CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

DERVÎŞ – SÛFÎ

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan, yâni Allahü teâlâdan başka herşeyden çevirmektir.

Konya'nın büyük velîlerinden Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak şöyle anlatıulır: Bir defâsında Mevlânâ hazretleri Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına gitmişti. Karşılıklı durmuşlar, hiç konuşmuyorlardı. Bu sırada Sadreddîn Konevî'nin hizmetini gören dervişlerden olan Hacı Mâruf Kâşifî içeri girdi. Bu hizmetçi defâlarca yaya olarak hacca gitmişti. Pekçok velînin sohbetinde bulunmuştu. İçeri girince, Mevlânâ hazretlerine; "Fakr nedir?" diye bir suâl sordu. Fakat hiç cevap vermedi. Bunun üzerine tekrar; "Fakr nedir?" diye sordu. Yine cevap vermedi. Tekrar tekrar sorunca, Mevlânâ hazretleri kalkıp gitti. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî huzursuz olup; "Ey pîr-i ham! Neden vakitsiz suâl sorarsın? Sordun cevap verdiler. Tekrar neden sordun?" deyince, derviş; "Ne cevap verdiler?" dedi. "Fakrın târifini yaptı. O; "Allahü teâlâyı tanıyınca, dil tutulur." hadîs-i şerîfi gereğince cevab verdi. Şimdi lâyık olan şudur ki, derviş, şeyhi huzûrunda tam bir teslimiyetle bulunmalıdır..."

Erzincan'da yetişen Velî ve tasavvuf şâiri Sâlih Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin  bâzı şiirleri:

 

Ömür cevherdir kadri bilinmez

Sakın gafletle geçirme zamânı

 

Cihanda şimdi kâl ehli çoğaldı

Söz ile kandırır nice cüvânı

 

*** *** ***

 

Şeyhim benim sultan imiş

Haktan bize ihsan imiş

Can derdine derman imiş

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri derviş eyledi

 

Bir sâlih-i mestâneyem

Ne uslu ne dîvâneyem

Bilmem beni ben ya neyem

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri derviş eyledi.

 

Yaycı Mustafa Dede isminde birisi, Şeyh Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetlerine gelir giderdi. Nerede bir şeyh görse gider onunla görüşür, ona hizmet eder, ona meyl ve sevgi beslerdi. Bir gün onu Ünsî Efendiye medhettiler. O ise, onun bu hâlini beğenmezdi. Yaycı Mustafa Efendi, birçok kimse peşinde koşmuş ama teslim olmamıştı. Bir gün Ünsî Efendi sohbetinde; "Dervişin gönlü çatal olmamalıdır. Zîrâ gönülde ikilik, şirktir. Dervişin hocasına sevgisi sağlam olmalı. Şöyle ki: Bütün âlem şeyh ve mürşid dolsa, Allahü teâlânın feyzi bana ancak hocamdan gelir demelidir. O kişi mahrum kalmaz. Lâkin onun şeyhim dediği İslâmiyete tam mânâsıyla uymalıdır. Yoksa nefs ve şeytana tâbi şeyh sûretindeki kimseler şeyh olamazlar." buyurdu. Sohbetini dinleyenler bu sözlerin niçin, neden söylendiğini önce anlayamadılar. Yine bir gün Ünsî hazretleri; "Yaycı bu senin zannettiğin şey âdetullaha aykırıdır, olmaz. İmkânı dahi yoktur. Böyle bir mürşide kavuşamazsın. İstifâden hiç olmaz. Sonra pişmanlığın faydası yoktur. Bektâşî sûretinde, hevâ ve arzulara tâbi, dilinin dîne aykırı sözlerini fazîlet zannedersin. Peygamber efendimizin beğenmediği kimseler içinde olmaktan sakınmak lâzımdır." buyurdular. Öteden beri Ünsî Hasan Efendinin söylediği sözlerin kimin için olduğu anlaşılmış oldu. Daha sonra durumu öğrenenler, Yaycı Mustafa'dan tövbe etmesini ve bir büyüğe tâbi olmasını söylediler. Yaycı bu söylenenlere sükût etti. Oradakiler; "Yaycıda maya yok!" dediler.

Bir zaman sonra Yaycı Mustafa birisiyle Ünsî Efendinin huzûruna geldi. Bir ara getirdiği kişi abdest almak istedi. Yaycı hemen kalkıp ona hizmette bulundu. Bunun üzerine onun kim olduğu kendisinden soruldukta, hal sâhibi biri olduğunu bildirdi. O zaman Ünsî Efendi ona; "Yaycı senin gönlünde bunun sevgisi var. Bize olan sevgi dışarı çıkmış. Senin arzun kimde ise onun hizmetine koş!" buyurdu. Yaycı Mustafa üzgün bir şekilde oradan ayrıldı. Bir daha görünmedi. Ünsî Hasan Efendinin vefâtlarından dört sene geçtikten sonra Yaycı Mustafa'nın bozuk yollara düştüğü, yüzündeki nûrun gittiği, haşâ Kur'ân-ı kerîme nazîre yazmaya bile cür'et ettiği görüldü, sonu da helâk oldu.

Bir gece dervişlerden bir zât, Hindistan evliyâsının büyüklerinden Ahî Sirâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine misâfir olmuştu. Yatsı namazından sonra Ahî Sirâcüddîn Osman yatağına uzandı. Misafir olan derviş ise, namaz kılmaya başladı. Bir taraftan da, böyle büyük bir zâtın gece uyumasına hayret ediyordu. Sabah olduğunda, Ahî Sirâc hazretleri kalkıp, abdest almadan, birlikte sabah namazını kıldılar. Misâfir derviş, Ahî Sirâc'ın bütün gece zikrle meşgûl olup uyumadığını, ilk zamanda anlayamadığından bu hâle çok hayret ederek; "Allah, Allah! Ne garip iştir! Bütün gece yattınız. Sabahleyin ise abdest almadan namaz kıldınız!" dedi. Ahî Sirâc tevâzu edip; "Siz tâat ile meşgûl oluyorsunuz. Bizim ise, kıymetli bir malımız (rûhumuz) vardır. Büyük ve azılı bir düşman da (nefsimiz) onun peşinde olup, onu öldürmek için gayret etmektedir. Biz o kıymetli malımızı korumak, düşmana teslim etmemek için uyumuyor, bekçilik ediyorduk." Bu sözleri hayretle dinleyen misafir derviş, o zâtın büyüklüğünü böylece daha iyi anlamış oldu ve; "Eğer âşık mescidde görünmezse de, onun kalbi dâimâ namaz iledir." meâlinde bir beyit söyledi.

Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine dervişlikten sorulduğunda buyurdular ki: "Size mezarda faydası olmayacak her şeyle alâkanızı kesiniz. Dervişlik, elenmiş ve üzerine hafif su dökülmüş toprağa benzer. Ne üzerine basanın ayağını incitir, ne de o ayağa toz bulaştırır. Bu târif, dervişliğin kendisinin değil, sıfatının târifidir. Hakîkatte dervişlik, her zaman ve her işinde Allahü teâlâyı unutmamaktır."

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hikmet denilen şiirler yazmıştır. Bu şiirler; Dîvân-ı Hikmet'te toplanmıştır. Bu manzumelerin konularından birisi şudur:

Hak yolunda olan dervişlerin halleri:

 

Yol üstünde oturup yolu soran dervişler

Ukbâdan haber duyup yola giren dervişler

 

Asâları elinde himmet kuru (kuşak) belinde

Rabbim yâdı dilinde, Allah diyen dervişler

 

Hırkaları eğninde, gönlünde yüz bin ayân

Biliniz, iki cihan, göze almaz dervişler

 

Sırrı ile söylerler, dile hikmet dizerler

Âşıkla can gözlerler rengi sarı dervişler.

 

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Derviş, dünyâ ve âhirette mes'ûddur." sözünün mânâsı soruldu. "Dervişten dünyâda sultan vergi almaz. Âhirette Allahü teâlâ hesap sormaz." buyurdular.

"Kötü huydan, haramdan sakınır gibi sakınınız."

Derin âlim ve büyük velî Ebû Hamza Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Garip kimdir?" diye sorulunca; Cevaben buyurdular ki: "Ülfetten sıkılandır. Yâni dost ve akrabâsından sıkılan ve onlara yabancılaşan kimsedir. Bir kimse her nevî ülfetten sıkılırsa o garîb olur. Zîrâ dervişin dünyâda vatanı yoktur. Vatan olmayan yerde ülfet sıkıntıdır. Dervişin ülfeti, yaratılmışlardan ve Allahü teâlâdan başkasından kesilince, o her şeyden sıkılır. O işte o zaman garîb olur. Bu yüksek bir derecedir. En iyi bilen Allahü teâlâdır."

Dîvân şâirlerinden ve mevlevî şeyhi Esrâr Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) şiirlerinde kırk yaşındayken girdiği Mevlevîlik yoluna ve evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye büyük bir sevgi duyduğu görülmektedir. Bu hususta yazdığı bir şiiri şu beyitle son bulmaktadır:

 

Lutfuna muhtaçtır Esrâr-ı zâr

El-meded ey hazret-i Mollâ-yı Rûm.

 

Anadolu'da yaşayan büyük velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dervişlik hususunda şöyle buyurdular. 

 

GELSİN  

 

Bu dervişlik yoluna

Sıdk ile gelen gelsin

Hak'tan özge ne ki var

Gönlünden silen gelsin.

 

Dervişlik dedikleri

Nihâyetsiz denizdir

Bu pâyânsız denizin

Mevcini duyan gelsin.

 

Derviş dili nûr doğar

Her lahza göğe ağar

Ben diyem doğru haber

Canına kıyan gelsin.

 

Dervişin gözü açuk

Dün ü güni uyanuk

Bu söze Rabbim tanuk

Bakmadan gören gelsin.

 

Dervişin kulağı sak

Hak'tan alır ol sebak

Deprenmeden dil dudak

Sözü işiden gelsin.

 

Dervişler Hakk'ın dostu

Canları ezel mesti

Aşk şem'ini yaktılar

Pervâne olan gelsin.

 

Bu Eşrefoğlu Rûmî

Dervişliğe geleli

Nefsindendir çektiği

Nefsin öldüren gelsin.

 

Şeyh Kutbüddîn Münevver (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin memleketi olan Hânsî'ye çok yakın olan Bensî'de, bir zaman Sultan Muhammed Tuğluk konakladı. Orada bulunan kalenin bâzı yerleri harâb idi. Sultan, adamlarından Nizâm Nedrbârî'yi, durumu görüp incelemesi için, kalenin bulunduğu yere gönderdi. Bu sırada, sultan geldi diye herkes sultânın bulunduğu yerde toplanmışlardı. Nedrbârî, kalenin alt kısmında surları kontrol için dolaşırken, orada, içinde insan bulunduğu anlaşılan bir ev gördü. Yanındakilere; "Bu ev kimindir?" diye suâl etti. "Hâce Nizâmüddîn'in halîfesi, Hâce Kutbüddîn'in" dediler. "Hayret! Pâdişâh buraya kadar geldi de, bu zât onu görmeye gelmiyor." dedi. Sultânın yanına dönünce; "Burada Şeyh Nizâmüddîn'in halîfelerinden biri var ki, pâdişâhı görmeye gelmedi." dedi. Sultânın, sultanlık kibri harekete geldi. Kel Hasan diye bilinen, mevkii yüksek bir adamını, Kutbüddîn Münevver'i çağırmaya gönderdi. Kel Hasan geldi ve Kutbüddîn Münevver'in evindeki giriş yolunda oturdu. Hâce'nin oğlu Nûreddîn dışarı çıktı ve Kel Hasan'a; "Babam sizi içeri istiyor." dedi. Kel Hasan içeri girdi. Müsâfeha edip oturdu. Sonra Kutbüddîn Münevver'e; "Sizi sultan istiyor." dedi. Kutbüddîn; "Bu çağrılmamda irâde benim elimde midir?" dedi. O da; "Hayır, sultânın fermânı vardır, sizi götüreceğim." dedi. Bunun üzerine Kutbüddîn Münevver; "Allah'a hamd olsun ki, kendi isteğimle gitmiyorum." buyurdu. Sonra evinde bulunanların yanlarına geçip; "Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedi. Bundan sonra seccâdesini omuzuna, bastonunu da eline alıp, yaya olarak yürüdü. Kel Hasan, onun her hâlinde bir velîlik alâmetleri görünce, kendisine; "Niçin yaya yürüyorsunuz. Yanınızda atlar var, bininiz!" dedi. "Lüzum yok, yaya yürüyecek kadar gücüm vardır." buyurdu. Yolları üzerinde baba ve dedelerinin kabirlerinin de bulunduğu kabristanın yanından geçerken, Kutbüddîn Münevver, sultanın adamına; "Ziyâret etmeme ne dersin?" dedi. O da; "İyi olur." dedi. Baba ve dedelerinin kabirlerinin ayak ucuna gidip, duâdan sonra arz etti ki; "Ben sizin hücrenizden (yâni evimden) kendi arzumla dışarı çıkmadım. Beni elimde olmadan zorla götürüyorlar. Evde bulunanları parasız bıraktım." dedi. Türbeden çıkınca, adamın biri bir miktar gümüş para getirip, hazret-i Hâce'ye hediye etti. O da; "Bunları benim evime götür, hiç paraları yoktur." buyurdu. Sultânın otağına gelince, Kel Hasan, bu zâtta gördüğü fevkalâde hâlleri sultâna söyledi. Fakat sultan duymamazlıktan geldi ve bu zâtı huzûruna çağırdı. Pâdişâhın huzûruna gitmeden, o günlerde vezîr olan Fîrûz Şâh'a dedi ki: "Biz derviş kimseleriz. Pâdişâhların meclisine girmek ve onlarla konuşmak nasıl olacağını bilmeyiz. Nasıl hareket edeyim?" O da; "Sizin hakkınızda sultâna bir şeyler söylendi. Hâl böyle olunca, yüksek hazretiniz ahlâkınızdan hiçbir şey değiştirmeyin." dedi. Sultan bu sırada Hâce'nin geleceğini bildiğinden, güyâ kendisi ile pek alâkalanmamak için kalktı, yayını eline aldı ve ok atmakla meşgûl oldu. Fakat, onun heybetli hâlini görünce, dayanamadı ve büyük bir hürmetle yanına gelip, müsâfehâ etti. Kutbüddîn, sultânın elini öyle kuvvetli tuttu ki, daha bu ilk karşılaşmada, bu katı kalbli pâdişâh, ona karşı sevgi ve bağlılıkla doldu ve; "Biz sizin memleketinize geldik de, bizi terbiye etmediniz ve yüzünüzü görmek, sohbetinizde bulunmakla şereflendirmediniz." dedi. O da; "Önce Hânsî'yi görün, sonra Hânsîli dervişciği. Bu derviş, buracıkta, pâdişâhla karşılaşacağını nereden bilsin? Köşesinde pâdişâhlara ve bütün müslümanlara duâ ile meşgûl oluyor. Mâzûr görünüz." buyurdu. Sultan Muhammed Tuğluk, onun bu güzel sözlerinden çok duygulandı. Fîrûz Şâh'a emredip; "Hâce hazretlerinin ne arzusu varsa yerine getirin!" dedi. Kutbüddîn Münevver buyurdu ki: "Maksadım, fakirlik ile baba ve dedemin evine dönmektir." Hâce Kutbüddîn evine döndükten sonra, Sultan Muhammed Tuğluk, Fîrûz Şâh ve Ziyâüddîn Bernî'yi kendisine gönderdi ve yüz bin gümüş ihsân eyledi. Kutbüddîn; "Bu parayı kabûl etmekten Allah'a sığınırım." dedi. Sultâna gidip gönderdiği paraları kabûl etmediğini söylediler. "Elli bin verin! O zaman belki kabûl eder." dedi. Geldiler. Onu da kabûl etmedi. Sonunda iki binde karar kıldılar. Ama o bunu da kabûl etmedi ve; "Sübhânallah, dervişe iki-üç lira ve biraz kandil yağı yeter, onun binlerle ne işi var." buyurdu. Onlar; "Sultan bundan aşağı veremez, verirse ihsânına yakışmaz." dediler. Zarûrî olarak kabul buyurdu. Bu parayı hocalarının kabirlerini tâmir ettirmekte harcadı ve kalanını fakirlere sadaka verdi. Birkaç gün sonra Hânsî'ye hareket etti. Vefâtına kadar orada kaldı. Kabri dede ve babasının yanındadır.

Sultan Muhammed Tuğluk, Kutbüddîn hazretlerinin dünyâya meyilli olmamasının derecesini anlamak için, bâzı yerlerin (arâzilerin) kendisine verildiğini bildiren fermanlar hazırlatıp, Kemâleddîn Sadr-ı Cihân ile ona gönderdi. O da gelip fermanları kendisine arzedince, Hâce Kutbüddîn şöyle anlattı: "Sultan Nasîreddîn bin Şemseddîn, Mültan taraflarına gidince, o zamânın sultanı başkumandanı olan Gıyâseddîn'i, Ferîdüddîn Genc-i Şeker'e gönderip, aynen bunun gibi bir fermanı ona arzetti. O zaman Şeker Genc hazretleri; "Bizim büyüklerimiz böyle şeyleri kabûl etmediler. Bu gibi şeyleri isteyenler çoktur. Onlara verin!" buyurdu. Biz de o büyüklerin yolunda olduğumuz için, bize yakışan, onların yaptıkları gibi yapmaktır. Siz bu fermânı alın. Gece-gündüz böyle şeylerin hayâli ile yaşayanlar vardır. Onlara verin! Ne işlerine yarayacaksa, onlar alsınlar." Hâce hazretlerinin bu güzel cevâbı sultâna ulaştığında, çok sevinip, ona olan muhabbeti daha da arttı.

İstanbul'daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiiri şöyledir:

 

Evvel tevhîdi zikret,

Sonra cürmünü fikret.

Var yoluna doğru git.

Derviş olayım dersen.

 

Bir zât-ı kâmil ara,

Gezme tozma âvâra.

Tamam sıra bu sıra,

Derviş olayım dersen.

 

Gaflet ile çalışma,

Çok gezmeye alışma.

Kem sözlere karışma,

Derviş olayım dersen.

 

Rüyâna yalan katma,

Elden söz alıp satma.

Cellad önüne yatma.

Derviş olayım dersen.

 

Her sözde inâd etme

Her mezbelede bitme.

Sapa yollardan gitme,

Derviş olayım dersen.

 

Dostunda kusur görme,

Ak yüze kara sürme.

Başına çorap örme,

Derviş olayım dersen.

 

Hayrın bir ise binle,

Vakt-i seherde inle.

 Pend-i Vefâ'yı dinle,

Derviş olayım dersen.

 

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî  (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Sofi kimdir?" diye sorulunca; "Nefsinin istek ve arzularına karşı çıkan, ona eziyetin tadını tattıran, dünyâyı arkasına atan ve Muhammed Mustafa'nın sallallahü aleyhi ve sellem yoluna sıkı sarılan kimsedir." buyurdular.

Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Ebû Hamza Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdık ve samîmî bir sûfînin alâmeti; aziz iken zelil, zengin iken fakir, meşhûr iken meçhûl olmasıdır."

Derin âlim ve büyük velî Ebû Hamza Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Sofî kimdir?" diye soran bir kimseye; "Sofî, her çeşit pislikten tasfiye edilen ve kendisinde hiç bir şekilde muhâlefet kiri kalmayan kimsedir." buyurdular.

Hindistan'da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tasavvuf talebesi olan bir sûfîde şu vasıflar bulunmalıdır: 1) Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılığından dolayı, kendini ve dünyâyı unutmalıdır. 2) Ne kadar ciddî olursa olsun, başkalarının kusûrlarını görmezden gelmelidir. 3) Harama gözlerini kapamalıdır. 4) Bütün istenmeyen şeyleri duymamalı, kötü şeylere karşı sağır olmalıdır. 5) Dilsiz olmalı, söylenmeyecek sözleri söylememelidir. 6) Seni, her an arzulanmayan yerlere sürüklemeye çalışan alçak nefsinin peşinden koşmamalısın.

Eğer bu sıfatlar bir sûfîde yoksa, o düpedüz bir yalancı sahtekârdır. Dünyâ malına ve şerefine sâhib olmayı arzulayan bir sûfî, sûfî değildir. O, sûfîlere kötülük getiren bir aldatıcıdır."

Yine buyurdu ki: "Sûfîlerde bulunması gereken husûsiyetlerden bâzıları şunlardır:

1) Sûfî'nin, kalbinde hiçbir kir ve kötülük olmaz. 2) Tasavvuf, Allahü teâlâ ile yakın dostluk demektir. 3) Sûfîler, mutlak suskunluk içindedirler ve ilâhî nûrun etkisi altında şaşkın bir vaziyettedirler."

"Sûfî ne kadar çok üzüntü, acı ve yalnızlık çekerse, Allahü teâlâya o kadar yaklaşır. Hâce Muînüddîn Çeştî, îmânının kuvvetlenmesi için, Allahü teâlânın kendisine daha fazla sıkıntı, acı ve üzüntü vermesi için sürekli duâ ederdi."

Meşhûr velîlerden, fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sûfî; Hakk’a doğruluk, halka karşı güzel ahlâk üzere olan kişidir.”