CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

DEVLET BAŞKANLARINA VE İDARECİLERE NASîHAT - 2

SEN DE ÖLECEKSİN!

 

Bir gün Hasan-ı Basrî'ye Ömer bin Abdülazîz,

Yazdı ki: "Nedir bana, mühim nasîhatiniz?

 

Zîrâ hükümdar oldum, bilcümle müslümana,

Muvaffak olmam için, tavsiyeniz ne bana?"

 

O da ona yazdı ki: "Yâ Emîrel müminîn,

Çoktur mesûliyeti, idâre edenlerin.

 

Şunu bil ki bir sultan, bedende kalp gibidir,

O iyi olur ise, milleti de iyidir.

 

Bozulur milleti de, bozulursa o sultan,

O halde sen kendine, dikkat eyle her zaman.

 

Gerçi bugün sultansın, tebana hükmedersin,

Lâkin bir gün sen dahi, ölüp kabre girersin!

.

Şimdi hep sevdiklerin, yanındadır bu günde,

Lâkin yalnız kalırsın, kabire girdiğinde.

 

Bil ki imtihandasın, yâ Ömer sen şu anda,

Öyle amel eyle ki, kaybetme imtihanda.

 

Sana yazdıklarımın, ilâçtır her birisi.

Ve lâkin kullanmazsan, hiç olmaz fâidesi."

 

Hasan-ı Basrî ona, başka bir mektubunda,

Buyurdu ki: "Bu dünyâ, biter elbet sonunda,

 

Zîrâ bu, bir konaktır, ölünce sona erer,

Ebedî kalacak yer âhirettir yâ Ömer.

 

Dünyâyı üstün tutan, zelîl olur âkıbet,

Zîrâ Allah dünyâya, bir zerre vermez kıymet.

 

Süslenmiş gelin gibi, cezbeder dünyâ seni,

Ahmak olan kaptırır, dünyâya kendisini.

 

Evet, gerçi dünyâlık, lâzımdır her mümine,

Lâkin onun sevgisi, girmemeli kalbine.

 

Zîrâ kalp, nazargâh-ı ilâhîdir âşikâr,

Dünyâ muhabbetinin, orada ne işi var?

 

Dünyâyı seven kişi, düşer onun ardına,

Ve lâkin hiç bir zaman, eremez murâdına.

 

Her gün ayrı düşünce, her gün ayrı bir keder,

Ona kim aldanırsa, ömrünü heder eder.

 

Halbuki dünyâ benzer, insanın gölgesine,

Yakalamak istesen, o kaçar senden yine.

 

Sen dünyâdan kaçarsan, o gelir hep ardından,

Tecrübe edilmiştir, bu böyledir her zaman.

 

Yâ Ömer, bu insanlar, uyumaktadır, ancak,

Melekül mevt gelince, âniden uyanacak.

.

Hak teâlâ dünyâya, verseydi biraz kıymet,

Vermezdi kâfirlere, dünyâdan zerre nîmet.

 

Yâ Ömer peygamberler, âlimler ve velîler,

Ona aldanmamayı, nasîhat eylediler.

 

Zîrâ âhiret için yaratıldı bu insan,

Ve hesap verecektir, dünyâda yaptığından.

 

Hem dahi sonu yoktur, ebedîdir âhiret

Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.

 

İnsan sonsuzluk için, yaratıldı yâ Ömer,

Öyleyse buna göre, âhirete değer ver."

 

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Sultan Şemseddîn fevkalâde bağlı, önde gelen talebelerinden idi. Hâce hazretleri sözünü dinleyen herkese yaptığı gibi, sultan olan bu talebesine de, dinleyenlerin dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşacakları çok kıymetli nasîhat ve tavsiyelerde bulunmuştu. Ona, hazret-i Ömer gibi ve Ömer bin Abdülazîz gibi bir sultan olmasını, âdil olmakta, mazlûmun hakkını korumakta, insanların ihtiyaçlarını gidermekte, onlar gibi olmaya gayret etmesini, geceleri uyanık kalmasını, ibâdet ve tâatle meşgûl olmasını, uyku bastıracak olursa, abdestini tâzelemek sûretiyle bunu gidermesini, böylece namaz kılmaya, ibâdet ve tâat yapmaya devâm etmesini söyledi. Gece, hizmetçileri dâhil hiç kimseyi uyandırmamasını, rahatsız etmemesini bildirdi. Gece karanlık bastırdığında, tebdîl-i kıyâfet ederek, tanınmamak için, fakirlerin giydiği bir elbise giyerek şehri dolaşmasını, fakirlerin ve ihtiyaç sâhiplerinin kapılarını çalarak onlara gizlice yardımda bulunmasını tenbih ederdi. Câmilerin devamlı kontrol edilerek, rahatça ibâdet edilmesine mâni olan bir şeyin bulunmamasını, varsa derhal yok edilerek, müslümanların gâyet rahat ibâdet edebilmelerinin temin edilmesini sultâna emrederdi. Gündüz olduğunda, sarayın, bütün sıkıntıların çaresine bakıldığı bir yer olmasını, geceyi aç geçirmiş olanların aranıp bulunmasını, saraya çağrılarak yardım edilmesini tavsiye ederdi. Nerede, kime bir sıkıntı veriliyorsa, sıkıntıyı verenin sarayın adamlarından biri bile olsa derhal cezâlandırılmasını, ahâliden dinli dinsiz hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasını emrederdi. Hattâ bu gibi hâllerin derhal tesbit edilebilmesi için sarayın çatısında bir kulübe bile yapılmıştı. Allahü teâlânın huzûrunda ağırlığını taşıyamayacağı mesûliyetlerin, işitmeye tahammül edemeyeceği, izâh etmeye imkân bulamayacağı, şikâyetlerin ortaya çıkabileceği kıyâmet gününden çok korkmasını emrederdi. Sultan hazret-i Hâce'nin nasîhatlerinden, sohbetlerinden, feyiz ve bereketlerinden çok istifâde edip, bu yolda çok ilerlemiş idi. Ahâlisinden hiçbir kimseye zulüm ve haksızlık edilmezdi. Sultan bir gün Hâce Kutbüddîn hazretlerinin yanına geldi. Eteklerini tuttu. Hâce hazretleri ona bakıp, aklından geçenleri söylemesini istedi. Sultan şöyle anlattı: "Allahü teâlâ bana bir saltanat ihsân eyledi. Elbetteki kıyâmet günü bana bu ağır yükün hesâbını soracak. O zor günde sizin beni terk etmemeniz için yalvarıyorum." O da bunu kabûl etti.

Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir defâsında Halîfe Mehdî, "Bana nasîhat et." dedi. Mâlik bin Enes hazretleri; "Sana Allahü teâlâdan korkmayı tavsiye ederim. Peygamber efendimizin diyârına ve O'nun komşularına lütufta ve şefkatte bulunmalısın. Çünkü Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: "Medîne benim hicret yurdumdu, kabrim burada, tekrar dirilmem burada olacaktır. Medîne halkı benim komşularımdır. Benim komşularımın hukûkuna riâyet etmek ümmetime borçtur. Kim onları korursa, ben kıyâmet günü ona şefâatçi olurum." Bu tavsiyeleri dinleyen Halîfe Mehdî, bizzat Medîne evlerini dolaşıp ihsanlarda bulundu. Medîne'den çıkacağı sırada Mâlik bin Enes onunla karşılaştı. Mehdî; "Dün bana yaptığın o tavsiyeyi tutacağım, eğer sağ sâlim kalırsam onları hiç unutmayacağım." dedi.

İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretleri halîfelere ve devlet adamlarına sözlü nasîhatlardan başka, mektup yazarak da nasîhat ederdi. Halîfelerden birine şöyle bir mektup yazmıştı: Bilmiş ol ki, Allahü teâlâ sana benim nasîhatte bulunmamı nasîb etti. Bu tavsiyelerimin saâdetine vesîle olacağını umarım. Allahü teâlâ Cennet'e götüren saâdet yollarını açar. Allahü teâlâ bana ve sana merhametini ihsân buyursun. Sana yazdıklarım, Allah'ın emirlerini yerine getirmekle ve Allah'ın inâyetiyle felâha, kurtuluşa sebeb olur. Allah, sizi tebeanız için korusun. Zîrâ onların küçüğünden büyüğünden sen sorumlusun. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Hepiniz birer çobansınız." buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte de; "Kıyâmette vâli getirilir. Elleri boynuna bağlanmıştır. Ancak adâleti sâyesinde eli çözülür. Serbest bırakılır." buyurdu. Hazret-i Ömer şöyle derdi: "Vallahi eğer Fırat-Dicle kıyısında bir koyunun kuzusu helâk olursa, Allahü teâlâ onu Ömer'den sorar." Hazret-i Ömer on defâ hac yaptı. Benim bildiğime göre bir haccında ancak on iki dinar harcardı. Çadıra değil, ağaç gölgesine konardı. Boynunda süt kırbası taşırdı. Çarşı pazar dolaşır, insanların hallerini sorardı. Yaralandığı zaman Eshâb-ı kirâm geldiler. Onu medh ve senâda bulundular. Onlara; "Bu gibi sözlere kapılan aldanmıştır. Eğer dünyâ dolusu altın olsa, mahşer gününün korkularından kurtulmak için onların hepsini fedâ ederim." buyurdu. Hazret-i Ömer ki her işi doğru ve adâletli, her şeyde muvaffak olmuştu. Resûlullah aleyhisselâm onu Cennet'le müjdelemişti. Bununla beraber o yine korku içinde üzerine aldığı müslümanların işlerini iyi idâre etme gayretindeydi. Hal böyle olunca başkalarının durumu nice olur. Sen, Allahü teâlâya yaklaştıran işler yaparsan, onlar yarın seni kurtarır. Seni ancak amelinin kurtaracağı o korkunç günden kork. Geçmişlerin içinden iyiler sana örnek olsun. Her işinde Allahü teâlâdan kork ve takvâya sarıl. Sana yazdıklarımı bütün zamanlarında göz önünde tut. Onlara uymayı, onlara göre hareket etmeyi kendine borç bil. Allahü teâlâdan tevfik, hidâyet ve hakikati görmeni dilerim."

Tâbiîn devrinin meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Ka’b el-Kurezî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında “Ömer bin Abdülazîz halîfe olunca, Muhammed bin Ka’b'a birisini gönderip çağırttı ve “Bana tavsiyede bulunun, yol gösterin.” dedi. Muhammed bin Ka’b, şöyle tavsiyelerde bulundu: “Kendin için istediğini insanlar için de iste. Kendin için istemediğini, iyi görmediğin şeyi, onlar için de isteme. Şunu iyi bil ki, sen ilk ölen halîfe değilsin. Ey Halîfe müslümanların senden büyüklerini baban, orta yaşta olanları kardeşin, küçük olanları da çocukların kabûl et. Büyüklerine hürmet, kardeşlerine merhamet, küçüklerine de şefkat göster.”

Hindistan'ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nasîhat ve sohbetleriyle insanların kurtuluşu için gayret ettiği gibi, sultanlara ve devlet adamlarına sözlü ve yazılı nasîhatlarda bulunurdu. Sultan Şihâbüddîn Gûrî'ye şu vasiyetnâmeyi yazıp gönderdi. "Allahü teâlâ Delhi hükümdârı Muizzüddîn Sâm'ı mübârek eylesin. Bu fakîr size ve emriniz altındakilere mânevî ve maddî rahatlık için duâ ettikten sonra derim ki: Peygamber efendimiz beni, Allahü teâlânın izniyle bu ülkeye mânevî şefâatçi ve idâreci olarak mâsûm insanları korumak, onların emniyetini sağlamak, onları hükümdârların ve şeytânî kuvvetlerin baskı ve zulümlerinden korumak için tâyin etti. Bu fakîr Allahü teâlânın izniyle bu vazîfeyi tam olarak yapmaya çalışıyorum. Bu vazîfeyi kalbimin bütünüyle, sınıf, inanç ve din farkı gözetmeksizin hayatta olduğum sürece yapmaya devâm edeceğim.

Bu fakir size ve arkadan geleceklere iyi bir hükümdârlık için aşağıdaki kâidelere uymayı tavsiye ve îkâz ediyorum. Hakîkatte bu kâideler bu ülkedeki, hindû olsun, müslüman olsun, mûsevî olsun, hıristiyan ve mecûsî olsun bütün hükümdârlar için geçerlidir. Kim bu kâideleri din farkı gözetmeksizin tatbik ederse, Allahü teâlâ onu muvaffak kılar ve o düşmanlarından korkusu olmaksızın, sağlık ve sıhhatle tebeasını idâre eder. Her kim ki bu kâideleri gözardı eder onlara uymazsa, Allahü teâlânın gazâbı onunla olur, ülkelerinde ayaklanmalar ortaya çıkar. Sağlıklı bir hayat süremez ve netîce olarak ülkesi dağılır, gider. Bu kâidelere bu sebepten bütün insanlık için uyulması gerekir.

Bu kâideler şunlardır: Birincisi; Allahü teâlânın sana tebea olarak verdiği kimselere zulmetme. Çünkü Allahü teâlâ insanları sever ve onlara zulmedenleri sevmez. İkincisi; günahlar içinde bir hayat yaşayıp hükümdârlık vazîfelerini ihmâl etme. Üçüncüsü; benim talebelerime ve onların tâbilerine, Allah adamlarına ve zamânın velîlerine sevgi ve nezâketle muâmeleyi ihmâl etme. Çünkü onlara böyle muâmele etmeyi Allahü teâlâ ve Peygamber efendimiz sever. Dördüncüsü; yukarıdaki kâideler aynı zamanda bütün diğer hükümdârlar, vâliler ve devlet teşkilâtlarında vazîfeli olan bütün vazîfeliler için geçerli ve gereklidir."

Şâfiî âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Baybars'a yazdığı bir mektupta şöyle buyurdular:

"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamdolsun. Efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve âline salât ve selâm olsun. Abdullah Muhyiddîn Nevevî'den Sultan Zâhir'e. Dînin hizmetçileri olan ulemâ daha önce size bir mektup yazmışlardı. Cevâbınız sert oldu. Gelen mektupta cihâd, dînî hükmünden ayrı olarak bildirilmektedir. Allahü teâlâ ihtiyaç hâsıl olunca, emir sâhiplerinin yanında lüzumlu îzâhlarda bulunmayı vâcib kıldı ve Âl-i İmrân sûresi yüz seksen yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu: "Vaktiyle Allahü teâlâ, kendilerine kitâb verilenlerden şöyle temînât almıştı; "Celâlim hakkı için, kitâblarımda olanı, muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz." Onlar ise söz ve temînâtı sırtlarının arkasına attılar. Böylece karşılığında biraz para aldılar. Bu ne kötü alış veriştir!.." Bu sebeple bize bu hususta bir açıklamada bulunmak vâcib olup, susmak haramdır.

Mektûbunuzda, cihâdın askere mahsus olmadığı ifâde edilmektedir. Evet öyledir. Fakat cihâd farz-ı kifâyedir. Sultanın ordusu vardır. Onların beytülmâldan muayyen bir yiyecek tahsîsâtı vardır. Bu sebeple savaştan geri kalan halk ise, gerek kendilerinin, gerek sultanın, gerekse asker ve diğerlerinin faydasına olan, herkesin muhtaç olduğu zirâat, sanat ve başka işlerle meşgûl olmaktadır.

İşte askerin ihtiyâcı beytülmâldan ayrılan tahsîsât ile temin edilmektedir. Beytülmalda kâfi miktarda para ve mal varken, halktan bir şey almak helâl değildir. Böyle olduğunda bütün İslâm âlemindeki ulemâ ittifak hâlindedir. Hamdolsun beytülmâlın para ve mala ihtiyâcı yoktur. Durum böyle olunca, cihâd ve başka zamanlarda Allahü teâlâdan yardım istenir. Resûlullah'ın sünnet-i seniyyesine ve dînin emirlerine uyulur.

Önceki ve bu mektupta yazdıklarımızın hepsi, hem size, hem de halka nasîhattır. Bu nasîhatlerde kınanacak hiçbir şey yoktur. Halka yumuşak muâmelede bulunmayı, şefkat göstermeyi, Ehl-i sünnet yolunu ve Resûlullah'a tâbi olmayı sevdiğinizi bildiğimiz için, size bu nasîhatleri yaptık.

Bizim nasîhatimiz sebebiyle, halkı ve ulemâyı tehdit etmenize gelince, böyle şeyler sizin adâlet ve hilminize muvâfık değildir. Müslümanların zayıfları ve güçsüzleri, sultana nasîhatten başka ne yapabilir. Halbuki, onlar nasıl nasîhat edileceğini de bilmemektedirler.

Şahsıma gelince, gerek tehdid ve gerekse tehdidin de ötesinde her hangi bir durum, Allahü teâlânın izni ile, bana zarar vermez ve nasîhatten alıkoymaz. Çünkü ben ve benim durumumda olanlar, sultana nasîhat etmemizin vâcib olduğuna inanıyoruz. Bir vâcibi îfâ ederken, başıma gelecek şey, Allahü teâlânın katında benim için hayırlıdır. Resûlulah sallallahü aleyhi ve sellem nerede olursak olalım, hakkı söylememizi, Allahü teâlânın rızâsı yolunda kınayanın kınamasından korkmamamızı emretmiştir. Biz, dünyâ ve âhirette size faydalı olacak işleri yaparak devamlı hayırlara vesîle olup, kıyâmete kadar hayırla yâdedilmenizi, bu sebeple ebediyyen Cennet'te kalmanızı istiyoruz. Allahü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketleri Peygamber efendimiz üzerine olsun!.."

Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Meymûn bin Mihran anlatır: Yezîd-i Rakkâşî, Ömer bin Abdülazîz hazretleri’nin huzûruna geldi. Ömer bin Abdülazîz, Rakkâşi'ye; “Bana nasîhat et.” dedi. O da “Ey müslümanların emîri! Senden önceki halîfeler öldüğü gibi sen de öleceksin.” dedi. Ömer bin Abdülazîz bunu duyunca ağladı ve “Devam et.” dedi. Yezîd-i Rakkâşî: “Âdem aleyhisselâmdan sana gelinceye kadar hiç bir baban hayatta değildir. Hepsi vefât ettiler.” dedi. Ömer bin Abdülazîz ağlıyarak, yine “Devam et” dedi. Yezîd-i Rakkaşî; “Öldükten sonra Cennet ile Cehennem’den başka gidilecek yer yoktur.” dedi. Halîfe Ömer, bunu duyunca düşüp bayıldı.

Kendisine Allahü teâlâ kimleri çok sever diye sordukta o; “Allahü teâlâ şu üç kimseyi çok sever: 1) Gücü yettiği halde affedeni, 2) Hiddetli ânında öfkesine hâkim olanı, 3) Allahü teâlânın kullarına şefkatli olanı.” buyurdu.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri, veliahd Yezîd bin Abdülmelik’e şöyle yazdı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Müminlerin emîri Ömer bin Abdülazîz’den, Yezîd bin Abdülmelik’e. Sana selâm eder ve sana kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamdimi bildiririm. Ben hastayım. Ağrı ve sızıya tutuldum. Buna rağmen üzerime aldığım işlerden mesûlüm. Allahü teâlâ yarın beni bunlardan hesâba çekecek, orada yaptıklarımı gizleyemeyeceğim. Eğer Rabbim, benden râzı olursa, ancak orada zelîl ve hakîr olmaktan kurtulurum. Bir de râzı olmazsa, yazık bana. O zaman benim hâlim nasıl olur. Allahü teâlâ bizi, yüce rahmetiyle Cehennem’den muhafaza buyurup, rızâsına kavuştursun. Bu bakımdan sana Allahü teâlâdan korkmanı, haram kıldığı şeylerden sakınmayı tavsiye ederim. İnsanlar hakkında Allahü teâlâdan kork, zulüm ve haksızlıktan uzak dur.

En güzel söz, Allahü teâlâya hamdetmek (Elhamdülillah demek) ve O’nu anmaktır. Kim Cennet’i seviyorsa, Cehennem’den kaçar. Şimdi ecel gelmeden, ameller sona ermeden, Allahü teâlâ insanları ve cinleri hesâba çekmek için huzûruna getirmeden önce, tövbeyi fırsat bilmeli ve af ve magfirete kavuşmayı kazanç bilmelidir. Kıyâmette, hesap gününde, mâzeret kabûl edilmez. O zaman bütün gizli şeyler ortaya çıkarılır. Herkes kendi başının çâresini arar. İnsanlar, amelleriyle gelirler. Herkesin amellerine göre durumu ayrı ayrıdır. O gün, dünyâda Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine uyup, yasaklarından uzak kalmış olanlara ne mutlu! Dünyâda Allahü teâlâya isyân ederek âhirete göçenlere o gün çok yazık! Onların o gün çok acınacak hâlleri var. Allahü teâlâ seni, zenginliklerle imtihan ederse, onda orta yolu tut. Onu Allahü teâlânın rızâsına uygun yerlere sarfet, ondan fakirleri de faydalandır. Allahü teâlânın emri olan zekâtını ver. Sakın övünme! Kendini beğenme! Kendini başkalarından üstün görme!” dedi.

Anadolu'da yetişen meşhûr velîlerden Pîr Ali Aksarâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Pâdişâh Sultan Süleymân Han İran seferinde Aksaray’a uğradığında ziyâret bulunmuştur. Bu ziyâreti sırasında Sultana şöyle nasîhat etmiştir: "Allahü teâlâ senden adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, bu dünyâ da senindir, âhiret de. Adâletle hareket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçirme, kendine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zâlimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olursun. Peygamberleri düşün, dîni gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Allahü teâlâ seni başaşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün.

Sen Peygamber aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Git adâlet tohumu ek de, her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü virân ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyân edenleri Cehennem ateşine atarlar.

Bak düşün bir kere binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor. Git din erbâbına yardımcı ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhatlarımı bir inci gibi kulağına küpe yap."

Bu nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul'a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; "Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim." dedi. Pâdişâh İstanbul'a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil'i ve birkaç mürîdini İstanbul'a gönderdi.

Tâbiîn devrinde Basra'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Hâlife Mehdî Bağdat'a dâvet edip getirtti. Bağdat halkı kendisinden çok istifâde etti. Halîfenin âlimlere hürmeti ve ikrâmı çoktu. Sâlih el-Mürrî'nin Bağdat'a gelişinde, halîfe onu daha yolda iken karşıladı. Sonra veliahdı olan iki oğluna (Mûsâ ve Hârun'a): "Kalkınız! Büyüğünüzü hayvandan indiriniz!" diye emretti. Kendisine böyle iltifat edildiğini görünce, bundan çok sıkıldı. Çünkü onun çok mütevâzi yaşayışı olup, gösterişten ve iltifattan hoşlanmazdı. Sâlih bin Beşîr, halîfenin huzûruna varınca ona nasîhat olarak buyurdu ki: "Ey müminlerin emîri! Şimdi sana bâzı tavsiyelerde bulunacağım. Yalnız sabır etmenizi ve tahammül göstermenizi tavsiye ediyorum. Çünkü Allahü teâlâya en yakın kul, yapılan acı nasîhatlara bile tahammül edip, kabûl edendir. Resûlullah efendimize yakınlık isteyenlere yakışan, O'nun güzel ahlâkı ile ahlâklanması ve O'nun yüce sünnetine sarılmasıdır.

Ey müminlerin emîri! İşlerinde çok dikkatli ol ve Allahü teâlâdan kork! Sana Allahü teâlâ ilim ve anlayış vermiştir. Bu bakımdan huzûr-ı ilâhîde "Bilmiyorum" diye mâzeret beyân edemeyeceksin.

Ey müminlerin emîri! Resûlullah efendimiz, ümmetine haksızlık edenlerin hasmıdır. Kim Resûlullah'a hasım olursa, Allahü teâlâ da o kimseye hasım olur. Allah'a ve Resûlüne karşı gelmesinden dolayı o kimseye, kurtuluşuna mâni olan engeller hazırlanır. Böyle olunca yarın kıyâmet gününde, ayağını sağlam yere basmak istiyorsan, Allahü teâlânın kitâbına (Kur'ân-ı kerîme) ve Resûullah'ın sünnet-i seniyyesine sarıl! Bunun için, günahlarını, yaptığın haksızlıkları tekrarlamak sûretiyle, Allah'a ve Resûlüne karşı gelmen sana yakışmaz. Ben, bu nasîhatımı sana Allah rızâsı için yaptım. Senin de bunlara kulak verip sarılman lâzımdır."

Bu nasîhatlar, halîfenin çok hoşuna gitti. Hemen ona hediye ve ihsânlarda bulunulmasını emretti. Fakat Sâlih bin Beşîr, bunların hiç birini kabûl etmedi. Bunun üzerine halîfe çok ağladı. Sâlih-i Mürrî'nin bu nasîhatını, halîfe kendi özel defterine yazıp dâima onlara uygun hareket etmeye çalıştığı anlatılmaktadır.

 

FAYDASI OLMAYACAK

 

Sâlih ibni Beşir ki, Tâbiînden bir kişi,

Sünnet-i seniyyeye, muvâfıktı her işi.

 

Halîfe Mensur onu, Bağdat'a etti dâvet,

Ayakta karşılayıp, gösterdi büyük hürmet.

 

Ve dedi: "Bir nasîhat, eyleyin de fakîre,

Saltanat işlerini, yapayım ona göre."

 

.

Buyurdu: "Ey halîfe, tavsiyem şu ki sana,

Merhameti, elinden, bırakma her insana.

 

Resûlün ahlâkıyle, tezyîn et ahlâkını,

Hep O'nun sünnetine, uydur harekâtını.

 

Dikkat et her işine, kork ve titre Rabbinden

Bir an bile bırakma, adâleti elinden.

 

Mâdem ki akıllısın, var ilmin, mârifetin,

Yarın mahşer gününde, geçmez hiç mâzeretin.

 

Ey Mensur, kork zulümden, milletine hep acı,

Yoksa Peygamberimiz, senden olur dâvâcı.

 

Kurtulmak istiyorsan, Cehennemden, ateşten,

Uzak dur büyük-küçük, günah olan her işten."

 

Çok tesir etmiş idi, bu sözler halîfeye

Bir kese altın alıp, uzattı bu velîye.

 

Lâkin kabûl etmedi, o, eliyle iterek,

Mensur bunu görünce, ağladı yaş dökerek.

 

O Kur'ân-ı kerîmi, hüzünle okuyordu,

Azâb âyetlerine, gelince korkuyordu.

 

Birgün yine okurken, Kur'ân'dan şu âyeti,

Yine aynı şekilde, sarardı benzi beti:

 

Onlar döndürülünce, "Cehennem ateşi"ne,

Düşerler çok büyük bir, "pişmanlığın" içine.

 

Ve o zaman derler ki "Eyvâh bize, vâh bize,

Keşki biz de ibâdet etseydik Rabbimize."

 

Peşinden bir âh edip, bayılıp yere düştü,

Baktılar nabzı durmuş, bu korkuyla ölmüştü,

 

Her gece uzun uzun, yapardı çok ibâdet,

Sonunda göz yaşıyle, ağlardı uzun müddet.

.

Derdi ki: "Bir müslüman, bilmek isterse eğer,

Rabbimiz kendisine, ne kadar verir değer?

 

Baksın her gün yaptığı, iş ve amellerine,

Ne kadar değer verir, o, Rabbinin emrine?"

 

Derdi ki: "Âhirette, iyilik bekliyorsan,

Dünyâdayken herkese, yap "iyilik" ve "ihsan".

 

Rabbinden bekliyorsan, nasıl bir muâmele,

O'nun mahlûklarına, sen dahî davran öyle."

 

Derdi ki: "Çok uzundur, âhiret yolculuğu,

Şimdiden hazırlayın, azık ile yolluğu.

 

O yolda en kıymetli, azık ise takvâdır,

Yâni Allah'tan korkup, günahtan kaçınmaktır."

 

Derdi ki: "Ey insanlar, geçicidir bu dünyâ,

Sıkıntıyla doludur, siz de görürsünüz ya.

 

Bizden öncekilerin, artığıdır tamâmen,

Onun için gönlünü, kaptırma buna hemen."

 

Derdi ki: "Şaşıyorum, ben şu insanlara ki,

Sarılmışlar dünyâya, ayrılmıyacak sanki.

 

Hâlbuki biraz sonra, çıkacak sonsuz yola,

Hazırlık yapacakken, oyalanır o hâlâ.

 

Ölüm uyandırınca, uyanacaktır, ancak,

O zaman uyanmanın, faydası olmıyacak."

 

Tâbiînin büyük fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlim bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, birgün Ömer bin Abdülazîz hazretleri; mektup yazarak hazret-i Ömer-ül Fârûk'un mektublarından birisini kendisine yazmasını istedi. Bunun üzerine halîfeye şu mektubu yazdı:

"Ey Ömer! Dünyâda iken çeşit çeşit lezzetleri tadıp hayâtın her türlü zevklerini elde edip de, öldükten sonra, o güzel gözleri kafataslarında oyuk hâlini almış, yine o doymak bilmiyen karınları şimdi yarılmış olan ve senden önce geçen pâdişâhların hâlini iyi düşün ve ibret al. Şimdi onlar, yerin altında ve üstünde leş olmuşlar. Kendisine sâhip olamayan bir zavallı bile şimdi onlara, leşlerinin kokusundan, tiksinerek bakıyor."

Sâlim bin Abdullah, Ömer bin Abdülazîz'in mektubunu alınca, şu mektubu yazdı: "Bismillâhirrahmânirrahîm. Sâlim bin Abdullah'dan, müminlerin emîri Ömer binAbdülazîz'e! Sana selâm ederim. Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamd ederim. Allahü teâlâ, irâde buyurup (dileyip) dünyâyı yarattı. Dünyâyı çok kısa eyledi. Onun başından sonuna kadar olan zamanı, günün bir saati gibi yaptı. Sonra, dünyâ ve dünyâdakilerin son bulmalarını diledi ve meâlen şöyle buyurdu: "O'nun zâtından başka herşey yokluğa mahkûmdur. (Geçerli) hüküm ancak O'nundur; ve (öldükten sonra) hep O'na döndürüleceksiniz." (Kasas sûresi: 88) Allahü teâlâ, insanlara Peygamberleri vasıtasiyle kitaplar gönderdi. Bunlarla emirlerini ve yasaklarını, helâl ve haramları, emrine itâat edenlere vereceği mükâfatı, itâat etmiyenlere vereceği azâbı, v.s. bildirdi. Ey Ömer! Sen şimdi, sıradan bir insan değilsin. Büyük bir vazifeyi üzerine aldın. Bu hususta, Allahü teâlâdan başka senin yardımcın yoktur. Kendini ve ehlini muhafaza edip, hak ve hukuku gözetebilirsen, bu büyük bir nîmettir. Çünkü senden önce geçenlerden bir kısmı, yapacaklarını yaptılar. Hakkı öldürüp, bâtıl ve bid'atleri ortaya çıkardılar. Bu bid'atleri sünnet-i seniyye zannettiler. Bid'at ehli kimselerin yetişmesine fırsat verdiler. İlim sâhiplerine rahatlık verdilerse de, çok eziyet de yaptılar. Sen onlara, rahatlık ve genişlik vermekle berâber, eziyet ve sıkıntı kapısını da kapalı tut. Eğer sen Allahü teâlânın rızâsını gözetirsen, Allahü teâlâ sana yardımcı insanlar gönderir. Allahü teâlânın yardımı, herkesin niyetinin derecesine göredir. Eğer niyet tam hâlis olursa, Allahü teâlânın yardımı da tam olur. Eğer niyet noksan olursa, Allahü teâlânın yardımı da ona göre olur."

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bağdât’a vardığında Halife Hârun Reşid bunun geldiğini haber aldı ve yanına çağırttırdı. Şakîk-i Belhî, halîfenin yanına geldi. Halîfe Hârun Reşîd sordu: “Zâhid olan Şakîk-i Belhî sen misin?” Şakîk-i Belhî; “Şakîk benim ama zâhid değilim.” dedi. Halife nasîhat isteyince şöyle buyurdu: “Aklını başına topla ve çok dikkatli ol. Allahü teâlâ sana Ebû Bekr-i Sıddîk’ın makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi doğruluk istiyor. Sana Ömer-ül-Fârûk’un makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi, hak ile bâtılı ayırmanı istiyor. Sana Osman-ı Zinnûreyn’in makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi hayâ ve kerem (çok lütuf ve ihsân) sâhibi olmanı istiyor. Sana Aliyyül Mürtezâ’nın makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi ilim ve adâlet istiyor.” Hârun Reşîd; “Biraz daha nasîhat et.” deyince, Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Allahü teâlânın Cehennem diye bilinen bir yeri vardır ve seni de oraya bekçi yaptı. Eline üç şey verdi. Bunlar mal, kılıç ve kırbaçdır. İnsanları bu üç şeyle Cehennem’den uzaklaştır. Muhtaç biri gelirse ona mal ver. Allahü teâlânın emirlerine aykırı davrananları bu kırbaçla edeblendir, yola getir. Başkalarına haksızlık edenlerin, haksız yere adam öldürenlerin karşısına bu kılıçla sen çık. Eğer bunları yapmazsan Cehenneme ilk gidecek sen olursun.” Halife biraz daha nasîhat istedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Sen suyun menbaı, kaynağı gibisin. Senin vâlilerin, kumandanların da bu suyun kolları gibidir. Suyun menbaı saf, temiz, berrak olursa, suyun kolları da berrak olur. Suyun menbaı temiz olup, kollarda hafif bulanıklık olursa da zararı olmaz. Ama menbaı bulanık olursa, artık suyun kollarının saf ve berrak olmasını ümid etmek mümkün olmaz.” Hârun Reşîd; “Biraz daha anlat” dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Düşün ki çölün ortasında kaldın, susuzluktan ölmek üzeresin. Birisi getirip bir içim su satsa bu suyu kaça alırsın?" O da; “Ne kadar istiyorsa onu verir, suyu satın alırım.” dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Elinde su bulunan kimse, bu suya mukâbil senden servetinin yarısını istese, yine râzı olur musun?”. Hârun Reşîd; “Evet râzı olurum.” dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Düşün ki servetinin yarısını verip satın aldığın suyu içtin. Bir zaman geçince bu suyu dışarı atmak ihtiyâcını duydun, fakat idrar yapamadın. Öyle ki ölecek hâle geldin. Birisi çıkıp dese ki, ben senin bu sıkıntıdan kurtulmana sebeb olurum, lâkin buna mukabil olarak mülkünün öbür yarısını isterim, dese ne yaparsın?” Hârun Reşîd; “Elbette râzı olurum. Ben o sıkıntıda iken servetimin ne mânâsı var?” dedi. Bunun üzerine Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “O halde önce içtiğin sonra idrar yoluyla dışarıya attığın bir içim su kıymetinde bile olmıyan şu servetine sakın güvenme. Bir kimseye karşı bununla öğünme!” Bu nasîhatlardan sonra Hârun Reşîd çok ağladı. Şakîk-i Belhî’yi hürmet ve saygı ile uğurladı.

 

ÖĞÜNMEĞE DEĞER Mİ?

 

Bir gün Şakîk-i Belhî, hac için çıktı yola,

Bağdat'a vardığında, bir müddet verdi mola.

 

Hârun Reşîd, Şakîk'in, Bağdat'a geldiğini,

Duyunca dâvet etti, yanına kendisini.

 

Geldiğinde dedi ki: "Nasîhat eyle bana."

Buyurdu ki: "Ey Hârun, al aklını başına!

 

Hükümdar olmak ile, mühim bir mevkîdesin,

Sen şu büyük zâtları, rehber edinmelisin!

 

.

Rabbimiz Ebû Bekr-i Sıddîk'ın makamını,

Sana ihsân etti ki, veresin tam hakkını.

 

O nasıl doğru ise, sen de öyle olasın,

Onun gittiği yoldan, aslâ ayrılmayasın!

 

Ve verdi ki hazret-i Ömer'in makamını,

Sen de ayırt edesin, haktan bâtıl olanı.

 

Osmân-ı Zinnûreyn'in, makamını da sana,

Verdi ki sarılasın, hayâ ile ihsâna.

 

Hazret-i Ali'nin de, makamını verdi ki,

Sen de ilim sâhibi, olasın onun gibi!

 

Sen bu büyük zâtların yolundan ayrılırsan,

Şimdiden Cehennim'in, azâbına hazırlan!"

 

Hârun dedi ki: "Devâm et, öğütlerin ne güzel."

Buyurdu ki: "Ey Hârun, dikkat et, kendine gel!

 

Aldanma bu dünyânın, mal ve saltanatına,

Âhirette bunların, faydası olmaz sana.

 

Düşün şimdi bir çölde, günlerce kaldığını,

Hararetten susayıp, pekçok bunaldığını.

 

Tam ölecek duruma, gelmişken susuzluktan,

O anda biri gelse, hem de serin su satan.

 

Senin de susuzluktan, yanmışken böyle için,

Ne kadar mal verirsin, o suyu almak için?"

 

Dedi ki: "Ne isterse, veririm her serveti,

Olur mu hiç o zaman, malın ehemmiyeti?"

 

Buyurdu: "Yarısını, isterse servetinin,

Verir miydin meselâ, o suyu almak için?"

 

Hârun Reşid dedi ki: "Verirdim hemen elbet,

Zîrâ ben ölüyorken, neye yarar bu servet?"

.

Buyurdu ki: "Pekâlâ, içtin ve kandın suya,

Lâkin atamıyorsun, o suyu dışarıya,

 

Yâni bir damla bile, idrar yapamıyorsun,

Şiddetli sancı ile, kıvranıp duruyorsun.

 

O sırada biri de, çıkagelse âniden,

Dese ki kurtarırım, seni ben bu derdinden.

 

Ve lâkin servetinin, öbür yarısını da,

Bu kimse isteseydi, verir miydin onu da?"

 

Dedi: "Gâyet tabiî, seve seve verirdim,

Zîrâ ben kıvranırken, neye yarar servetim?"

 

Buyurdu ki: "Öyleyse, övünme malın ile,

Bir içimlik su kadar, kıymeti yokmuş bile."

 

Hârun Reşid ağlayıp, dedi: "Söyle az daha."

Buyurdu ki: "Ey Hârun, tövbe et, dön Allah'a!

 

Tövbeyi bir an bile, aslâ geciktirme ki,

Tövbe etmeden önce, ölebilirsin belki.

 

Muhakkak pişman olur tövbeyi geç yapanlar,

Zîrâ ecel çok zaman, âni gelip yakalar."

 

Bu mübârek velînin hürmetine İlâhî,

Pişman olmayanlardan, eyle sen bizi dahi.

 

 

BİR BARDAK SU

 

Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh)

 

Sultan, Ebü'l-Vefâ'dan, etti ki bir gün niyâz:

"Efendim benim için, nasîhat edin biraz."

 

Buyurdu ki: "Ey sultan, sen bu halka "Çoban"sın,

Onun için teb'ana, zulmetme aman sakın!

 

İnsâf ve adâletle, hükmedersen sen eğer,

Allah saltanatını, uzun ömürlü eder.

 

.

Ve eğer milletine, yaparsan ezâ cefâ,

Hak teâlâ bu mülkü, senden alır bu defâ.

 

Ey emîrel müminîn, düşün ve aç gözünü,

Beyhûde şeyler ile, geçirme şu ömrünü.

 

Hiç şüphen olmasın ki, bir gün sen de ölürsün,

Yaptığın her amele, bir karşılık görürsün!

 

Öyleyse öyle amel, icrâ et ki bu günde,

Göresin faydasını, yârın mahşer gününde.

 

Bu gün her ne yaparsan, yârın çıkar karşına,

Allah'a gizli yoktur, O, her şeye âşinâ.

 

Sonra hiç unutma ki, bir damla sudur aslın,

Sonra ölüp bir avuç, toz toprak olacaksın!

 

İstifâde ettiğin, şu güzelim âzâlar,

Allahü teâlânın, sana ihsânıdırlar.

 

Akıl, şuur ve idrâk, el ayak, göz ve kulak,

Hepsini senin için, bahşetti cenâb-ı Hak.

 

Hepsi âhenk içinde, çalışır muntazaman,

Bu nîmetin şükrünü, yapabilir mi insan?

 

Hak teâlâ sana hem, ayrıca da bir nîmet,

Verdi ki, senin emrin, altındadır şu millet.

 

Lâkin bu insanların, hesâbı âhirette,

Tek be tek hepsi senden, sorulacak elbette.

 

Başladı ağlamaya, sultan duygulanarak,

İçi yanıp birinden, su istedi bir bardak.

 

Getirilen o suyu, tam içerken bu defâ,

"Dur, hemen içme" dedi, sultana Ebü'l-Vefâ.

 

Buyurdu: "Bir sahrâda, farz et bulunuyorsun,

İçmeğe bir damla su, bile bulamıyorsun.

.

Susuzluğun o kadar, çoğalsa ki, sonra da,

Ölecek gibi olsan, nihâyet o sahrâda.

 

Son anda biri gelse ve elinde şu bardak,

Geçip senin karşına, o bardağı tutarak,

 

Dese ki: "Servetinin, yarısını verirsen,

Suyu sana veririm", ne cevap verirsin sen?"

 

Dedi: "İstediğini, veririm hemen elbet,

Zîrâ ben ölüyorken, neye yarar o servet?"

 

Buyurdu ki: "Pekâlâ, verdin istediğini,

Suyu içip ölümden, halâs ettin kendini.

 

Ve lâkin bu sefer de, idrâr yapamıyorsun,

Öyle ki sancısından, bir an duramıyorsun.

 

O zaman da o kimse, dese ki sana yine,

"Kavuşturabilirim, seni ben sıhhatine.

 

Ve lâkin servetinin, öbür yarısını da,

Vermelisin" der ise, verir misin onu da?"

 

Sultan hiç tereddütsüz, dedi: "Elbet veririm,

Zîrâ ben kıvranırken, neye yarar servetim?"

 

Buyurdu ki: "Öyleyse, şu bir bardak su kadar,

Değeri bulunmayan, bir servet neye yarar?

 

Ârif olan, bu mala, verir mi değer kıymet?

Kalbinde hiç besler mi, ona sevgi, muhabbet?"

 

Sultan, Ebü'l-Vefâ'nın, öperek ellerini,

Dedi: "Çok haklısınız, affedin lütfen beni."