|
DAVET – MİSAFİRPERVERLİK
Evliyânın büyüklerinden
Ali Müttekî el-Hindî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini birgün
vezirlerden birisi, "Fakirhânemize teşrîf etseniz." diyerek ziyâfete dâvet etti.
Maksadı onun teşrîfi ile bereketlenmek idi. Bu tür yemeklerden hoşlanmayan,
yediği lokmaların helâl olmasına çok dikkat eden Ali Müttekî; "Beni mâzur
görünüz. Buradan da size duâ ederim. İnşâallah, Allahü teâlâ size bereket ihsân
eder." dedi. Fakat o şahıs çok ısrar edince; "Peki geleyim. Fakat üç şartım var.
1) Nereye istersem oraya oturacağım. Bana daha yukarıya otur! Boş yere otur diye
teklîf etmeyeceksin. Vezir; "Öyle olsun. Zâtı âliniz nereyi isterse oraya
otursunlar." dedi. 2) Bunu yiyiniz, yahut şunu yiyiniz diye sözlerde
bulunmayınız. Ben ne hoşuma giderse onu yiyeyim. 3) Ne zaman istersem kalkıp
gideyim. Bu sırada "Biraz daha otursanız." denilmesin." buyurunca, Vezir bu
şartları kabûl etti. Ali Müttekî; "Yarın gelirim inşâallah." diye söz verdi.
Ertesi gün olunca, Ali Müttekî dâimâ yanında taşıdığı torbasına bir parça ekmek
koyup, vezirin evine gitti. Yemek yenilecek odanın hemen kapısının yanına
oturdu. Hâlbuki vezir, yemek sofrasını çok mükemmel hazırlatmıştı. Ali
Müttekî'ye bir yer göstererek; "Buraya oturunuz!" dedi. Bunun üzerine Ali
Müttekî; "Ben istediğim yere otururum demedim mi?" buyurdu. Vezir bir şey
diyemedi. Sonra Ali Müttekî; "Çabuk olunuz vakit dardır." deyince, yemek hemen
getirildi. Ali Müttekî torbasından çıkardığı kuru ekmeği yemeye başladı. Vezir,
hazırlanan yemeklerden yemesini isteyince; "Unutmayınız ki, istediğimden yememe
müsâade edecektiniz." buyurdu. Bir süre sonra vedâ ederek oradan ayrıldı. Son
şartı gereğince vezir bir şey diyemedi.
Anadolu velîlerinden
Gavsî Ahmed Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerin Galata Mevlevîhânesi
şeyhliği sırasında Halvetiyye yolu büyüklerinden Muhammed Nasûhî Üsküdârî
hazretleri ile görüşüp sohbette bulundu. Muhammed Nasûhî hazretleri, Üsküdar'da
yaptırdığı dergâhın açılışı sırasında Gavsî Ahmed Dedeyi de dâvet etti.
Gavsî Ahmed Dede, dâveti
kabûl etti. Fakat Üsküdar'a gidecekleri gün sâhile vardıkları zaman hava
rüzgarlı ve denizin dalgalı olduğunu gördüler. Bu sebeple kayıklar yolcu
taşıyamıyorlardı. Bâzı kayıkları dalgalar deniz dışına atmış, bâzıları da
dalgalar arasında bir o tarafa bir bu tarafa yatıyordu. Gavsî Ahmed Dedenin
yanında bulunan bâzı kimseler bu fırtınalı havada yola çıkılamayacağını
söylediler. Halbuki Gavsî Dede, verdiğimiz sözde durmalıyız ve Üsküdar'a
gitmeliyiz diyordu. Gavsî Dedenin büyük bir velî olduğunu bilen bâzı arkadaşları
ise, ona teslim olup gitmek istiyorlardı. O sırada deniz üzerinde bir gemi peyda
oldu. Gavsî Dede ve onun büyüklüğünü bilen talebeleri hemen gemiye bindiler.
Gavsî Dedenin büyük bir velî olduğunu bilmeyenler ise tereddüd ettiler. Fakat
diğerleri binince onlar da bindiler. Deniz bir müddet durgunlaştı. Allahü
teâlâya tevekkül edip gemiye binen Gavsî Dede, yanındakilerle birlikte sağ ve
sâlim Üsküdar'a ulaştı.
Allahü teâlâ Gavsî Dedeye
verdiği sözde durmak istemesi, kendisine tam tevekkül ile bağlı olması sebebiyle
kerâmet olarak bu hâli ihsân etti. Gavsî Dedenin büyüklüğünü bilmeyen diğer
dervişleri de onun büyüklüğünü anladılar. Gavsî Dede, Nasûhî Muhammed Efendinin
dâvetine icâbet edip, dergâhının açılışında bulundu. Onunla uzun sohbet edip
biribirlerinden istifâde ettiler
Evliyânın büyüklerinden
Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında şöyle
naklederler: "Birisi bir gün evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam'ı evine dâvet
etmişti. Fakat kabûl etmedi. Isrâr edince ona: "Gelirim ama üç şartım var.
Nereye istersem oraya otururum. İstediğimi yerim. Ne dersem onu yapacaksınız."
dedi. Adam kabûl etti. Hâtim-i Esam dâvet edenin evine gitti ve ayakkabıların
konulduğu yere oturdu. Senin yerin orası değil dediklerinde, "Ben önceden şart
koştum." dedi. Sofra gelince, yanında getirdiği ekmeği çıkarıp yedi. Efendim
buradan yiyin dediklerinde; "Ben ne istersem onu yerim diye şart koşmuştum."
dedi. Sofra kalktıktan sonra hizmetçiye; "Demir tavayı ateşte kızdır getir."
dedi. Hizmetçi söyleneni yaptı. Hâtim-i Esam demir tavanın içine ayağını koydu
ve; "Somun yedim." dedi. Sonra oradakilere; "Yarın kıyâmet günü yaptığınız her
işten ve yediğiniz her şeyden Allahü teâlânın sizden hesap soracağına inanıyor
musunuz?" diye sorunca, oradakiler "Evet." dediler. "Diyelim ki, burası Arasat
meydanı, her biriniz sırayla gelip şu tavaya ayağınızı koyarak, burada
yediklerinizin hesâbını veriniz." dedi. Bunun üzerine oradakiler; "Buna gücümüz
yetmez." dediler. "Yarın kıyâmet günü Allahü teâlâya nasıl cevap vereceksiniz.
Arasat meydanının kızgın zemini üzerinde nasıl duracaksınız? Halbuki Allahü
teâlâ meâlen; "Her nîmetin şükründen muhakkak sorulacaksınız." (Tekâsür sûresi:
8) buyurmaktadır." dedi. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi ağlamaya
başladılar."
Tâbiînden, İslâm âleminde
Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çekemiyen biri,
o'nu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti.
İmâm-ı A'zam bu dâveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın,
diye tenbih etti. Oraya vardıklarında dâvet eden adam buyurun yemeğe deyince,
İmâm-ı A'zam ellerini yıkamak için nehire gitti, talebeleri de onu takib ettiler
ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar.
Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini
görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece
bir sünnete, yâni yemekten önce el yıka-maya uymanın bereketine kavuştular. Bunu
gören dâvet sâhibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına
katıldı.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden. Seyyid Mîr Muhammed Numân (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
gün dervişlerden bir grupla, kendisini sevenlerden birinin evine dâvet edildi.
Mîr, ev sâhibini huzûruna çağırıp; "İkrâmda ifrâta, aşırılığa gitmemesini
söyledi ve sakın yemeklerde şüpheli bir şey bulunmasın." buyurdu. O da elden
geldiği kadar ihtiyâtlı hareket etti. Ama hazret-i Mîr'in yanında kalabalık bir
cemâat bulunduğundan, pekçok keçi ve koyun kestiler. Âniden, kesilen bu
hayvanların birinin eti üzerinde sayısız kurtlar peydâ oldu. Öyle ki, bir anda
etten kemiğe geçtiler. Hazret-i Mîr'e getirdiler; "Bunun için çok dikkat edin
demiştik. Keçi, helâlden değildir. Allahü teâlâ kurtlarla bunu bize gösteriyor.
Siz yine de araştırın." buyurdu. Araştırdılar. Anlaşıldı ki, bu keçi, hayvan
zekâtı toplama memuru arkadaşının zulmen alıp, kendisine gönderdiği ve ev
sâhibinin bundan hiç haberi olmadığı bir hayvandı.
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr
velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
defâsında Uluborlu'ya dâvet edilince, halkı irşâd, doğru yolu göstermek için bu
dâveti kabûl edip gider. Uzun sohbetler ve vâzlarla halka öğüt verir ve vâzı son
derece istifâdeli olur. Dönecekleri sırada birisi evine yemeğe dâvet eder.
Dâveti kabul edip o gece orada kalır. Ertesi gün vedâlaşıp ayrılır. Bîlköy
denilen yere varınca atını durdurup bir talebesini yanına çağırır; "Git şu
evinde kaldığımız kimsenin kapısını çal! Bir kap iste! Kabın ağzını aç o zaman
Allahü teâlânın kudretini göresin. Ev sâhibine de, şeyh harcadıklarına pişman
olmasın. Dünyâda hakkını alsın âhirete kalmasın dedi, diyesin." der. Talebesi
emir üzere, kendilerini dâvet eden kimsenin evine varıp bir kap ister. Kabı
eline alınca dâvet eden kimse dâvet için ne kadar akçe, para harcadıysa, o kadar
akçe kabın içine gaybden dökülür. Ev sâhibi çok şaşırır. Meğer şeyh hazretleri
evinden ayrılınca, ona ziyâfet vermek için harcadığı parayı hesaplayıp ziyâfet
verdiğine pişman olmuş.
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) fakir-zengin herkesin dâvetini kabul eder giderdi.
Onu sevenlerden fakir bir kimse, çocuğunu sünnet ettirecekti. Fakat sünnete
dâvet edeceği kimselere ikrâm edeceği bir şey yoktu. Muhammed Emin Erbilî
hazretlerine gelip, çocuğunun sünnet merâsimine dâvet etti. Muhammed Emin Erbilî
ona; "Misâfirlere ikrâm edecek neyin var?" diye sordu. O kimse bir koyunu ile
bir mikdâr buğday unu olduğunu söyledi. Muhammed Emin hazretleri; "Allahü teâlâ
bu ikrâmını bereketli eder inşâallah. Başka bir şey hazırlamak için kendini
zorlama. Misâfirlerin oturabilecekleri geniş bir çadır hazırla. Ben gelinceye
kadar hazırladığın şeylerden kimseye bir şey ikrâm etme." buyurdu. O kimse gidip
Muhammed Emin Erbilî'nin buyurduğu gibi geniş bir çadır ve ikrâm edilecek
şeyleri hazırladı. Dâvetliler gelip oturdular. Bu sırada Muhammed Emin Erbilî
hazretlerinin oraya geldiğini işiten talebeleri ve sevenleri de geldiler. Dört
yüz kişiden fazla bir kalabalık meydana geldi. Muhammed Emin Erbilî, hazırlanan
yiyeceklere bereketle duâ buyurdu. Onun duâsı bereketiyle hazırlanan az bir
mikdar yemekle oradakilerin hepsi doyuncaya kadar yediler. Fakat yemekler hiç
yenilmemiş gibi ortada duruyordu. Çünkü Allahü teâlâ peygamberlerine mûcize
ihsân ettiği gibi, velî kullarına da kerâmetler ihsân etmişti.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî hazretlerinin hocası Mevlânâ Hâlid (rahmetullahi teâlâ aleyh)
kendisine yazdığı Fârisî mektuplarından birinde şöyle buyurdular: "Kıymetli
Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâimâ çok
sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi
o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu
kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın
olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah bir
araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat dâvet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı
ki, başkalarının dâvetine gidilsin. Böyle dâvete verilecek cevap şudur: "Biz
derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ
etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reislerinin meclisinin edeblerini
bilmeyiz." Sana emrettiğim üzere ol, muhâlefet etme! Molla Mustafa Eşnevî'ye de
fakîrin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan
yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarûrîdir.
Bizden bir şey gizli tutulmasın ki, helâke sebeb olur. Kulların en zayıfı Hâlid-i
Nakşibendî Müceddîdi."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh)
misâfirperverdi. Canının istediği bir şeyi misafirsiz yemezdi. Sebebini
sorduklarında; "Kıyâmet günü misafir ile yenenden sual olunmayacağını duydum da
ondan." diye cevap verirdi. Onun çok ikrâmda bulunduğunu gören birisi; "Malınız
azalıyor, misâfire ikrâm işini biraz azaltsanız?" dediğinde; "Mal azalıyorsa,
ömür de bitiyor." buyurdu.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Ahmed Kihtû (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bu fakîr,
Mekke'ye gidip hac yaptıktan sonra, Medîne'yi ziyârete gittim. Hâncihân Câmii
imâmı ve Şeyh Tâceddîn Serkeşî ve bir kişi daha berâberimde idi. Resûlullah'ın
mescidine gelince, arkadaşlar; "Bir şeyler yiyelim." dediler. Ben; "Biz, Resûl-i
ekremin misâfiriyiz." dedim. Onlar gidip yemek yediler, geldiler. Yatsı
namazında bir yerdeydik. Namazdan sonra onlar yattılar. Bu fakîr, tesbîh
çekiyordum. Âniden bir şahıs gelip, yüksek sesle; "Hazret-i Mustafa'nın misafiri
kimdir?" diye seslendi. Bir başkası olacağını düşündüm. İki-üç defâ tekrar
edince, beni çağırdığını anladım. Kalkıp, o şahsın yanına gittim. Elinde bir
tabak vardı. "Peygamber efendimiz gönderdi." dedi. Bana bir mikdâr hurma verdi.
O hurmaların tadı ve lezzeti, anlatılmaya gelmez.
Büyük velîlerinden Ahmed
bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok misâfirperverdi. Misâfirlerine
devamlı hizmetten zevk alırdı. Bir misâfiri bunun sebebini sordu. O da;
"Misâfirlik üç gündür. Bundan fazla kalırsan bana ikrâmda bulunmuş olursun."
buyurdu.
Nakşibendî büyüklerinden
Alvarlı Muhammed Lütfi (rahmetullahi teâlâ aleyh) misâfirperverdi. Herkesi
severdi. Zâviyesinde her gün en az yirmi misâfir bulunurdu. Misâfirleri uzaktan
geldiyse, gece evinde ağırlar, sabah kahvaltılarını verir, dertlerini dinler ve
uğurlardı. Altmış sekiz sene misâfirsiz bir sofraya el uzatmadı.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
en başta gelen talebelerinden Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: "Hâce
Behâeddîn Nakşibend hazretleri; Tanıdığı veya tanımadığı bir kimse evlerine
ziyârete gelse, güleryüzle karşılar, nezâketle yol gösterir, evde ne bulunursa
ikrâm ederlerdi. Misâfirlerine bizzat kendisi hizmet ederdi. Eğer ev soğuk
olursa, kendi giyeceğini ve yatağını misâfire verirdi. Misâfirin hayvanı varsa,
hayvanın yemini ve suyunu verirdi.
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî, Ebû Bekr-i Şiblî'nin evinde kırk gün misâfir kaldı.
Çeşit çeşit yemeklerini yedi. Ayrılıp giderken yanına vardığında; "Ey Şiblî!
Eğer yolun Nişâbur'a uğrarsa, yanıma gel! Misâfirperverlik nasıl oluyormuş, sana
öğretirim." dedi. Şiblî de; "Ben ne yaptım ki?" deyince; "Başka ne yapacaksın,
külfete girerek çeşitli yemekler hazırladın, civanmertlikte bu yoktur. Misâfir
gelince öyle davranmalı ki, hizmet ederken üzerine bir ağırlık çökmemeli,
gittiği için de ferahlamamalısın! Külfete girdiğinde, gelişi ağır gelir,
gittiğinde de rahatlarsın. Böyle ev sâhipliği olmaz." buyurdu. Bir müddet sonra,
İmâm-ı Şiblî kırk arkadaşıyla berâber Nişâbur'a geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd'a
uğradı. Ebû Hafs-ı Haddâd o gece kırk bir mum yakmıştı. Şiblî bunları görünce;
"Bu ne hâl böyle?" dedi. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Ne oldu?" buyurdu. Şiblî; "Külfete
girmeyin, demiştiniz. Bu mumlar ne böyle?" dedi. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Öyleyse
onları söndür." buyurdu. Şiblî, kalkıp hepsini söndürmeye çalıştı, fakat, birini
söndürebildi. Bunun üzerine Ebû Hafs-ı Haddâd; "Sizi Allahü teâlâ gönderdi. Ben
de Allah rızâsı için kırk mum yaktım. Birini de kendim için yaktım. Benim için
olanı söndürdün. Allah rızâsı için olanı söndüremedin. Sen ise Bağdât'ta her
yaptığın şeyi benim için yapmıştın. Seninki külfet oldu, benimki ise külfet
olmadı." buyurdu.
Tebe-i tâbiînden meşhur
fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) misâfire
ikrâmın ne olduğunu soranlara, "Güler yüz ve tatlı dildir." diye cevap verdi.
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine yahûdînin
biri gelip misâfir oldu. Yahûdî, mescidde bir sütunun arkasına oturup kendini
gizliyordu. Ebû İshak hazretleri her gün ona yemek gönderiyordu. Bir müddet
sonra yahûdî gitmek için müsâade istedi. Ona; "Ey yahûdî! Niçin buradan gitmek
istiyorsun, yoksa yerinden memnun değil misin?" dedi. Yahûdî mahcûb oldu ve;
"Mâdem benim yahûdî olduğumu biliyordun. Niçin bana bu kadar çok ikrâmda
bulundun?" dedi. Bu suâle; "Gayr-i müslim de olsa misâfire ikrâm edilir."
cevâbını verdi. Bunu işiten yahûdî Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Tebe-i tâbiînin ve evliyânın
büyüklerinden, Mısır'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden Leys bin
Sa'd (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok misâfirperverdi. Gittiği ve bulunduğu
her yerde mutlaka misâfir ağırlamaya çalışırdı. Abdullah bin Sâlih diyor ki:
"Ben, Leys bin Sa'd ile beraber tam yirmi sene kaldım. Sabah ve akşam yemeğini
hiç yalnız yediğini görmedim. Yemeklerini muhakkak misâfirlerle, et yemeğini
ancak hasta olduğu zaman yerdi.
Tâbiînin ve âlimlerin
büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri buyurdular ki: “Gelen misâfirine yemek verip de imkânı varken tatlı
ikrâm etmiyen kimse, yatsı namazını kıldığı halde vitri kılmıyan kimse gibidir.”
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rah-metullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerine
bir gün ikindi vakti bir misâfir geldi. Tencerede bir parça et vardı. Eti
pişirip misâfire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat, yemeği hazırlamak için de
misâfirin yanından ayrılamadı. Nihâyet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar.
Kendisi de, misâfiri de oruçlu idiler. Nihâyet evde bulunan bir kuru ekmek ve
bir mikdar suyu misâfire ikrâm için hazırladı. Sonra, etin bulunduğu tencerenin
Allahü teâlânın izni ile kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü.
Misâfire ikrâm ile iftarı birlikte yaptılar. Misâfir; "Hayâtımda bu kadar
lezzetli bir yemek yemedim." deyince, Râbia-i Adviyye; "Her hâlinde Allahü
teâlâyı hatırlıyan ve sâdece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek
pişirirler." buyurdu.
Velî, aklî ve naklî
ilimlerde âlim Sarı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Baban ile annen için hazırladığın nîmetten bile mesûl olursun. Ama
misâfirler için tedârik ettiğin nîmetten mesûl olmazsın. Hele o misâfirler
Allahü teâlânın dostlarından ise, kazancın daha da çok olur."
Evliyânın büyüklerinden
Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Misâfiri çok
severim. Çünkü, rızkını Allahü teâlâ veriyor. Ben hiçbir şey yapmıyorum. Bununla
berâber, Allahü teâlâ bana sevâb veriyor
İslâm âlimlerinden ve
evliyânın büyüklerinden Tâcüddîn Zâhid-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin yolu Erdebîl'e düştü. Orada Abdülmelik Mescidi diye bilinen
bir mescidde misâfir oldu. Mescidin vazifeli müezzini o gece rüyâsında, mescidin
bânîsi (inşâ ettireni) olan Abdülmelik hazretlerini gördü. Abdülmelik, müezzine;
"Bu gece mescidimize bir misâfir geldi. Git bak. Onu ağırla." dedi. Müezzin de,
misâfire ikrâm edecek bir şeyi bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine Abdülmelik;
"Evin falanca yerindeki yağ ile, falan kimsenin hediye ettiği pirinci ve filan
yerdeki eti pişir. Mescidde bulunan misâfirimize ikrâm et!" dedi. Bundan sonra
uyanan müezzin, rüyâya îtimâd etmeyip tekrar yattı. Aynı rüyâyı tekrar gördü.
Uyandı. Tekrar yattı. Aynı rüyâyı üçüncü defâ görüp biraz da îkâz edilince,
kalktı ve mescide geldi. İbrâhim Zâhid mescidde oturup, Allahü teâlâyı
zikretmekle meşgûldü. Müezzin ona, rüyâdan hiç bahsetmeden; "Efendim! Hoş safâ
geldiniz. Bir şeyim yok ki size ikrâm edeyim." dedi. O da; "Şimdi geri git,
Abdülmelik'in târif ettiği şekilde yemek yap getir! Ona îtirâz etme! Sonra zarar
görürsün." dedi. Onun bu apaçık kerâmeti karşısında hayrete düşen müezzin,
karşısındaki şahsın, sıradan bir kimse olmayıp velîlerden olduğunu anladı ve
ellerine sarıldı. Hemen gidip yemeği hazırladı. İbrâhim Zâhid hazretlerine ikrâm
etti ve talebeleri arasına katıldı.
|
|