|
DEVLET BAŞKANLARINA VE
İDARECİLERE NASîHAT - 1
Büyük velîlerden Seyyid
Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine devlet ileri gelenleri
sık sık mektup yazarak nasihat isterlerdi. Çünkü onlar Ahmed Rıfâî'nin büyük
âlim ve evliyâ bir zât olduğunu biliyorlardı. Bunlardan biri olan Abbâsî
halîfesi Ebû Ahmed Müstencid Billâh, bir adamını göndererek, Seyyid Ahmed Rıfâî
hazretlerinden nasîhat istedi. Halîfe, Ahmed Rıfâî hazretlerine gönderdiği
mektupta şöyle yazıyordu:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Emîr-ul-mü'minîn'den Seyyid Ahmed Rıfâî'ye! Sizden nasîhat istiyorum. Çünkü ben,
sizin nasîhatlarınıza çok muhtâcım. Bana yapacağınız nasîhatlar çok faydalı
olacak. Allahü teâlânın size ihsân ettiği kıymetli bilgilerden bana yazınız.
Çünkü siz, Allahü teâlânın mânevî lütuflarına mazhar olan bir zâtsınız. Bana ve
bütün müslümanlara duâ ediniz."
Seyyid Ahmed Rıfâî, mektubu
okuduktan sonra; "Ne diyeyim! Eğer nasîhate gücüm yetmez desem, riyâ olur. Eğer
gücüm yeter desem, hoş bir şey olmaz. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil
aliyyil-azîm." dedi. Sonra kâğıt istedi. Talebelerinden Ahmed bin Abdülmuhsin
Tarrî'ye şöyle yazdırdı:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun. Onun Resûlüne salât ve selâm olsun. Nasîhat
isteyen mektubunuz bana ulaştı. Peygamber efendimiz; "Din nasîhattir, din
nasîhattir, din nasîhattir." buyurdu. Eğer bu hadîs-i şerîf olmasaydı, sana bu
nasîhati yapmazdım. Çünkü, senin gibi insanlara nasîhat için iki şart lâzımdır:
1) Nasîhat edenin ihlâslı olması, 2) Amel etmek şartıyla, din kardeşinin yaptığı
nasîhatı kabûl etmek.
Ey müminlerin emîri!
Resûlullah'ın sünnetine tâbi olarak, Allahü teâlânın emirlerini nefsinde yaşar
ve Allah'ın emirlerine saygı gösterirsen, insanlar da senin memurlarına saygı
gösterirler.
Ey emîr! Bizans Kayserinin
ve mecûsî sultanlarının memleketlerindeki kuvvetlerine bakma. Onlar câhil
oldukları için, hakdan uzaklaşıp, dünyâlıklara yöneldiler. Onlar ölünceye kadar
dünyâ muhabbeti ve arzusu ile yaşadılar. Emri altında olanlara, yumuşaklıkla iyi
muâmele etmediler. Onlara güç gelecek işler emrettiler.
Ey müminlerin emîri! Sana
gelince; sen, müslümanların malını, canını ve memleketlerini muhâfaza et. Her
işinde Allahü teâlâdan kork. Her hâlinde Peygamber efendimizin emrine uy. O
zaman, Allahü teâlânın himâyesinde, Resûlullah'ın gölgesinde olur, sözü geçerli
biri olursun. Allahü teâlâ meleklerden olan ordularını sana yardımcı gönderir.
Ey müminlerin emîri! Bu
dünyâda, yiyecek, içecek ve giyecek şeylerden her gelene dikkat et. İnsanlara
zulm etmekden sakın. Şeytan seni aldatıp zulme yönelttiği zaman, nefsine; "Şâyet
zulmedilen, hapsedilen, kahredilen, iftirâ edilen sen olsaydın, kendin için
sultandan ne isterdin?" diye sor. Kendine nasıl muâmele edilmesini istiyorsan,
insanlara öyle muâmele et. Çünkü sen böyle yaparsan, adâleti ve insanlığın
îcâbını yerine getirmiş olursun. Şunu iyi bil ki senin mülk ve devletin, Allahü
teâlânın mülküne göre pek azdır. Sen ve senin mülkün, Allahü teâlânın mülküdür.
Ey müminlerin emîri! Senin
dünyâda nasîbin; seni gölgeleyecek mikdârda gölge, seni örtecek kadar elbise,
seni doyuracak kadar yiyecek, mallarından sana âit olan mikdârdır. Sen, Allahü
teâlânın emirlerine riâyet etmek sûretiyle, O'na karşı olan edebi gözetirsen,
Allahü tealânın lütuf ve ihsânlarına kavuşursun. Allahü teâlânın emrine uymaz,
mahlûklarına zarar verirsen, zâlim olursun.
Ey müminlerin emîri! Şunu
iyi bil ki, sultanların ordusu, adâlettir. Bekçileri, yaptıkları işlerdir.
Hâllerini bildiren defterleri ise, emri altında çalışanlar ve arkadaşlarıdır. Bu
defterler, halkın gözü önündedir. Onun için bu defterleri ıslâh et, muhâfazasını
sağlam yap, ordunu kuvvetlendir. Akıllı ve dindar kimselerle berâber ol. Katı
kalbli, zâlim ve dalâlette olan, sapık kimselerden uzak dur. Çünkü böyle
kimseler, senin düşmanlarındır. İşlerini, kadınların, gençlerin ve mürüvvetsiz
kimselerin eline verip, onların oyuncağı hâline getirme. Çünkü onlar işleri
karıştırır, kötü bir şekilde sonuçlanmasına yol açarlar.
Bir işi yapmak istediğin
zaman, insaflı ve adâletli ol ki, hakkı olmayan birine o işi teslim etmeyesin.
Allahü teâlâyı zikret. Kendini haksızlık yapmaktan uzak tut. Çünkü bulunduğun
makam, hak üzere bulunulacak, hak üzere yürünülecek bir makamdır. Kızdığın zaman
affa sarıl. Çünkü affetmek sûretiyle yapacağın hatâ, cezâ vermek sûretiyle
yapacağın hâtadan daha iyidir.
İşlerinde, dindâr, hikmet
ehli, din gayreti bulunan kimseleri seç. Onlar arasından da, tabiat bakımından
güzel, akıl bakımından olgun, görüşü ve konuşması iyi, delîli sağlam olanlarını
seç. Allah ve Resûlünü en iyi bilen kimseleri seç. Adâlet husûsunda, iyi veya
kötü, mümin veya kâfir, herkese eşit muâmele et. Dînin ve din ehlinin, âlimlerin
hakkını gözet. Vefât edip Rabbine kavuştuğun zaman, âkıbetinin iyi olmasına
vesîle olacak işleri yap."
İstanbul'un mânevî fâtihi,
büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
bir mektubunda Fâtih Sultan Mehmed'e şöyle nasihat etmektedir: "Bir dünyevî
râhat ve cismânî lezzete, bir de uhrevî rahat ve rûhânî lezzete dayanan iki
türlü hayat tarzı vardır. Birincisi ikinciye bakarak değersiz ve geçicidir. Şu
halde ona iltifât etme. Esâsen peygamberlere, velîlere, halîfelere rahat değil,
cefâlar ve müşkiller lâyıktır. Sen de onların yolundasın. Nasîbinden elem değil
zevk duy... Sen herhangi bir insan gibi değilsin, memleketin durumu, senin
durumuna bağlıdır. Bedende görünen her şey ruhun eseri olduğu gibi, memlekette
meydana gelen şeyler de Fâtih'in eseri olacaktır. Çünkü bedene oranla ruh ne
ise, memlekete oranla sultanlar da aynı şeydir."
Tâbiînin büyüklerinden,
velî, hadîs ve fıkıh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, Halîfe Abdülmelik'in, hac için Mekke'ye geldiğini duyup, onunla
görüşmek istedi. Bu görüşmeyi Esmâî şöyle anlatır: "Halîfe Abdülmelik, devletin
ileri gelenleriyle birlikte oturuyorlardı. O sırada Halîfeye, Atâ bin Ebû
Rebâh'ın içeri girmek istediğini haber verdiler. Bunu duyan Halîfe hemen ayağa
kalkarak, Atâ hazretlerini karşıladı. Elinden tutup, yanına oturttu. Hâlini
hatırını sorup, gönlünü aldı. Ziyâretinin sebebini sordu. Bunun üzerine; "Ey
müminlerin Emîri! Mescid-i Harâmın ve Mescid-i Nebînin bakım ve tâmiri hakkında
Allahü teâlâdan kork, bu hususa çok ehemmiyet ver." diye tavsiyede bulununca,
Halîfe; "Bu tavsiyenizi yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağım." dedi.
Atâ hazretleri tekrar şu nasîhatı yaptı: "Eshâb-ı kirâmın evlâdına iyi muâmele
et. Onları incitme. Çünkü sen, onların vâsıtasıyla bu makâma gelebildin. Emrin
altında bulunanların durumlarını da gözet. Sınır boylarında düşmana karşı nöbet
bekleyen müslümanlar hakkında da Allahü teâlâdan kork. Çünkü onlar düşmana karşı
müslümanların kal'asıdır. İhtiyaçlarını gider. Onları unutma. Sonra
müslümanların işlerini, hâllerini yokla araştır. Çünkü sen bunlardan mes'ûlsün.
Kapında emrin altında bulunanlar hakkında da Allahü teâlâdan kork, onların
hâllerinden habersiz olma. Kapıyı kilitleyip, onları kapı dışında bırakma." Atâ
bin Ebû Rebâh hazretleri nasîhatını yapıp, bitirdikten sonra, gitmeye
hazırlanırken, Halîfe; "Ey Ebû Muhammed! Bütün buyurduklarını yapacağım. Fakat
hep başkasının ihtiyâcından söz ettin. Sizin hiç ihtiyâcınız yok mu?" diye
sorunca; "Ben, dileklerimi, her şeyin sâhibi ve mâliki olan Allahü teâlâya arz
eder, O'ndan isterim. Burada size, müslümanların ihtiyaçlarını dile getirdim."
deyince, Abdülmelik; "İşte şeref ve üstünlük budur. Zâten seni yükselten de bu
hâlindir." dedi.
ÖLÜM BİR
NASÎHATTİR
Hârun Reşid devrinde,
yaşayan velî bir zât,
Aslen Kûfeliyse de,
Bağdat'ta sürdü hayat.
Hârûn Reşîd bu zâtı,
kıymetli tutuyordu,
Nasîhatları ile, ferahlık
duyuyordu.
Bir gün onu görünce, dedi
ki: "Beni dinle,
Görüşmek istiyordum, çok
zamandır seninle."
.
O, oralı olmayıp, etmedi
hiç iltifât,
Dedi: "Öyle bir arzu,
olmadı bende fakat."
Kızmadı Hârûn Reşîd,
cevâbına
Behlül'ün,
Dedi: "Biraz nasîhat,
etsene bana bu gün."
Buyurdu: "Ey hükümdâr, ne
diyeyim ben sana,
Bir şu sarayına bak, bir
de şu kabristana.
Bundan ibret almayan,
başka neden alır ki,
Ölümden daha büyük,
nasihatçı var mı ki?
Ey emîrel müminin,
nolacak senin hâlin?
Huzûr-u ilâhîye, çıkarsın
sen de yârın.
İşlediğin her işten,
soracaklar sana hep,
Onlara verilecek, cevâbın
var mı acep?
O gün çıkar meydana, çok
perişan olduğun,
Başka ne nasîhati,
istiyorsun ey Hârun?"
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir
gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus ziyârete gelmişti. Mevlânâ hazretleri ona
gerektiği gibi iltifat etmedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu gösterip; "Mevlânâ
hazretleri bana nasîhatte bulunsun." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri;
"Sana ne nasîhat vereyim? Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana
bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun. Allahü teâlâ seni sultan yaptı,
sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun." buyurdu. Bu ağır nasîhat üzerine
Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tövbe etti ve;
"Yâ Rabbî! Mevlânâ hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için
söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı gösteriyor ve sana
yalvarıyorum. Bana merhâmet et." dedi ve pişmanlıkla oradan ayrıldı.
En büyük velîlerden İmâm-ı
Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden Abbâsî Halîfesi Hârûn
Reşîd bir ara nasihat istemişti. Bunun üzerine Ebû Yûsuf hazretleri; "Allahü
teâlâ müminlerin emîrine uzun ömür, nîmet, haysiyet ikrâm edip, şeref ve
izzetini yükseltsin! Ona ihsân ettiği dünyâ nîmetlerini, bitmeyen, tükenmeyen
âhiret saâdetlerine ve Resûlullah efendimize kavuşmaya vesîle kılsın...
Ey müminlerin emîri! Allahü
teâlâ sana öyle bir vazîfe verdi ki, sevâbı sevâbların en büyüğü, cezâsı da
cezâların en büyüğüdür. Allahü teâlâ seni bu ümmetin işlerine memur etti. Bu
vazîfenin başına geçtikten sonra artık sen, idârelerini emânet aldığın insanlar
sebebiyle imtihâna çekildin. Onların işlerini üzerine alarak ömrünü tüketmeye
başladın. Binâ; adâlet ve doğruluk temelleri üzerine kurulup, işler adâlet ve
doğrulukla yürütülmezse, Allahü teâlâ o binânın temellerini bozar, yapanların ve
yardımcı olanların üzerlerine yıkar. Bu bakımdan Allah'ın sana ihsân ettiği
vazîfelerini ihmâl edip, hakların zâyi olmasına sebeb olma! Çünkü bir işi
yapmaya güç kuvvet veren Allahü teâlâdır.
Bugünün işini yarına
bırakma, yoksa işleri ve hakları zâyi edersin. İstekler bitmeden ecel gelir
çatar. Ecel gelip çatmadan sâlih amel işle. Çünkü ölüm gelince, amel yapılmaz.
Çobanlar sâhiblerine karşı sürülerinden sorumlu olduğu gibi idâreciler de, idâre
ettiklerinden Allahü teâlâya hesap vereceklerdir. Allahü teâlânın sana ihsân
ettiği bu vazifede bir saat bile kalsan hakkı yerine getir. Çünkü âhiret gününde
Allah indinde idârecilerin en mesûdu, tebeasını mesûd eden idârecidir.
Doğruluktan ayrılma, yoksa
idâre ettiğin kimseler de doğruluktan ayrılır. Nefsin isteğine göre emir
vermekten ve kızgınlıkla iş görmekten sakın. Biri âhiret ile diğeri dünyân ile
ilgili iki işle karşılaştığın zaman, âhiret işini tercih et. Çünkü dünyâ fânî
âhiret bâkîdir. Allah korkusuyla titre, Allah'ın emirlerinde insanlara farklı
muâmele yapma. Allahü teâlânın emirlerini yapmakta hiç bir kınayıcının
kötülemesinden korkma!
Dâimâ temkinli ol. Temkinli
olmak dil ile değil kalb iledir. Azâbından korkarak ve rahmetini umarak Allahü
teâlâya sığın. Sığınmak ve korunmak, korku ve ümid iledir. Kim Allah'a sığınırsa
Allah onu korur. Dâimâ doğru yol iyi bir âkıbet, hakka ulaştıracak sağlam bir
gidiş üzere ol. Zâyi olmayacak bir iş ve herkesin gideceği âhiret için çalış.
Çünkü varılacak bu yer, kalblerin hopladığı, bahânelerin son bulduğu yerdir. O
gün bütün mahlûkât, Allah'ın huzûrunda baş eğer ve zillet içinde dururlar. Onun
hükmünü beklerler. Azâbından korkarlar. Sanki her şey olmuş bitmiş gibidir.
Kıyâmet gününü bilip de amel
etmeyenin, o gün çekeceği hasret ve duyacağı pişmanlık bitmez. Öyle bir gündür
ki, o gün ayaklar kayar, renkler değişir, duruş uzar, hesap çetin olur...
O ne korkunç bir ayak
kayması! O ne fayda vermez bir pişmanlıktır! Bu hayat gece ve gündüzün yer
değiştirmesinden ibârettir. Durmadan biri diğerinin peşini takibediyor. Gece ve
gündüz (zaman) her yeniyi eskitir, her uzağı yaklaştırır, vâd edilmiş olan her
şeyi getirir. Allah herkesi ona göre cezâlandırır. Allah'ın hesâbı çabuktur.
Öyleyse Allah'tan kork, sakın! Çünkü ömür az, iş mühim, dünyâ ve dünyâdakiler
fânîdir. Âhiret ise devamlı kalma yeridir. Mahşer günü, haddi aşanların yolunu
tutmuş olarak Allah'ın huzûruna çıkma! Şunu iyi bil ki, kıyâmet gününün hâkimi
olan Allahü teâlâ, kullarına mevki ve makamlarına göre değil, amellerine göre
hükmedecektir. O halde dikkatli ol. Çünkü sen boşuna yaratılmadın ve başı boş
bırakılmayacaksın. Şüphesiz yaptıklarından hesâba çekileceksin. Nasıl cevap
vereceğini düşün. Bil ki, kıyâmet günü insanoğlunun ayakları, Allah huzûrunda
hesâba çekildikden sonra kayacaktır.
Resûlullah efendimiz hadîs-i
şerîflerinde şöyle buyurdu: "Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevap vermedikçe
hesaptan kurtulamayacaktır. Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti.
Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcetti. Cismini, bedenini nerede
yordu, hırpaladı."
"Her kim bana bir defâ
salâtü selâm getirirse, Allah ona on salâtü selâm sevâbı verir ve on tâne
günâhını affeder."
"Şüphesiz hayır, bütün
kısımları ve taraflarıyla Cennet'tedir. Şüphesiz şer de bütün kısımları ve
taraflarıyla Cehennem'dedir. Biliniz ki, Cennet sevilmeyen şeylerle çevrelenmiş,
Cehennem de şehvetlerle çevrelenmiştir. Bir kimseye nefisce sevilen kötülük
perdelerinden birisi açılır da ona sabrederse Cennet'e yaklaşır ve Cennet
ehlinden olur. Yine bir adama şehvet ve hevâ perdelerinden biri açılır da ona
yaklaşırsa ateşe yaklaşır ve Cehennem ehlinden olur. Haydi, ancak hak ile
hükmedilecek bir gün için hak ile amel ediniz. Böyle yaparsanız hak menzillerine
koşmuş ve konmuş olursunuz."
"Benim sözümü işitip de,
duyduğu gibi nakleden kimsenin Allah yüzünü ak etsin. İlim yüklenip nakleden
nice kimseler vardır ki, âlim değildir. Nice âlim kimseler de vardır ki,
duyduklarını kendilerinden daha âlim olanlara naklederler. Üç haslet vardır ki,
mümin kişinin kalbi onlarda aldanmaz, yâni kötülüğe sapmaz. Yaptıklarını Allah
için yapmak, müslümanların âmirlerine doğruca nasîhat etmek, cemâate devâm
etmek. Zîrâ cemâatin duâsı, ferdi kötülüklerden korur."
Ey müminlerin emîri bu
suâllerin cevâbını hazırla! Çünkü bu gün amel defterine yazılan, dünyâda
işlediğin her şeyden yarın âhirette sana okunacak, sorulacaktır. İşlediğin her
şeyin şâhitler huzûrunda açığa çıkarılacağı günü hatırla!
Ey müminlerin emîri,
korunması emredilen şeyi koru, bakıp gözetilmesi emredileni de gözet. Bu
vazîfeleri Allah rızâsı için yapmanı tavsiye ederim.
Eğer bunları yapmazsan
yürünmesi kolay olan yol zorlaşır. Gözlerin etrafı görmez olur, alâmetler,
işâretler ortadan kalkar, gerçekler kaybolur. O geniş yol sana daralır...
Nefsine karşı koy... Emrinde olanların zarar ve telefine sebeb olma. Yoksa Allah
onların haklarını senden alır. Sen de kendi hak ve sevâbını kaybedersin...
Allah'ın, idâresini sana emânet ettiği kimselerin, tebeanın işlerini unutmazsan,
sen de unutulmazsın. Onlardan ve haklarından gâfil olmazsan, sen de
aldatılmazsın. Şu fânî dünyâda kalbin ve dilin, Allah'ı zikretmekten, O'nun
resûlüne salât ve selâm getirmekten nasîbini alsın...
Ey müminlerin emîri! Sana
verilen nîmetleri iyi koru ve iyi muamele et. Nîmetlerin şükrünü yap ve
artmasını iste. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Eğer şükrederseniz
nîmetlerimi arttırırım ve eğer nankörlük ederseniz şüphesiz azâbım çok
şiddetlidir." (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.
Allahü teâlâ indinde
ıslahdan daha sevgili ve fesattan daha kötü ve sevimsiz bir şey yoktur.
Günahları işlemek nîmetlere karşı nankörlüktür. Nîmete nankörlük edip de buna
tövbe etmeyen milletler, kavimler izzet ve şereflerinden mahrum olurlar ve Allah
onlara düşmanlarını musallat kılar.
Ey müminlerin emîri! Allahü
teâlâ sana ihsân ettiği şeylerde, seni kendi nefsine uymaktan muhâfaza etsin.
Sevgili kullarına ihsân ettiği nîmetleri sana da ihsân etmesini dilerim..."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısı olan Ebü'l-Hasan-ı Harkânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Sultan Mahmûd Gaznevî Han "Bana nasîhat
ediniz " deyince "Şu dört şeye dikkat et. Günahlardan sakın, namazını cemâatle
kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster." dedi. Sultan
Mahmûd; "Bana duâ buyurun." deyince, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî; "Ey Mahmûd, âkıbetin
makbûl olsun." dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin
önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebü'l-Hasan, sultânın önüne arpa
unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat
lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü'l-Hasan hazretleri; "Bir lokma ekmeği
yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz
paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız." dedi. Sultan,
Ebü'l-Hasan'ın paraları almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir
hâtıra istedi. Ebü'l-Hasan hazretleri ona hırkasını verdi.
Sultan Mahmûd giderken,
Ebü'l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd; "Geldiğim zaman hiç
iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm
nedir?" diye sordu. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; "Buraya pâdişâhlık gururu
ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve
dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde
olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa
kalkıyorum." dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kapısına Emîrül-müminîn
Hârûn Reşîd ile Vezîri Fadl Bermekî geldiler. O, Kur'ân-ı kerîmdeki meâlen;
"Günah işleyenler, kendilerini îmân edenlerle bir tutacağımızı mı sanıyorlar?" (Câsiye
sûresi: 21) âyet-i kerîmesini okuyordu. Hârûn Reşîd; "Nasîhat istersek, bu bize
yeter." dedi. Kapıyı çaldılar. Fudayl; "Kim o?" deyince; "Emîrül-müminîn."
dediler. Bunun üzerine; "Emîrü'l-müminînin benim yanımda ne işi var ve benim
onunla ne işim var? beni meşgûl etmeyiniz." dedi. Vezîri; "Ulûl-emre, halîfeye
itâat vâcibtir..." deyince Fudayl bin İyâd yine; "Beni meşgûl etmeyiniz."
buyurdu. Vezir; "Müsâdenle mi girelim, yoksa zorla mı?" dedi. "Müsâdem yok, ama
zorla girecekseniz, siz bilirsiniz." buyurdu. Hârûn Reşîd içeri girdi. Fudayl,
kimsenin yüzünü görmemek için kandili söndürdü. Karanlıkta Hârûn Reşîd'in eli
Fudayl'ın eline değdi. Fudayl; "Bu el ne yumuşaktır, Cehennem'den kurtulursa..."
buyurunca, Hârûn Reşîd ağladı ve nasîhat olacak bir söz daha söylemesini istedi.
O şöyle buyurdu: "Senin büyük baban hazret-i Abbâs, Peygamber efendimizin
amcasıydı. Peygamberimize; "Beni bir kavme emir (başkan) yapınız." demişti.
Peygamberimiz de; "Ey amcam! Seni nefsin üzerine emir ettim." yâni nefsinin
Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle meşgûl olması, insanların bin senelik tâatından
iyidir, buyurdu. Çünkü; "Bir emirlik (başkanlık) kıyâmette pişmanlıktır."
buyurmuştur. Hârûn Reşîd; "Biraz daha söyle." dedi. O yine; "Ömer bin
Abdülazîz'i halîfe yaptıkları zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve
Muhammed bin Kab'ı çağırdı ve; "Ben bu işe düştüm, kurtuluş çârem nedir?" diye
sordu. Onlar da; "Yarın kıyâmet gününde azaptan kurtulmak istiyorsan,
müslümanlardan yaşlıları baban yerine koy, gençleri kardeş kabûl eyle, çocukları
da kendi çocukların gibi düşün! Kadınları ise kız kardeşin ve annen kabûl eyle.
Onlara babana, annene, kardeşine ve çocuklarına yaptığın gibi muâmele eyle!"
dediler."
Hârûn; "Biraz daha söyle."
deyince yine; "İslâm ülkesi senin evin gibidir. İnsanları ev halkın gibidir.
Babalarına lütufla, kardeşlerine ve çocuklarına iyilikle muâmele eyle!" buyurdu.
Sonra devâm ederek; "Korkarım şu güzel yüzün ateşle yanar ve çirkinleşir. Güzel
yüzlerden niceleri Cehennem'de çirkinleşir ve emirlerden (başkanlardan) niceleri
orada esir olur." buyurdu.
Hârûn; "Biraz daha söyle."
dedi ve hüngür hüngür ağlayıp feryâd etti. Fudayl hazretleri; "Allahü teâlâdan
kork ve O'na ne cevap vereceğini düşün cevaplarını şimdiden hazırla! Çünkü
kıyâmet günü, Allahü teâlâ sana müslümanların hepsinden tek tek soracaktır.
Hepsi için adâlet isteyecektir. Eğer bir gece bir ihtiyar kadın, evinde bir şey
yemeden yatarsa, yarın senin eteğine yapışır ve sana hasım (düşman) olur."
buyurdu. Hârûn Reşîd, ağlamaktan kendinden geçti.
Sonra Hârûn Reşîd, Fudayl
bin İyâd'a; "Birisine borcun var mıdır?" dedi. O; "Evet, Allahü teâlâya borcum
var. O da itâattır, huzûruna böyle borçlu çıkarsam vay hâlime." buyurdu. Hârûn
Reşîd; "İnsanlara borcun var mı demek istiyorum." dedi. "Allahü teâlâya şükür
olsun ki, bana çok nîmetler verdi, hiç şikâyetim yoktur." buyurdu. Bunun üzerine
Hârûn, onun önüne bin altın koyup; "Bunlar helâldir. Annemin mîrâsındandır."
dedi. Fudayl hazretleri; "Bütün bu nasîhatlerimin sana hiç faydası olmadı."
buyurdu ve yanından kalkıp gitti. Hârûn Reşîd de çıkıp gitti. İsmi anıldığında,
Hârûn Reşîd; "Ah! Ne insandır o! Hakîkaten mert kimsedir." derdi.
Evliyânın büyüklerinden ve
İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin yaşadığı dönemde Selçuklu sultanı olan Sultan Sencer; Ehl-i
sünnet îtikâdında, dînine bağlı ve bid'atleri reddeden bir pâdişâhtı. Uzun
müddet tahtta kalmış olup ilme ve ulemâya çok hürmet eder, kendisi de ilimle
meşgûl olurdu. O zamanın en meşhûr âlimi olan İmâm-ı Gazâlî hazretlerine
hased edenler, İmâm-ı A'zam'ın aleyhinde bulunuyor diye iftirâ ederek, Sultan
Sencer'e şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî'yi
yanına dâvet edip, görüşmek istediğini bildirdi. Durum İmâm-ı Gazâlî'ye
iletilince bâzı mâzeretlerini bildirerek gitmedi. Sultan Sencer'e mâzeretini
bildirmek ve nasîhat etmek üzere bir mektup gönderdi. Bu mektubun tercümesi
şöyledir: Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâmı, İslâm beldesinde muvaffak eylesin,
nasibdâr kılsın. Âhirette ona, yanında yeryüzü pâdişâhlığının hiç kalacağı
mülk-i azîm ve âhiret sultanlığı ihsân etsin.
Dünyâ pâdişâhlığı, nihâyet
bütün dünyâya hâkim olmaktan ibârettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene
kadardır.
Cenâb-ı Hakk'ın, âhirette
bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır.
Yer yüzünün bütün beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir.
Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saâdet
yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip, mağrûr
olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği pâdişâhlıktan başkasına
aldanma.
Bu ebedî pâdişâhlığa
(saâdete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış
senelik ibâdetten efdaldir." buyurdu. Mâdem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının
altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsân etmiştir, bundan
daha çok muvaffakiyete fırsat olamaz! Zamânımızda ise iş o hâle gelmiştir ki,
değil bir gün, bir saat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdal olacak
dereceye varmıştır.
Dünyânın kıymetsizliği, açık
ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: Dünyâ kırılmaz altın bir testi, âhiret de
kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan
altın testiyi bırakır, ebedî olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünyâ, geçici ve
kırılacak toprak bir testi gibidir. Âhiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâkî
kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyâya sarılan kimseye
nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşününüz ve dâimâ göz önünde tutunuz.
Beni yanınıza dâvet etmiş
bulunuyorsunuz. Benim hâlim şudur: Elli üç senelik bir ömür yaşamış bulunuyorum.
Bunun kırk senesi, ilim öğrenmek ve öğretmekle geçti. Yirmi senem, Sultan-ı
Şehîd'in (Melikşah'ın) saltanâtı zamânında geçti. Sultan Melikşah'tan İsfehan'da
ve Bağdât'ta bulunduğum sıralarda pekçok iltifât ve ikrâm gördüm. Çok defâ mühim
işlerde, Emîr-ül-müminîn ile onun arasında elçilik vazifesi yaptım. Din
ilimlerinde, yedi yüz kitap yazmaya muvaffak oldum. Yâni dünyânın her türlü
saâdetini gördüm. Fakat hepsini terk ettim. Bir müddet Beyt-i Mukaddes'te
(Kudüs'te) kaldım. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın mübârek türbesinde
ahdettim, bundan sonra hiçbir sultânın yanına gitmeyeceğim ve hiçbir sultândan
en ufak bir şey kabûl etmeyeceğim. Münâzarayı terk edeceğim dedim. On iki
seneden beri bu ahdimde durdum. Bu bakımdan, sultanlar beni bu hususta mâzûr
gördüler.
Şimdi beni huzûrunuza
çağırdığınıza dâir bir haber almış bulunuyorum. Emre itâat olsun diyerek, Mûsâ
Rızâ hazretlerinin mübârek türbesine kadar geldim. İbrâhim aleyhisselâmın
mübârek makâmında yaptığım ahdi bozmamak için, ordugâha kadar da geldim. Bu
türbede, kabrin başucunda diyorum ki: "Ey Resûlullah'ın torunu, sen şefâatçi ol
ki, Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâm'ı (Sultan Sencer'i), dünyâ sultanlığında
babalarından daha ileri gitmeye muvaffak etsin. Âhiret sultanlığında, saâdetinde
ise, Süleymân aleyhisselâmın derecesine eriştirsin. Halîlullah İbrâhim
aleyhisselâmın makâmında yapılan ahde hürmet etmesi için muvaffakiyet versin.
Gönlünü Hakka çevirip, halkı bırakan bir kimsenin (İmâm-ı Gazâlî'nin) kalbini
perişân eylemesin."
İnanıyorum ki, hakkınızda
böyle duâ etmem, Hak teâlânın dergâhına yüz tutmam, resmî olarak yanınıza
gelmemden daha faydalıdır. Eğer bunu kabûl etmeyip, gelmem için bir fermânınız
olursa, emre itâatın lâzım olduğunu bildiğim için, ahdimi bozarak, fermânınızı
kabûl etme yolunu seçerim.
Allahü teâlâ, dilinize ve
gönlünüze öyle şeyler getirsin ki, bununla yarın âhirette utanmaktan muhafaza
etsin... Vesselâm."
Bu mektup Sultan Sencer'e
ulaşınca, mâdem ki Meşhed'e gelmiş, ordugâhımıza az bir mesâfe var. Oradan
gelmek güç bir iş değildir diyerek, gelmesini istediğini bildirdi. Bunun üzerine
İmâm-ı Gazâlî, Sultan Sencer'in yanına geldi. Huzûruna girince ayağa kalkıp,
İmâm-ı Gazâlî'yi karşılayıp kucakladı. Sonra da kendi tahtına onu oturttu. Çok
hürmet gösterdi. İmâm-ı Gazâlî oturduktan sonra, yanında bulunan bir talebesine,
Kur'ân-ı kerîmden bir miktar oku buyurdu. Talebesi de meâlen; "Allah kuluna kâfi
değil mi?" buyurulan, Zümer sûresi 36. âyetini okuyunca, İmâm-ı Gazâlî "Evet"
dedi. Daha sonra söze başladı. Sultâna karşı şöyle konuştu:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allahü teâlâya hamd olsun. Kurtuluş ancak müttekîler, takvâ sâhibi olanlar
içindir. Düşmanlık da ancak zâlimleredir. Mülk-i İslâm bâkî olsun. İslâm
âlimlerinin âdeti şöyledir: İslâm meliklerinin huzûruna girdiklerinde; duâ,
senâ, nasîhat ve bir ihtiyâcın giderilmesi husûsunda konuşma yaparlar.
Duâ hususunda evlâ olan,
gece karanlıklarında Hak teâlâya gizlice münâcaat etmek, yalvarmaktır. Çünkü
insanlar arasında yapılan duâlarda riyâ, gösteriş ihtimâli var. Hâlis olmayan
böyle dualar, Hak teâlâ indinde müstecâb değildir. Bu huzûrda medh ve övgüde
bulunmak da riyâkârlıktan uzak değildir. Yükseklik ve ışık bakımından, güneşin
parmakla gösterilip, övülmeye ihtiyâcı yoktur. Güzellik kemâle ulaşınca,
övenlerin pazarını bozar, bunların eli boş kalır.
Medih ve senâdan maksad ise
bir işi yükseltmektir...
Bu dört husustan en mühim
olan, nasîhat ve ihtiyâcı gidermektir.
Nasîhat berâtı, izni,
Risâlet kaynağından alınan yüce bir mertebedir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem buyurdu ki: "Size iki vâiz (nasîhatçı) bıraktım, biri susar, biri
konuşur. Susan nasîhatçı ölümdür. Konuşan ise Kur'ân'dır." Dikkat et, susan
nasîhatçı ölüm, lisân-ı hâl ile ne söylüyor ve konuşan nasîhatçı ne söylüyor?
Susarak, hâliyle nasîhat eden ölüm diyor ki:
Ben, her canlıyı pusuda
beklemekteyim. Zamânı gelince âniden pusudan çıkıp yakalayıveririm. Eğer benim
herkes için yapacağım muâmelenin bir benzerini görmek isteyen varsa; pâdişâhlar,
kendilerinden önce gelip geçmiş pâdişâhlara, emîrler de, vefât etmiş geçip
gitmiş emîrlere baksınlar. Melikşâh, Alparslan, Çağrı Bey toprak altından
hâlleriyle şöyle nidâ ediyorlar:
"Ey Pâdişâh, ey gözümüzün
nûru, bizim nerelere sevkedildiğimizi ve ne korkunç işler gördüğümüzü sakın
unutma! Emrinde bulunanlardan biri aç iken, aslâ bir gece bile tok uyuma! Biri
çıplak iken, sen istediğin gibi giyinme! Şöyle vasiyet ederler: Benden bir
kelime kabûl et, bu; "La ilâhe illallah"dır. Bunu dâimâ dilinde tut, yalnız
kaldığın zaman söylemeyi aslâ unutma. Asıl îmân, bunu söylemekle istikrâra
kavuşur. Buyruldu ki: "Îmân, suyunu tâatdan alır. Kökü adâlet ile, devamı Hakkı
zikretmek ile kâimdir." Bunların hepsini yapıp âhiret azâbından kurtulursan da,
kıyâmette suâlden kurtulamazsın. Hadîs-i şerîfte; "Herbiriniz çobansınız ve
herkes emri altında bulunanlardan mesûldür..." buyruldu.
Ey Pâdişâh! Hak teâlânın hak
nîmetini edâ eyle ki, nîmet; doğru îmân, doğru îtikâd, güler yüz ve güzel
ahlâktır ve iyi amellerdir. Bunlardan iyi amel işlemek senin elinde, diğerleri
hediye-i ilâhîdir. Mâdem ki Allahü teâlâ bu nîmetleri sana ihsân etmiş, sen de
dördüncüden, iyi amel etmekten kendini mahrûm etme ki, küfrân-ı nîmet etmiş
olmayasın ve ey ayakta duran emîrler! (vezîrler, kumandanlar!) Eğer devletinizin
mübârek ve dâimî olmasını istiyorsanız, nîmetin kadrini biliniz. Nîmeti, felâket
ve bedbahtlıktan ayırd ediniz. Biliniz ki; sizin bu Horasan melîkinden başka,
göklerin ve yerlerin mâliki olan başka bir pâdişâhınız vardır. Yarın kıyâmette,
herkesi hesâba çekecek ve "Benim nîmetimin hakkını nasıl elde eylediniz, nasıl
yerine getirdiniz?" buyuracak. Meliklerin kalbleri, Allahü teâlânın
hazîneleridir. Rahmet, azâb ve cezâya dâir yeryüzünde her ne vukû bulsa,
meliklerin gönülleri vâsıtasıyla olur. Allahü teâlâ, kendi hazînemi size emânet
ettim. Sizin dilinizi o hazînenin kilidi yaptım, korudunuz mu? Yoksa emânete
ihânet mi ettiniz? diye soracak. Hazîneye ihânette bulunan, bir mazlûmun hâlini
pâdişâhtan gizliyendir.
Bir ihtiyâcın arz edilmesine
gelince, benim bir umûmî, bir de husûsî olmak üzere iki hâcetim vardır. Umûmî
olan şudur: Tûs ahâlisi sıkıntı içindedir. Soğuk ve susuzluktan mahsûller
tamâmiyle mahvolmuştur. Onlara acı! Hak teâlâ da sana acısın. Açlık dert ve
belâsıyla müminlerin boynu ve belleri kırıldı...
Husûsî hâcetim ise şudur:
Ben, on iki seneden beri halktan uzaklaşmış, bir köşeye çekilmiştim. Sonra Fahr-ül-mülk,
Nişâbûr Medresesi müderrisliğini kabûl etmem için ısrâr etti. Ben ona; "Bu
zaman, benim sözlerimi kaldıramaz. Bu zamanda bir hak söz söyleyenin, kapı ve
duvar bile aleyhine geçer." demiştim. Bugün ise iş o raddeye gelmiş ki, işitmiş
olduğum sözleri rüyâda görseydim, karışık rüyâdır derdim. Bunların aklî ilimler
ile alâkalı olanlarında eğer bir kimsenin îtirâzı varsa, buna şaşılmaz. Çünkü
benim sözlerimde, herkesin anlayamayacağı gibi mânâlar çoktur. Bununla berâber
ben, kime olursa olsun herhangi bir sözümü açıklayıp isbât edebilirim. Böylece
meseleyi açıklığa kavuştururum. Bu gâyet kolaydır. Fakat, İmâm-ı A'zam Ebû
Hanîfe'nin aleyhinde bulunmuşum diye söz söylüyorlarmış. İşte buna aslâ tahammül
edemem. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben, Ebû Hanîfe'nin ümmet-i Muhammed
arasında, fıkıh ilminin inceliklerinde ve mânâsında en büyük âlim olduğunu kesin
olarak kabûl etmekteyim. Her kim ki, bu söylediğimin tersine bir sözüm olduğunu
veya bir şey yazdığımı söylerse o yalancıdır.
Sizden şunu isterim ki;
beni, Nişâbûr'da, Tûs'da ve diğer bütün şehirlerde ders verme işinden affediniz.
Kendi hâlimde kalayım. Bu zaman, benim sözlerime tahammüllü değildir vesselâm."
İstanbul'u, Fâtih Sultan
Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Edirne'den ayrılırken kendisinden nasihat isteyen Sultan Murâd Hana
şöyle dedi: "Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun.
İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş
fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma.
İnsanlığında kusûr etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ
etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık
kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında
bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı meseleler görüşülürse,
yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen
muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver.
Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle.
Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka
türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye
sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiği cevâbı benimserler ve
onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok
hürmet ederler.
"Seni ziyârete gelenlere
ilimden bir şey öğret, böylece faydalansınlar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip
tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven
ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm
et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve
kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimesye
karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran."
Tâbiînin ve devrindeki
evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
zamânının halîfesi Ömer bin Abdülazîz hazretlerine yazdığı mektupta dünyânın boş
olduğunu şöyle anlattı: "Şüphesiz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî
kalacak yer değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her
an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakirliğe düşer.
Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helâk eder (öldürür). Dünyâda,
yaralı olup da yarasını tedâvî ile uğraşan kimse gibi ol. Yaralı kimse yarasının
azmasından korkarak perhiz yapar, daha şiddetli acıya düşmemek için çektiği
acıya sabreder. Tuzakları süsler altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından
sakın. Ona dalma! Bitmeyen arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş,
nicelerini aldatıp, kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona
bakmakta, kalbler ona hayran, nefsler ona âşık, o ise âşıklarını helâk ediyor.
Yaşayanlar ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif olanlar bile
bu hususta dalgındır. Ona düşkün olan, ondan dünyâlık elde eder. Fakat aşırı
giden aldanır, âhirete gideceğini, dönüşünü unutur. Kalbi dünyâya dalar ve ayağı
kayar. Sonra da büyük bir pişmanlığa ve derin bir hasrete düşer.
Dünyâya düşkün kimse,
murâdına kavuşamaz. Bir gün olsun rahat nefes alamaz. Her gün, ayrı bir düşünce,
keder getirir. Derken dünyâya o kadar dalar, ömür biter de ecel bir gün onu
yakalayıverir. Sonunda, azıksız âhiret yolculuğuna çıkmak zorunda kalır. İşte
böyle duruma düşmekten sakın.
Ey müminlerin emîri!
Dünyâdan kendini muhâfaza edebildiğin müddetçe, sevinçli ol. Yoksa, ne kadar
üzülsen yeridir. Dünyâ kimi sevindirirse, sonunda mutlaka beğenilmeyen bir şey
vardır. Dünyâda sevinen aldanmıştır. Bugün faydalı görünen dünyâ yarın zarar
verir. Dünyâda, ümit, belâ berâberdir. Dünyâda kalmanın sonu yok olmaya gider.
Onun sevinci hüzün ile karışıktır. Dünyâda ne geleceği belli olmaz ki, beklenip
tedbir alınsın. Dünyâdaki arzular, yalancıdır. Emelleri boştur. Onun iyiliği
kederdir. Eğer iyi düşünürse, Âdemoğlu, onda her an tehlike ile karşı
karşıyadır. İnsan, rahatlık hâlinde de, musîbet zamânında da, tehlikeli
durumlara düşmemeye gayret göstermelidir. İnsana öleceğini Allahü teâlâ ve
peygamberleri aleyhimüsselâm, bildirmemiş olsa bile, dünyâ onu uykudan mutlaka
uyaracaktır. Bununla beraber, yine Allahü teâlâdan azâb ile korkutan, Cennet ile
müjdeleyen rehberler geldi. Allahü teâlânın indinde dünyânın zerre kadar kıymeti
yoktur. Resûlullah efendimize dünyâ hazîneleri arz olundu da, O kabûl etmedi.
Verilmiş olsaydı bile, Allahü teâlânın nezdindekinden sivrisinek kanadı kadar
bir şey eksilmezdi. Dünyâ, imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden alındı.
Aldatmak için de, Allahü teâlânın düşmanlarına verildi. Dünyâ verilerek
aldatılanlar, dünyâyı elde etmekle, ele geçirmekle, kendilerine ikrâm edildiğini
zannederler. Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma şöyle buyurduğu rivâyet edilir:
"Zenginliğin geldiğini gördüğün zaman, (Bu cezâsı çabuklaştırılmış bir günah)
de, fakirliğin geldiğini görürsen, (Hoş geldin ey sâlihlerin şiârı, alâmeti) de,
istersen rahatlık sâhibini öv."
Îsâ aleyhisselâm; "Katığım
açlık, şiârım korku, bineğim iki ayağım, elbisem yün, ışığım ay, yemeğim ve
meyvem yerden bitenler. Yanımda hiçbir şey olmadan sabahlar ve akşamlarım.
Yeryüzünde benden zengin kimse yoktur." buyurmuştur.
Adâleti, takvâsı ve
hizmetleriyle meşhûr Emevî halîfesi Ömer bin Abdülazîz rahmetullahi aleyh,
Hasan-ı Basrî'ye mektup yazıp, âdil devlet reisinin nasıl olması gerektiğini
kendisine yazmasını istemişti. Bu arzu üzerine Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh
şu mektubu yazdı: "Ey Müminlerin emîri! Bilmiş ol ki, Allahü teâlâ âdil devlet
reisini, zulme, haksızlıklara mâni olucu, zayıflara yardımcı, darda kalanlara
destek olarak yaratmıştır.
Âdil devlet reisi, kendi
malını nasıl korur ve evlâdına nasıl şefkatli davranırsa, tebaasına da öyle
davranır. O bedendeki kalp gibidir. Uzuvlar onun iyi olmasıyla iyi olur.
Bozulmasıyla da bozulur.
Âdil devlet reisi Allahü
teâlânın emirlerine uyar. O'na itâat eder. Emrindeki tebaasını da Allahü teâlâya
itâat etmeye sevk eder. Ey müminlerin emîri, saltanatta, sâhibinin himâyesine
verdiği malı ve âileyi darmadağın eden köle gibi olma! Allahü teâlâ
kötülüklerden sakınılması için cezâlar emretti. Bunu uygulayacak olan (reis) suç
işlerse yakışık olur mu?
Ey müminlerin emîri! Ölümü,
ölüm ânında yakınlarının sana yapacakları yardımın azlığını ve ölümden sonrasını
düşün. Ölüme ve ondan sonrasına hazırlık yap. İyi bil ki, şimdi bulunduğun
makamdan başka, senin kabir denen başka bir makamın daha vardır. Orada uzun
müddet kalacaksın. Dostların seni yalnız bırakacak ve tek başına kalacaksın.
Kişinin kardeşinden, anasından, babasından, hanımından ve çocuklarından kaçacağı
günde, sana yardımcı ve dost olacak şeyi hazırla. Kabirdekilerin diriltileceği,
gizli şeylerin ortaya çıkarılacağı zamanı hatırla. Artık o zaman bütün sırlar
açılmış olacaktır. Büyük küçük ne varsa hepsi amel defterine yazılmıştır.
Ey müminlerin emîri! Şu anda
sen bir mühlet içindesin. Fırsat eldeyken ve ecel gelip, çatmadan, fırsat elden
gitmeden Allahü teâlânın kulları hakkında adâletle hüküm ver câhillerin hükmü
ile hüküm verme! Onlar hakkında zâlimlerin tuttuğu yolu tutma! Böyle yaparsan
hem kendi günâhını, hem de başka günâhları yüklenirsin... Senin felâketine sebeb
olan şeylerden istifâde eden insanlar seni gaflete düşürmesin. Kendileri dünyâ
menfaatlerini elde etmek için seni âhirette kavuşacağın nîmetlerden
uzaklaştırırlar. Bu günkü gücüne kuvvetine bakma, âhirette hâlinin ne olacağını
düşün ve ona göre iş yap. Ölüm bir ağ gibi seni sarmış her an yaklaşmaktadır.
Hesap vereceksin.
Ey müminlerin emîri! Sana
şefkat edip, elimden gelen nasîhatı yaptım. Bu mektubumu dostunu tedâvi eden
tabibin ilâcı gibi kabûl et. O, dostunu şifâya kavuşturmak için acı ilâç içirir.
Allah'ın selâmı, rahmeti ve
bereketi üzerine olsun ey müminlerin emîri."
|
|