok hizmet etti. Zamanında kurt ile kuzu berâber yaşadı.
|
|