|
DERVÎŞ – SÛFÎ
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada
bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan, yâni Allahü teâlâdan başka
herşeyden çevirmektir.
Konya'nın büyük velîlerinden
Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak şöyle anlatıulır: Bir defâsında Mevlânâ hazretleri Sadreddîn-i
Konevî hazretlerinin dergâhına gitmişti. Karşılıklı durmuşlar, hiç
konuşmuyorlardı. Bu sırada Sadreddîn Konevî'nin hizmetini gören dervişlerden
olan Hacı Mâruf Kâşifî içeri girdi. Bu hizmetçi defâlarca yaya olarak hacca
gitmişti. Pekçok velînin sohbetinde bulunmuştu. İçeri girince, Mevlânâ
hazretlerine; "Fakr nedir?" diye bir suâl sordu. Fakat hiç cevap vermedi. Bunun
üzerine tekrar; "Fakr nedir?" diye sordu. Yine cevap vermedi. Tekrar tekrar
sorunca, Mevlânâ hazretleri kalkıp gitti. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî
huzursuz olup; "Ey pîr-i ham! Neden vakitsiz suâl sorarsın? Sordun cevap
verdiler. Tekrar neden sordun?" deyince, derviş; "Ne cevap verdiler?" dedi.
"Fakrın târifini yaptı. O; "Allahü teâlâyı tanıyınca, dil tutulur." hadîs-i
şerîfi gereğince cevab verdi. Şimdi lâyık olan şudur ki, derviş, şeyhi huzûrunda
tam bir teslimiyetle bulunmalıdır..."
Erzincan'da yetişen Velî ve tasavvuf şâiri Sâlih Baba (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin bâzı şiirleri:
Ömür cevherdir kadri
bilinmez
Sakın gafletle geçirme
zamânı
Cihanda şimdi kâl ehli
çoğaldı
Söz ile kandırır nice
cüvânı
*** *** ***
Şeyhim benim sultan imiş
Haktan bize ihsan imiş
Can derdine derman imiş
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri derviş eyledi
Bir sâlih-i mestâneyem
Ne uslu ne dîvâneyem
Bilmem beni ben ya neyem
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri derviş eyledi.
Yaycı Mustafa Dede isminde
birisi, Şeyh Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
sohbetlerine gelir giderdi. Nerede bir şeyh görse gider onunla görüşür, ona
hizmet eder, ona meyl ve sevgi beslerdi. Bir gün onu Ünsî Efendiye medhettiler.
O ise, onun bu hâlini beğenmezdi. Yaycı Mustafa Efendi, birçok kimse peşinde
koşmuş ama teslim olmamıştı. Bir gün Ünsî Efendi sohbetinde; "Dervişin gönlü
çatal olmamalıdır. Zîrâ gönülde ikilik, şirktir. Dervişin hocasına sevgisi
sağlam olmalı. Şöyle ki: Bütün âlem şeyh ve mürşid dolsa, Allahü teâlânın feyzi
bana ancak hocamdan gelir demelidir. O kişi mahrum kalmaz. Lâkin onun şeyhim
dediği İslâmiyete tam mânâsıyla uymalıdır. Yoksa nefs ve şeytana tâbi şeyh
sûretindeki kimseler şeyh olamazlar." buyurdu. Sohbetini dinleyenler bu sözlerin
niçin, neden söylendiğini önce anlayamadılar. Yine bir gün Ünsî hazretleri;
"Yaycı bu senin zannettiğin şey âdetullaha aykırıdır, olmaz. İmkânı dahi yoktur.
Böyle bir mürşide kavuşamazsın. İstifâden hiç olmaz. Sonra pişmanlığın faydası
yoktur. Bektâşî sûretinde, hevâ ve arzulara tâbi, dilinin dîne aykırı sözlerini
fazîlet zannedersin. Peygamber efendimizin beğenmediği kimseler içinde olmaktan
sakınmak lâzımdır." buyurdular. Öteden beri Ünsî Hasan Efendinin söylediği
sözlerin kimin için olduğu anlaşılmış oldu. Daha sonra durumu öğrenenler, Yaycı
Mustafa'dan tövbe etmesini ve bir büyüğe tâbi olmasını söylediler. Yaycı bu
söylenenlere sükût etti. Oradakiler; "Yaycıda maya yok!" dediler.
Bir zaman sonra Yaycı
Mustafa birisiyle Ünsî Efendinin huzûruna geldi. Bir ara getirdiği kişi abdest
almak istedi. Yaycı hemen kalkıp ona hizmette bulundu. Bunun üzerine onun kim
olduğu kendisinden soruldukta, hal sâhibi biri olduğunu bildirdi. O zaman Ünsî
Efendi ona; "Yaycı senin gönlünde bunun sevgisi var. Bize olan sevgi dışarı
çıkmış. Senin arzun kimde ise onun hizmetine koş!" buyurdu. Yaycı Mustafa üzgün
bir şekilde oradan ayrıldı. Bir daha görünmedi. Ünsî Hasan Efendinin
vefâtlarından dört sene geçtikten sonra Yaycı Mustafa'nın bozuk yollara düştüğü,
yüzündeki nûrun gittiği, haşâ Kur'ân-ı kerîme nazîre yazmaya bile cür'et ettiği
görüldü, sonu da helâk oldu.
Bir gece dervişlerden bir
zât, Hindistan evliyâsının büyüklerinden Ahî Sirâc (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerine misâfir olmuştu. Yatsı namazından sonra Ahî Sirâcüddîn Osman
yatağına uzandı. Misafir olan derviş ise, namaz kılmaya başladı. Bir taraftan
da, böyle büyük bir zâtın gece uyumasına hayret ediyordu. Sabah olduğunda, Ahî
Sirâc hazretleri kalkıp, abdest almadan, birlikte sabah namazını kıldılar.
Misâfir derviş, Ahî Sirâc'ın bütün gece zikrle meşgûl olup uyumadığını, ilk
zamanda anlayamadığından bu hâle çok hayret ederek; "Allah, Allah! Ne garip
iştir! Bütün gece yattınız. Sabahleyin ise abdest almadan namaz kıldınız!" dedi.
Ahî Sirâc tevâzu edip; "Siz tâat ile meşgûl oluyorsunuz. Bizim ise, kıymetli bir
malımız (rûhumuz) vardır. Büyük ve azılı bir düşman da (nefsimiz) onun peşinde
olup, onu öldürmek için gayret etmektedir. Biz o kıymetli malımızı korumak,
düşmana teslim etmemek için uyumuyor, bekçilik ediyorduk." Bu sözleri hayretle
dinleyen misafir derviş, o zâtın büyüklüğünü böylece daha iyi anlamış oldu ve;
"Eğer âşık mescidde görünmezse de, onun kalbi dâimâ namaz iledir." meâlinde bir
beyit söyledi.
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine dervişlikten
sorulduğunda buyurdular ki: "Size mezarda faydası olmayacak her şeyle alâkanızı
kesiniz. Dervişlik, elenmiş ve üzerine hafif su dökülmüş toprağa benzer. Ne
üzerine basanın ayağını incitir, ne de o ayağa toz bulaştırır. Bu târif,
dervişliğin kendisinin değil, sıfatının târifidir. Hakîkatte dervişlik, her
zaman ve her işinde Allahü teâlâyı unutmamaktır."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hikmet denilen şiirler
yazmıştır. Bu şiirler; Dîvân-ı Hikmet'te toplanmıştır. Bu manzumelerin
konularından birisi şudur:
Hak yolunda olan dervişlerin
halleri:
Yol üstünde oturup yolu
soran dervişler
Ukbâdan haber duyup yola
giren dervişler
Asâları elinde himmet
kuru (kuşak) belinde
Rabbim yâdı dilinde,
Allah diyen dervişler
Hırkaları eğninde,
gönlünde yüz bin ayân
Biliniz, iki cihan, göze
almaz dervişler
Sırrı ile söylerler, dile
hikmet dizerler
Âşıkla can gözlerler
rengi sarı dervişler.
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Derviş, dünyâ ve
âhirette mes'ûddur." sözünün mânâsı soruldu. "Dervişten dünyâda sultan vergi
almaz. Âhirette Allahü teâlâ hesap sormaz." buyurdular.
"Kötü huydan, haramdan
sakınır gibi sakınınız."
Derin âlim ve büyük velî
Ebû Hamza Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Garip kimdir?"
diye sorulunca; Cevaben buyurdular ki: "Ülfetten sıkılandır. Yâni dost ve
akrabâsından sıkılan ve onlara yabancılaşan kimsedir. Bir kimse her nevî
ülfetten sıkılırsa o garîb olur. Zîrâ dervişin dünyâda vatanı yoktur. Vatan
olmayan yerde ülfet sıkıntıdır. Dervişin ülfeti, yaratılmışlardan ve Allahü
teâlâdan başkasından kesilince, o her şeyden sıkılır. O işte o zaman garîb olur.
Bu yüksek bir derecedir. En iyi bilen Allahü teâlâdır."
Dîvân şâirlerinden ve
mevlevî şeyhi Esrâr Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) şiirlerinde kırk
yaşındayken girdiği Mevlevîlik yoluna ve evliyânın büyüklerinden Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî'ye büyük bir sevgi duyduğu görülmektedir. Bu hususta yazdığı
bir şiiri şu beyitle son bulmaktadır:
Lutfuna muhtaçtır Esrâr-ı
zâr
El-meded ey hazret-i
Mollâ-yı Rûm.
Anadolu'da yaşayan büyük
velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dervişlik hususunda
şöyle buyurdular.
GELSİN
Bu dervişlik yoluna
Sıdk ile gelen gelsin
Hak'tan özge ne ki var
Gönlünden silen gelsin.
Dervişlik dedikleri
Nihâyetsiz denizdir
Bu pâyânsız denizin
Mevcini duyan gelsin.
Derviş dili nûr doğar
Her lahza göğe ağar
Ben diyem doğru haber
Canına kıyan gelsin.
Dervişin gözü açuk
Dün ü güni uyanuk
Bu söze Rabbim tanuk
Bakmadan gören gelsin.
Dervişin kulağı sak
Hak'tan alır ol sebak
Deprenmeden dil dudak
Sözü işiden gelsin.
Dervişler Hakk'ın dostu
Canları ezel mesti
Aşk şem'ini yaktılar
Pervâne olan gelsin.
Bu Eşrefoğlu Rûmî
Dervişliğe geleli
Nefsindendir çektiği
Nefsin öldüren gelsin.
Şeyh Kutbüddîn Münevver
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin memleketi olan Hânsî'ye çok yakın olan
Bensî'de, bir zaman Sultan Muhammed Tuğluk konakladı. Orada bulunan kalenin bâzı
yerleri harâb idi. Sultan, adamlarından Nizâm Nedrbârî'yi, durumu görüp
incelemesi için, kalenin bulunduğu yere gönderdi. Bu sırada, sultan geldi diye
herkes sultânın bulunduğu yerde toplanmışlardı. Nedrbârî, kalenin alt kısmında
surları kontrol için dolaşırken, orada, içinde insan bulunduğu anlaşılan bir ev
gördü. Yanındakilere; "Bu ev kimindir?" diye suâl etti. "Hâce Nizâmüddîn'in
halîfesi, Hâce Kutbüddîn'in" dediler. "Hayret! Pâdişâh buraya kadar geldi de, bu
zât onu görmeye gelmiyor." dedi. Sultânın yanına dönünce; "Burada Şeyh
Nizâmüddîn'in halîfelerinden biri var ki, pâdişâhı görmeye gelmedi." dedi.
Sultânın, sultanlık kibri harekete geldi. Kel Hasan diye bilinen, mevkii yüksek
bir adamını, Kutbüddîn Münevver'i çağırmaya gönderdi. Kel Hasan geldi ve
Kutbüddîn Münevver'in evindeki giriş yolunda oturdu. Hâce'nin oğlu Nûreddîn
dışarı çıktı ve Kel Hasan'a; "Babam sizi içeri istiyor." dedi. Kel Hasan içeri
girdi. Müsâfeha edip oturdu. Sonra Kutbüddîn Münevver'e; "Sizi sultan istiyor."
dedi. Kutbüddîn; "Bu çağrılmamda irâde benim elimde midir?" dedi. O da; "Hayır,
sultânın fermânı vardır, sizi götüreceğim." dedi. Bunun üzerine Kutbüddîn
Münevver; "Allah'a hamd olsun ki, kendi isteğimle gitmiyorum." buyurdu. Sonra
evinde bulunanların yanlarına geçip; "Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum."
dedi. Bundan sonra seccâdesini omuzuna, bastonunu da eline alıp, yaya olarak
yürüdü. Kel Hasan, onun her hâlinde bir velîlik alâmetleri görünce, kendisine;
"Niçin yaya yürüyorsunuz. Yanınızda atlar var, bininiz!" dedi. "Lüzum yok, yaya
yürüyecek kadar gücüm vardır." buyurdu. Yolları üzerinde baba ve dedelerinin
kabirlerinin de bulunduğu kabristanın yanından geçerken, Kutbüddîn Münevver,
sultanın adamına; "Ziyâret etmeme ne dersin?" dedi. O da; "İyi olur." dedi. Baba
ve dedelerinin kabirlerinin ayak ucuna gidip, duâdan sonra arz etti ki; "Ben
sizin hücrenizden (yâni evimden) kendi arzumla dışarı çıkmadım. Beni elimde
olmadan zorla götürüyorlar. Evde bulunanları parasız bıraktım." dedi. Türbeden
çıkınca, adamın biri bir miktar gümüş para getirip, hazret-i Hâce'ye hediye
etti. O da; "Bunları benim evime götür, hiç paraları yoktur." buyurdu. Sultânın
otağına gelince, Kel Hasan, bu zâtta gördüğü fevkalâde hâlleri sultâna söyledi.
Fakat sultan duymamazlıktan geldi ve bu zâtı huzûruna çağırdı. Pâdişâhın
huzûruna gitmeden, o günlerde vezîr olan Fîrûz Şâh'a dedi ki: "Biz derviş
kimseleriz. Pâdişâhların meclisine girmek ve onlarla konuşmak nasıl olacağını
bilmeyiz. Nasıl hareket edeyim?" O da; "Sizin hakkınızda sultâna bir şeyler
söylendi. Hâl böyle olunca, yüksek hazretiniz ahlâkınızdan hiçbir şey
değiştirmeyin." dedi. Sultan bu sırada Hâce'nin geleceğini bildiğinden, güyâ
kendisi ile pek alâkalanmamak için kalktı, yayını eline aldı ve ok atmakla
meşgûl oldu. Fakat, onun heybetli hâlini görünce, dayanamadı ve büyük bir
hürmetle yanına gelip, müsâfehâ etti. Kutbüddîn, sultânın elini öyle kuvvetli
tuttu ki, daha bu ilk karşılaşmada, bu katı kalbli pâdişâh, ona karşı sevgi ve
bağlılıkla doldu ve; "Biz sizin memleketinize geldik de, bizi terbiye etmediniz
ve yüzünüzü görmek, sohbetinizde bulunmakla şereflendirmediniz." dedi. O da;
"Önce Hânsî'yi görün, sonra Hânsîli dervişciği. Bu derviş, buracıkta, pâdişâhla
karşılaşacağını nereden bilsin? Köşesinde pâdişâhlara ve bütün müslümanlara duâ
ile meşgûl oluyor. Mâzûr görünüz." buyurdu. Sultan Muhammed Tuğluk, onun bu
güzel sözlerinden çok duygulandı. Fîrûz Şâh'a emredip; "Hâce hazretlerinin ne
arzusu varsa yerine getirin!" dedi. Kutbüddîn Münevver buyurdu ki: "Maksadım,
fakirlik ile baba ve dedemin evine dönmektir." Hâce Kutbüddîn evine döndükten
sonra, Sultan Muhammed Tuğluk, Fîrûz Şâh ve Ziyâüddîn Bernî'yi kendisine
gönderdi ve yüz bin gümüş ihsân eyledi. Kutbüddîn; "Bu parayı kabûl etmekten
Allah'a sığınırım." dedi. Sultâna gidip gönderdiği paraları kabûl etmediğini
söylediler. "Elli bin verin! O zaman belki kabûl eder." dedi. Geldiler. Onu da
kabûl etmedi. Sonunda iki binde karar kıldılar. Ama o bunu da kabûl etmedi ve; "Sübhânallah,
dervişe iki-üç lira ve biraz kandil yağı yeter, onun binlerle ne işi var."
buyurdu. Onlar; "Sultan bundan aşağı veremez, verirse ihsânına yakışmaz."
dediler. Zarûrî olarak kabul buyurdu. Bu parayı hocalarının kabirlerini tâmir
ettirmekte harcadı ve kalanını fakirlere sadaka verdi. Birkaç gün sonra Hânsî'ye
hareket etti. Vefâtına kadar orada kaldı. Kabri dede ve babasının yanındadır.
Sultan Muhammed Tuğluk,
Kutbüddîn hazretlerinin dünyâya meyilli olmamasının derecesini anlamak için,
bâzı yerlerin (arâzilerin) kendisine verildiğini bildiren fermanlar hazırlatıp,
Kemâleddîn Sadr-ı Cihân ile ona gönderdi. O da gelip fermanları kendisine
arzedince, Hâce Kutbüddîn şöyle anlattı: "Sultan Nasîreddîn bin Şemseddîn,
Mültan taraflarına gidince, o zamânın sultanı başkumandanı olan Gıyâseddîn'i,
Ferîdüddîn Genc-i Şeker'e gönderip, aynen bunun gibi bir fermanı ona arzetti. O
zaman Şeker Genc hazretleri; "Bizim büyüklerimiz böyle şeyleri kabûl etmediler.
Bu gibi şeyleri isteyenler çoktur. Onlara verin!" buyurdu. Biz de o büyüklerin
yolunda olduğumuz için, bize yakışan, onların yaptıkları gibi yapmaktır. Siz bu
fermânı alın. Gece-gündüz böyle şeylerin hayâli ile yaşayanlar vardır. Onlara
verin! Ne işlerine yarayacaksa, onlar alsınlar." Hâce hazretlerinin bu güzel
cevâbı sultâna ulaştığında, çok sevinip, ona olan muhabbeti daha da arttı.
İstanbul'daki meşhûr
velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiiri
şöyledir:
Evvel tevhîdi zikret,
Sonra cürmünü fikret.
Var yoluna doğru git.
Derviş olayım dersen.
Bir zât-ı kâmil ara,
Gezme tozma âvâra.
Tamam sıra bu sıra,
Derviş olayım dersen.
Gaflet ile çalışma,
Çok gezmeye alışma.
Kem sözlere karışma,
Derviş olayım dersen.
Rüyâna yalan katma,
Elden söz alıp satma.
Cellad önüne yatma.
Derviş olayım dersen.
Her sözde inâd etme
Her mezbelede bitme.
Sapa yollardan gitme,
Derviş olayım dersen.
Dostunda kusur görme,
Ak yüze kara sürme.
Başına çorap örme,
Derviş olayım dersen.
Hayrın bir ise binle,
Vakt-i seherde inle.
Pend-i Vefâ'yı dinle,
Derviş olayım dersen.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Sofi kimdir?" diye
sorulunca; "Nefsinin istek ve arzularına karşı çıkan, ona eziyetin tadını
tattıran, dünyâyı arkasına atan ve Muhammed Mustafa'nın sallallahü aleyhi ve
sellem yoluna sıkı sarılan kimsedir." buyurdular.
Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs
âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Ebû Hamza Bağdâdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdık ve samîmî bir sûfînin alâmeti; aziz iken
zelil, zengin iken fakir, meşhûr iken meçhûl olmasıdır."
Derin âlim ve büyük velî
Ebû Hamza Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Sofî kimdir?" diye
soran bir kimseye; "Sofî, her çeşit pislikten tasfiye edilen ve kendisinde hiç
bir şekilde muhâlefet kiri kalmayan kimsedir." buyurdular.
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf talebesi olan bir sûfîde şu vasıflar
bulunmalıdır: 1) Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılığından dolayı, kendini ve
dünyâyı unutmalıdır. 2) Ne kadar ciddî olursa olsun, başkalarının kusûrlarını
görmezden gelmelidir. 3) Harama gözlerini kapamalıdır. 4) Bütün istenmeyen
şeyleri duymamalı, kötü şeylere karşı sağır olmalıdır. 5) Dilsiz olmalı,
söylenmeyecek sözleri söylememelidir. 6) Seni, her an arzulanmayan yerlere
sürüklemeye çalışan alçak nefsinin peşinden koşmamalısın.
Eğer bu sıfatlar bir sûfîde
yoksa, o düpedüz bir yalancı sahtekârdır. Dünyâ malına ve şerefine sâhib olmayı
arzulayan bir sûfî, sûfî değildir. O, sûfîlere kötülük getiren bir aldatıcıdır."
Yine buyurdu ki: "Sûfîlerde
bulunması gereken husûsiyetlerden bâzıları şunlardır:
1) Sûfî'nin, kalbinde hiçbir
kir ve kötülük olmaz. 2) Tasavvuf, Allahü teâlâ ile yakın dostluk demektir. 3)
Sûfîler, mutlak suskunluk içindedirler ve ilâhî nûrun etkisi altında şaşkın bir
vaziyettedirler."
"Sûfî ne kadar çok üzüntü,
acı ve yalnızlık çekerse, Allahü teâlâya o kadar yaklaşır. Hâce Muînüddîn Çeştî,
îmânının kuvvetlenmesi için, Allahü teâlânın kendisine daha fazla sıkıntı, acı
ve üzüntü vermesi için sürekli duâ ederdi."
Meşhûr velîlerden, fıkıh,
tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sûfî; Hakk’a doğruluk, halka karşı güzel ahlâk
üzere olan kişidir.”
|
|