|
BİRİSİNİ VESÎLE KILMAK
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır. Birdefasında karnım
ağrımıştı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedim. O anda
kendisini gördüm. Yanıma teşrîf edip, rahatsızlığımı giderdiler.
Evliyânın meşhûrlarından
Abdullah Menûfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebeleri
arasında yüzü ve hâlinin güzelliği ile meşhûr olan bir genç vardı. Bir kadın,
ona âşık oldu. Hîle ile, o talebenin kaldığı eve girdi. Kadın kendisini kabûl
etmesini isteyip, üzerine geldi. Talebe de, hocası Abdullah Menûfî'den imdâd
istedi. O anda duvar yarılıp, Abdullah Menûfî hazretleri içeri girdi. Kadın
korkup bayıldı. Ayılınca tövbe edip, güzel ahlâk sâhibi hanımlardan oldu.
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Muhammed el-Hadramî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine
nasîhat ederken; "Sizden biriniz nerede olursanız olunuz, herhangi bir sıkıntıya
düşerse, beni vesîle ederek Allahü teâlâdan murâdını istesin. Biiznillah
istediğine kavuşur. Allahü teâlâ, velî kulları vâsıtasıyla insanların
müşküllerini çözer." buyurdu. Talebeleri sıkıntıya düştükleri zaman, Abdullah-ı
Hadramî'yi vesîle ederek, Allahü teâlâdan sıkıntılarını gidermesini istediler.
Hocalarının yetişerek, Allahü teâlânın izniyle onları sıkıntıdan kurtardığı çok
defâ görüldü.
Suriye'de yetişen
velîlerden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerini sevenlerden biri, bir yolda yalnız başına giderken, önüne yırtıcı
bir hayvan çıktı. Kendisine saldırmak üzere iken, yolcu sesinin çıktığı kadar
bağırarak, Abdurrahmân hazretlerinden yardım istedi. Bu sırada, kuvvetli ve
heybetli bir kimse görünüp hayvanı tuttu. Güçlü kuvvetli olduğundan hayvan,
elinde zor hareket ediyordu. Bu sıkıntıdan kurtulan kimse, hocasının yanına
döndüğü zaman, henüz bir şey söylemeden, hocası; "Bir sıkıntıda kalırsan, yine
bizden yardım iste! Fakat o kadar şiddetle bağırmana lüzum yok. Hafifçe
söylesen, hattâ kalbinden bile geçirsen, Allahü teâlânın izni ile onu duyar ve
yardımına geliriz." buyurdu.
Evlliyânın büyüklerinden
Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini ziyâret için
talebelerinden biri bir gün yola çıktı. Yolculuğunu katır ile yapıyordu.
Tehlikeli bir yere gelince, bineğinden inip o yeri yaya olarak geçti. Tekrar
bineceği sırada hayvan kaçtı ve yakalaması mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırdı.
O anda hocası hatırına geldi ve ondan yardım umarak; "Ey hocam Abdülazîz
Debbağ!" dedi. Bu sırada Allahü teâlâ bâzı insanları ona yardımcı olarak
gönderdi. Onlarla beraber hayvanı yakalayıp, hocasının huzûruna geldi. Abdülazîz
Debbağ onu görünce gülerek; "Falan yerde Şeyh Abdülazîz'i ne yapacaktın? Senin
yanında olsaydı herhalde sana yardımda bulunurdu." dedi. Talebe büyük bir
edeple; "Ey Efendim! Şahsen bulunmanızla rûhen bulunmanız arasında, sizin için
hiçbir fark yoktur ve ikisi de mümkündür." dedi.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Abdülazîz Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzında
şöyle buyurdular: "Birisinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun,
Allahü teâlânın yardımına mazhar olduğu, kavuştuğu düşünülmezse haramdır.
Yalnız Allahü teâlâya güvenilip, o kulun Allah'ın yardımına mazhar olduğu,
Allahü teâlânın her şeyi sebeb ile yarattığı, o kulun da bir sebeb olduğu
düşünülürse câiz olur. Peygamberler ve evliyâ da, böyle düşünerek başkasından
yardım istemişlerdir. Böyle düşünerek birisinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur."
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında
Hacı Hızıroğlu Mehmed Ağa, Üsküdar'ın ileri gelenlerinden ve sipâhilerindendi.
Büyük zâtların sohbetlerinde çok bulunurdu. Tarîkat âdâbından nasîbini almış,
edeb sâhibi bir zât idi. Bir gün kötülük ve zulüm yapmak isteyen kimselerin
kendisini aradıkları haberini aldı ve dostlarından birisinin evinde saklandı.
Gece Allahü teâlâya, kendisini bu belâ ve musîbetten muhâfaza buyurması için
yalvarırken, çevresinde bulunan velî zâtlardan yardım ve duâ istemek hatırına
geldi. Evinin çevresinde oturan velîleri bir bir hatırına getirdi. O anda
hatırına, bu belâdan, Abdülehad Nûrî Efendinin vâsıtasıyla
kurtulabileceği düşüncesi geldi. Bunun üzerine bütün kalbiyle Abdülehad Nûrî
Efendiye yönelip; "Abdülehad Efendi hürmetine beni bu belâdan kurtar." diye
Allahü teâlâya yalvardı. O arada uyuya kaldı. Rüyâsında Abdülehad Nûrî Efendiyi
gördü. Ona; "Mehmed Ağa, korkma! Zorbaların defterinden senin ismin
kaybolmuştur. Gönlün hoş olsun. Rahat bir hâlde evinde dostların ile sohbet
eyle." dedi. Uyanır uyanmaz Mehmed Ağa, Abdülehad Nûrî Efendinin dergâhındaki
talebelere yedirmek üzere, Allah için yedi kurban adadı. Bir iki hafta evinde
dostları ile sohbette bulundu. Çarşı, pazarda dolaştığı hâlde, kötü bir haber
almadı.
Evlîyanın büyüklerinden
Gavs-ül âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hakkında Şeyh Muzaffer Mansur der ki: Sıkıntısı ve dileği olanlar Abdülkâdir
Geylânî hazretlerini vesîle ederek, araya koyarak Allahü teâlâya duâ
ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki: "Sıkıntıda olan bir kimse
beni vesîle edip Allahü teâlâya yalvarsa derhâl sıkıntısı gider. Şiddet ânında
her kim benim ismimi ansa derhâl rahata kavuşur. Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan dilekte
bulunursa, derhâl işi görülür."
Bir kere de; "Her kim her
rekatında Fâtiha'dan sonra on bir İhlâs okuyarak, iki rekat namaz kılarsa,
selâmdan sonra da on bir defâ Allah'ın
Resûlüne salât ve selâm
getirip benim ismimi anarak yalvarırsa, Allahü teâlânın izni ve yardımıyla
derhâl işi görülür." buyurdu.
Temiz bir hanım,
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine talebe olmuştu. Bu kadın dağda iken, ihtiyaç
için mağaraya girdiğinde daha önce ona âşık olan bir ahlâksız da ardından girdi.
Kadına yanaşıp, onun nâmusunu kirletmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak bir yer
bulamadı. Gavs-ül-a'zamın ismini söyleyip; "Yardım et (yetiş, imdâd) ey Gavs-ül-a'zam,
ey insanların ve cinlerin gavsı, yardımcısı, yetiş! Yetiş ey Şeyh Muhyiddîn
(dînin ihyâ edicisi), yetiş ey Seyyid Abdülkâdir!" deyip feryâd etti. O anda
Gavs-ül-a'zam medresede abdest alıyordu. Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı.
Onları çıkarıp mağara tarafına savurdu. Ahlâksız, arzusuna kavuşamadan, nalınlar
kafasına ulaştı ve ölünceye kadar başına vurdular. Kadın, o mübârek nalınları
alıp hazret-i Gavs'a getirdi ve başından geçeni anlattı.
Müridlerinin,
talebelerinin tövbesiz vefât etmemeleri için duâ etti: "Allah'ım! Ceddim,
Habîbin Muhammed aleyhisselâm ve kullarından takvâya erenlerin hâtırı için, hiç
bir mürîdimin, talebemin rûhunu tövbesiz alma." diye yalvardı.
Bir defâsında; "İyi
müridlerin hâli mâlum, ya kötülerinki ne olacak?" diye sorduklarında; "İyi
olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları
kurtarmak için adadık." buyurdular.
Mısır evliyâsından Seyyid
Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Sâlim
isminde bir kimse küffâr memleketlerinden birinde esirdi. Başında bir nöbetçi
asker vardı. Bu asker, müslümanların, Seyyid-i Bedevî'yi çok sevdiklerini,
sıkıntıda kalınca rûhundan yardım istediklerini ve Allahü teâlânın izni ile
böyle insanların imdâdına yetiştiğini duymuştu. Bunun için o zâtın Seyyid
hazretlerinden yardım talebinde bulunmasından korkuyordu. Ona sık sık;
"Eğer senin, yâ Ahmed Bedevî! dediğini işitirsem, çok eziyet, işkence ederim." diye
tehdit ederdi. Bir gün bu korkusundan dolayı onu büyük bir sandık içine koydu.
Kapağını kilitledi. Kendisi de sandığın üzerine yattı. Geceleyin Sâlim Efendi Seyyid Bedevî'den yardım isteyip; "İmdât yâ Seyyid Ahmed Bedevî hazretleri! Bana
yardım ediniz!" dedi. Seyyid Ahmed hazretleri geldi. Sandığı, üzerinde
yatan askerle berâber alıp götürdü. Bir anda kendilerini bilmedikleri bir yerde
buldular. Orada Sâlim Efendiyi sandıktan çıkardı ve gözden kayboldu.
Etraflarında toplananlara, olanları anlattılar. Onlar; "Burası Kayravan'dır.
Geldiğiniz yer ile arası çok uzaktır." dediler. O asker de bu hâl karşısında
çok şaşırdı ve müslüman oldu. Seyyid hazretlerinin kabrini ziyâret için
berâberce Mısır'a gittiler."
Büyük velîlerden Seyyid
Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Allahü teâlânın
sevgili kulları olan velîleri vesîle ederek, cenâb-ı Haktan bir şeyler
istenebilir. Onları vesîle ederek bâzı ihsânlara kavuşulursa, bu yardımları ve
ihsânları evliyâdan bilmemek lâzımdır. İhsânı yapan Allahü teâlâdır. Çünkü
velîler, kendiliklerinden bir şey yapmazlar. Allahü teâlâ onları çok sevdiği
için, onların duâ ve hâtırı ile yaratır. Peygamber efendimiz bir hadîs-i
şerîflerinde buyurdu ki: "Saçları dağınık, kapılardan kovulan öyle kimseler
vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için o
şeyi yaratır." Allahü teâlâ, sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemin
ettikleri şeyleri bile yaratınca, duâlarını elbette kabûl buyurur. Allahü tealâ
Mü'min sûresinin altıncı âyetinde meâlen; "Bana duâ ediniz; duânızı kabûl
ederim." buyurdu. Duâların kabûl olması için şartlar vardır. Bu şartları taşıyan
duâ, elbet kabûl olur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için, duâlar
kabûl olmuyor. Bu şartları yerine getiren velîlerin, âlimlerin duâ etmeleri
için, onlara yalvarmak, şirk olmaz. Allahü teâlâ, söylenilenleri, sevdiklerinin
rûhlarına işittirir. Onların hâtırı için istenileni yaratır. Evliyânın
rûhlarından yardım istenir. Çünkü, Allahü teâlânın sevdiği kullarının rûhları,
diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ve izinle,
dirilere yardım ederler. Böyle inanarak evliyâdan yardım istemek, Allahü
teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Allahü teâlâya tapınmak, O'na inanmak, O'ndan
istemek olur. Aklı olan, bunu pek iyi anlar.
Evliyânın büyüklerinden
Seyyid Alevî bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında müslüman
olmayanlardan biri, şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Tabipler çâre
bulamadılar. Hasta, Seyyid hazretleriyle istigâseye (onu yardıma
çağırmaya) başladı. Bütün gönlüyle onu düşünüyor, yardım bekliyordu. Birgün
birisi hasta kişinin kapısını çalıp içeri girdi ve kendisini Seyyid Alevî
hazretlerinin gönderdiğini söyleyip ona bir muz verdi. Hastalığı için devâ
olduğunu ve yemesini bildirdi. Hasta kendisine verilen muzu yiyince, Allahü
teâlânın izniyle şifâ buldu. Durum Seyyid hazretlerine haber verildiğinde; "Evet
o kişi bizi çok hatırlayıp yardım istedi. Allahü teâlânın izniyle biz de
imdâdına yetiştik." buyurdu.
Bir kadın akşama doğru
kölesiyle birlikte bir köyden diğer bir köye gidiyordu. Yolun tenhalaştığı bir
sırada köle haddi aşıp, sâhibesi olan kadına tecavüz etmek istedi. Kadıncağız da
büyük bir korkuya kapıldı. Köleye yalvarıp, üzerindeki mücevherleri vermek
istedi. Köle niyetinden dönmedi ve kadına el uzatmak istedi. Kadıncağız kurtuluş
olmayacağını anlayınca;
"Yâ Rabbî! Seyyid Alevî
Muhammed'i bana yardımcı eyle!" dedi ve onu vesîle edip Allahü teâlâya yalvardı.
O an koca bir yılan çıktı ve köleye hücum ederek sokup öldürdü. Kadıncağız korku
içerisinde oradan uzaklaştı. Lâkin bu karanlık yerlerde yalnız kalmış olmasından
dolayı ızdırabı bir kat daha artmıştı. Tekrar Seyyid hazretlerinden yardım
istedi. O anda yanında bir at belirdi, binip uzaklaştı. At onu köyüne kadar
götürdü. Kadın başından geçenleri yakınlarına anlattı. Gidip baktıklarında
kölenin zehir tesiri ile simsiyah kesildiğini gördüler.
Mısır evliyâsından Ali
Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) muh-tâc olup, Allahü teâlâdan bir
istekte bulunacaklara şöyle tavsiyede bulunuyordu: Çarşamba günleri ikindi
vakti, melik Zâhir Câmiine gidiniz. Orada sedir ağacı vardır. Onu sulayınız ve
şöyle hitâb ediniz: "Ey Allahü teâlânın velîleri! İsteklerimizin yerine
gelmesinde yardımcı olunuz. Allahü teâlâ da sizlerin isteğini yerine getirir."
Gerçekten sıkıntıda olup da, Ali Havâs'ın nasîhatlerini tutanların istekleri,
Allahü teâlânın katında kabûl olurdu. Ali Havâs'ın bu tavsiyelerini duyan bir
âlim;
"Nasıl olur da bu şeyh,
putlara tapan kavimler gibi, halkı o ağaca gönderip taptırıyor ve konuşturuyor?"
diye söyledi. Bu sözü Ali Havâs'a bildirilince, o;
"Ben bu sırrı ifşâ etmemek
için, bu insanları ağaç sulamak behânesiyle oraya gönderiyorum.
Hâlbuki, Çarşamba günleri ikindi namazında o ağacın altında velîler toplanır, namaz
kılarlar. Hâceti, ihtiyâcı olanlar ağaca seslendikleri zaman, bu seslenişleri
orada bulunan velîler topluluğunca duyulur ve o kişilerin hâcetlerini yerine
getirirler. Ağaç, velîler ile hâceti olanlar arasında bir vâsıta veya bir
işâretten başka bir şey değildir. Zîrâ o inkârcı, şu yönü iyice bilir ki, Allahü
teâlâ, ağacı, insanların hâcetlerini yerine getirecek bir durumda
yaratmamıştır." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden
Alvân Hamevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri,
kâfileyle Mısır'a giderken, hayvanı yoruldu. Kâfiledekiler onu beklemeyip,
yollarına devâm ettiler. O talebe yalnız kaldı. Üstelik yağan yağmurdan iyice
ıslandı. Sıkıntılı zamanlarda Allahü teâlânın sevgili kullarından yardım
istemeyi hatırladı ve hocası Alvân'ın ismini söyleyerek Allahü teâlâya yalvardı.
Hemen hocasını karşısında gördü. Hocası ona; "Seni kâfileden geri bırakan
nedir?" diyerek hâl ve hatırını sordu ve yere çöken bineği tutup ayağa kaldırdı.
Eşyâsını yükledi. Kendisini de üzerine bindirdi. Onu en kısa zamanda kâfileye
yetiştirdi. Sonra gözden kayboldu ve nereye gittiğini göremedi.
Ticâretle uğraşan bâzı
talebeleri gemiyle yola çıktı. Yolculuk esnâsında fırtına çıkıp, gemi batma
tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Gemidekiler çok korktular. Gemide bulunan
talebeleri, hocaları Alvân Hamevî'yi vesîle edip yardım istediler. O esnâda
Alvân Hamevî hazretleri denizden bilinen şekli ile çıktı. Üzerinde her zaman
giydiği elbiseleri vardı. Herkesin gözü önünde gemiyi fırtına zarar vermeden
sâhile götürüp kayboldu.
Evliyânın büyüklerinden ve
fıkıh âlimi Bekrî (Ebü'l-Mekârim) (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili olarak büyük âlim Abdülkâdir Mahallî buyurdu ki; "Bir yerde
bir ihtiyâcınız olduğu zaman, Muhammed Bekrî'nin kabrine gidin. Ey hocam
Muhammed Bekrî! Falanca ihtiyâcımın yerine gelmesi için, seni Allahü teâlânın
katında vesîle ediyorum, deyin. Allahü teâlânın izni ile o ihtiyâcınız hâsıl
olur. Bu tecrübe edilmiştir." buyurdular.
Irak'ta yetişen büyük
velîlerden Câkîr el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
huzûruna bir talebesi gelerek; "Efendim! Ticâret için deniz yolu ile Hindistan'a
gitmek istiyorum. Uygunsa müsâdenizi, duânızı istirhâm etmek için geldim." dedi.
Câkîr hazretleri tebessüm ederek; "Bir sıkıntı durumu meydana gelirse, benim
ismimi hatırla, Allahü teâlânın izni ile imdâdına yetişirim." buyurdu. Talebe;
"Peki efendim!" deyip ayrıldı. Aradan altı ay geçti. Bir gün Câkîr
hazretleri ayağa fırlayıp eliyle bâzı işâretler yaptı ve; "...Bunları bizim hizmetimize
bağlayan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. O, bütün noksanlıklardan münezzehtir.
Yoksa biz, bunlara güç yetiremezdik." (Zuhrûf sûresi: 13) meâlindeki âyet-i
kerîmeyi okuyup, sağa sola birkaç adım yürüdü. Sonra oturdu. Orada bulunanlar bu
hâlden bir şey anlayamayıp sebebini sordular. "Filân kardeşiniz, denizde
boğulmak üzere idi. Allahü teâlânın izni ile kurtuldu." buyurdu.
Onlar, deniz
yolculuğunda bulunan arkadaşlarını hatırlayıp rahatladılar. Bir ay sonra o
talebe geldi. Hemen hocasının ayaklarına kapanıp; "Efendim, şâyet sizin
yardımınız olmasaydı biz helâk olacaktık!" diyerek, ayaklarını öpmek istediyse
de müsâade edilmedi. Daha sonra, yalnız kaldıklarında arkadaşları sordular.
Şöyle anlattı:
"Denizin ortasında gemimiz
yol alırken, şimâl tarafından bir fırtına çıktı. Dalgalar arasında, gemimiz çok
su aldı. Herkes sulara gömüldü. Helâk olacağımı zannedip çok korktum. Dalgaların
içine gömülüp, boğulmak üzere olduğumuz sırada, hocamın sözünü hatırladım ve
Irak tarafına dönerek; "Ey Câkîr hazretleri! Hâlimizi görüp anla! Bizim
imdâdımıza yetiş!" dedim. Daha sözümü bitirmemiştim ki, hocamızı yanımızda
gördüm. Bir gemide idi. Şimâl tarafına işâret etti. Fırtına durdu. Sonra geminin
direğine yaslanıp denize doğru, "...Bunları bizim hizmetimize bağlayan Allahü
teâlânın şânı ne yücedir. O, bütün noksanlıklardan münezzehtir. Yoksa biz
bunlara güç yetiremezdik." (Zuhrûf sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi
okuyup, sağa sola birkaç adım attı. Cenûba (güneye) doğru eliyle işâret etti. O
taraftan tatlı bir rüzgâr esti. Câkîr hazretleri su üzerinde yürüyerek gözden
kayboldu. Cenûb tarafından çıkan o tatlı rüzgâr, bizi gitmek istediğimiz yere
ulaştırdı. Böylece biz, onun bereketi ile kurtulmuş olduk." Arkadaşları yemin
ederek; "Hocamız bir an gözümüzden ayrılmadı. Sen de oraya bizzat geldiğini,
sizi kurtardığını söylüyorsun." dediler. Bu hâdise üzerine talebeleri anladılar
ki: "Allahü teâlâ, evliyâsına pek çok kerâmetler ihsân etmiştir. Evliyânın, aynı
anda başka başka yerlerde görülmesi de, onların kerâmetlerindendir. Hattâ bu
büyük velînin, birisi şarkta, diğeri garbda olan iki talebesi olsa ve bu iki
talebe aynı anda vefât edecek olsalar, şeytanın onların îmânlarını çalmamaları
için, son nefeste her ikisinin de imdâdlarına yetişir.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
igili olarak, Malatyalı Selâhaddîn Efendi şöyle anlatır: "Gençliğimde
İskenderiyye'ye ticâret için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı,
kurtulmamız imkânsızdı. Korku içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar.
Tövbeler ettiler. Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana,
kurtulmak için duâ etmemi ricâ ettiler. Konyalı olmam hasebiyle, aklıma bir anda Allahü teâlânın
evliyâ kullarından Mevlânâ hazretleri geldi. Hemen; "Yâ hazret-i
Mevlânâ! İmdâdımıza yetişmen için yalvarıyorum." diye seslendim. O anda,
herkesin gözü önünde, gelip gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp
girdaptan kurtardı ve kayboldu. İskenderiyye'den sonra Konya'ya gittik.
Mevlânâ'nın huzûruna çıktığımızda bize; "Elhamdülillah. Allahü teâlânın
sevdiği kullarından birine tâbi olanlar, dünyâda da âhirette de halâs olup,
kurtulurlar." Buyurdu. Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ'ya talebe olmakla saâdete
kavuştuk."
Tasavvuf büyüklerinden
velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Abdullah Merrakûşî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, Resûlullah efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâdan bir
şey istemek, Resûlullah efendimizin yardım ve şefâatlerine kavuşmak husûsunda
bir eser yazdığı esnâda başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakletti:
"1239 senesinde Sader
kalesinden seçkin bir cemâatle berâber çıktık. Yanımızda bize kılavuzluk eden
biri vardı. Bir müddet gittikten sonra suyumuz tükendi. Durup su aramaya çıktık.
Ben de bu arada ihtiyâcımı görmek için gittim. Bu sırada müthiş bir şekilde
uykum geldi. Nasıl olsa giderken beni uyandırırlar deyip, başımı yere koydum.
Uyandığımda kendimi çölün ortasında yapayalnız buldum. Arkadaşlarım beni unutup
gitmişlerdi. Yalnızlıktan büyük bir korkuya kapıldım. Çölde sağa sola yürümeye
başladım. Nerede bulunduğumu, nereye gideceğimi bilemiyordum. Her taraf dümdüz
kumdu. Az sonra hava karardı. Yolculuk yaptığımız kâfileden hiçbir iz yoktu.
Ben, gece karanlığında yapayalnızdım. Korkum daha da şiddetlendi. Telâşla daha
süratli yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, çok susamış ve yorulmuş
bir hâlde yere düştüm. Artık hayâtımdan ümîdimi kesmiş, ölümümün yaklaştığını
hissetmeye başlamıştım. Susuzluk ve yorgunluktan, ızdırap ve elemim son haddine
varmıştı. Birden aklıma geldi. Gece karanlığında: "Yâ Resûlallah! Yetiş!
Senden Allahü teâlânın izniyle yardım etmeni istiyorum!" diye inledim. Sözümü
bitirir bitirmez, birinin bana seslendiğini duydum. Sesin geldiği tarafa
baktığımda; gece karanlığında, etrâfına ışıklar saçan, bembeyaz elbiseler
giyinmiş, o zamâna kadar hiç görmediğim bir kimsenin beni çağırdığını gördüm.
Bana yaklaşıp, elimi tuttu. O ânda bütün yorgunluğum ve susuzluğum kayboldu.
Yeniden doğmuş gibi oldum. Ona canım birden ısınıverdi. Elele bir müddet
yürüdük. Hayâtımın en tatlı anlarından birini yaşadığımı hissettim. Bir kum
tepeciğini aşınca, berâber yolculuk yaptığım kâfilenin ışıklarını görüp,
arkadaşlarımın seslerini duydum. Onların yanlarına doğru yaklaştık. Benim
bindiğim hayvan en arkada onları tâkib ediyordu. Birden gelip önümde durdu.
Bineğimi önümde görünce, sevinç çığlıkları attım. Ben bağırınca, benimle gelen
zât elini elimden çekti. Daha sonra elimden tutup bineğime bindirdi. Sonra da;
"Bizden bir şey isteyeni ve yardım talebinde bulunanı boş çevirmeyiz." diyerek
geri dönüp gitti. O zaman onun Resûlullah efendimiz olduğunu anladım. O, geri
dönüp giderken, çevresine yaydığı nûrların gece karanlığında göğe doğru
yükseldiği görülüyordu. O, gözümden kaybolunca, birden aklım başıma geldi;
"Nasıl olup da ben, Resûlullah efendimizin elini ayağını öpmedim." diye
çırpındım. Ama iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştı. Şiir:
"Seven, hayattan hiç tat
almaz, o hayattan hoşlanmaz, lezzet alamaz. Ne zaman dünyâyı düşünsem, ondan
nasîbim olmadığını görürüm. İnsanlar arasında sanki garîb gibiyim. Başa gelen
belâ ve musîbetlerin zevâl vakti gelince; sıkıntıdan kurtulup rahata kavuşmak
pek yakın oluyor."
Eserimi yazmaya başladığım
sırada yaşadığım bu hârikulâde vakânın tadını ömrüm boyunca unutmadım. İnşâallah
eserimde de; çöllerde, denizlerde, tehlikeli ve ıssız yerlerde, Resûlullah
efendimizle istigâse eden, onu vesîle ederek Allahü teâlâdan yardım isteyenlerin
nasıl arzularına kavuştuklarını, sıkıntıdan nasıl kurtulduklarını, çok acıkıp
veya susayıp yiyecek içecek bir şey bulamayan, düşman eline esir düşen,
zâlimlerin zulmüne uğrayan bâzı kimselerin, Resûlullah efendimize hâllerini
arzetmelerini, karıncaların, yağmur ve kuraklık zamanlarında Resûlullah'a
sığınmalarını, deve ve ceylan gibi hayvanların Resûlullah'la olan hâllerini,
Mescid-i Nebevîdeki hurma kütüğünün inlemesini, Ebû Bekr-i Sıddîk'in hicret
esnâsında, Sürâka peşlerinden gelirken Resûlullah efendimizle istigâse
etmesini, sıkıntı ve meşakkate düçâr olan bâzı kimselerin Resûlullah
efendimize hâllerini nasıl arzettiklerini ve netîcesinin nasıl olduğunu
anlatmaya çalışacağım..."
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Ayderûs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden, talebeleri
bir sıkıntı ve belâya düştüklerinde, yardım isterler ve Allahü teâlâ onları bu
vesîleyle o dertten kurtarırdı. Nitekim, Âmir bin Abdülvehhâb'ın
emîrlerinden, Emîr Mercan bin Abdullah dedi ki: "Harpte San'a-i ûlâ denilen
yerde idik. Düşman üzerimize yüklendi ve arkadaşlarım dağılıp bir kısmı yaralandı. Her tarafımızı
düşmanlar çevirdi. Hocam Ebû Bekr'in ismini söyleyip, Allahü teâlâdan yardım
istedim. Vallahi, güpegündüz ve ayan beyân gördüm ki, atımın perçeminden
tuttu, onların arasından beni aldı ve evime ulaştırdı."
Seyyid Celîl Muhammed bin
Ahmed Vatab şöyle anlatır: "Habeş diyârında geziyordum. Üzerime hırsızlar
saldırdı. Katırımı ve onun üzerindeki şeyleri aldılar. Beni öldürmek istediler.
Şeyh Ebû Bekr'in adını söyliyerek üç kerre; "Ey Ebâ Bekr Ayderûs!" diye
seslendim. Bir zât çıkageldi. Onlara saldırdı. Katırımı ve üzerindeki şeyleri
bana geri verdi ve; "Cenâb-ı Hakk'ın emânında olmayı istedin, kurtuldun." dedi.
Neîmân-ı Mehrî şöyle
anlatır: "Hindistan'a giden bir gemiye binmiştim. Gemi bir yerinden su almaya
başladı. Gemidekiler bağrışıyor ve bâzıları kendi hocasının adını söyleyerek
yardım istiyordu. Ben de hocam Ebû Bekr Ayderûs'u söyledim. Bana bir uyuklama
geldi. O an hocamı gördüm. Elinde bir şeyle gemideki çatlağın olduğu yere doğru
yönelmişti, orayı gösteriyordu. Sevinerek uyandım. Avazımın çıktığı kadar
bağırıyor ve üzüntüden kurtulmuş bir şekilde; "Ey gemidekiler sevininiz ve
benden sorunuz!" diyordum. Onlar benim bu sevincimi görünce, bu hâle rağmen niye
sevindiğimi sordular. Onlara gördüklerimi haber verdim. Baktıklarında, çatlağın
sağlam bir şekilde tıkanmış olduğunu gördüler.
Hadramût bölgesinde
yaşamış büyük velîlerden Ebû Bekr es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ
aleyh) zamanında vâlinin biri, dergâhın hizmetçilerine âit bir malı zorla alıp
götürdü. Onlar da Ebû Bekr es-Sekkâf hazretlerini vesîle ettiler ve
yardım istediler. Sabah olunca, vâli gasbettiği şeyleri gönderdi ve
haklarını helal etmelerini istedi. Böyle yapmasının sebebini sorduklarında;
"Bana şöyle bir zât geldi. Yaptığım işin doğru olmadığını ve aldığımı geri vermedikçe
dönmeyeceğini söyledi. Beni korkuttu. Bunun üzerine derhal aldığım malları
iâde ettim. Sâhiplerinden rızâ ve helâllık diledim." dedi.
Ebû Bekr es-Sekkâf
hazretlerinin bir talebesi, yanında hanımı olduğu halde bir vâdide yolunu
kaybetti. Ayrıca şiddetli bir şekilde susadılar. O talebe, hocası Ebû Bekr es-Sakkâf'ı
vesîle ederek duâ etti ve yardım istedi. O esnâda uyudu. Rüyâsında, atına binmiş
bir halde hocasını gördü ve hocası ona; "Seni unutacağımızı mı zannedersin? Hoca
talebesini unutmaz." dedi. O esnâda uyandı. Karşısında, elinde su kırbası olan
birisi duruyordu. Getirdiği suyu içip, kaplarını doldurdular. Sonra da o kişi,
gidecekleri yolu târif etti.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısı olan Ebü'l-Hasan-ı Harkânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin huzûruna bir kâfilede bulunan insanlar
gelip; "Yollar korkuludur. Bize bir duâ öğretiniz." diye istirhâm edince;
buyurdular ki: "O zaman, Ebü'l-Hasan'ı hatırınıza getiriniz!" Bu söz, gelenlerin
hoşlarına gitmedi. Yolda eşkıyâ, önlerine çıktı. Hepsinin mal ve metâlarını
aldı. Yalnız, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini hatırlayan bir kimsenin malına
zarar gelmedi. Bu hâle arkadaşları şaşıp, sebebini sorduklarında; "Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî'yi hatırladım ve kurtuldum." cevâbını aldılar. Gelip durumu Ebü'l-Hasan
hazretlerine anlattılar. Ve; "Biz Allah'tan yardım istedik, eşkıyâlar bizi
soydu. Fakat seni hatırlayıp, senden yardım isteyen şu arkadaş kurtuldu. Bunun
hikmeti nedir?" diye sordular. "O arkadaşınızı kurtaran, Allahü teâlâdır.
Günahkâr ağızdan çıkan duâyı cenâb-ı Hak kabûl etmez. Bunun için siz Allah'a
yalvardığınız zaman duânız kabûl olmadı. Bu arkadaşınız beni hatırlayıp imdât
isteyince, ben de Rabbime duâ ettim; "Yâ Rabbî! Şu kulunu içinde bulunduğu
belâdan kurtar." dedim. Rabbim benim duâmı kabûl ettiği için, o arkadaşınız
kurtuldu. Mesele bundan ibârettir." buyurdu.
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri hakkında Ebû Abdullah şöyle anlattı: "Ben, Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretlerini çok sever ve her sıkıntımda Allahü teâlâya onu vesîle ederek duâ
ederdim. Cenâb-ı Hak da bütün istek ve ihtiyaçlarımı onun hürmetine ihsân eder,
verirdi. Bir gün Resûlullah efendimize rüyâda, "Yâ Resûlallah! Siz Ebü'l-Hasan-ı
Şâzilî'den râzı mısınız? Ben, her ne ihtiyâcım olursa, onu vesîle ederek Allahü
teâlâdan isterim ve bütün ihtiyaçlarım yerine gelir." dedim. Bunun üzerine
Peygamber efendimiz; "Ebü'l-Hasan benim evlâdımdır. Bütün evlâdlarda,
babalarının bir cüz'ü bulunur. Her kim ki benim bir cüz'üme temessük ederse, onu
vesîle ederse, benim bütünüm ile temessük etmiş olur. Sen, Ebü'l-Hasan'ı vesîle
ederek Allahü teâlâdan bir şey istediğin zaman, beni vesîle ederek Allahü
teâlâdan istemiş olursun." buyurdu.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî şöyle
anlattı: "Cenâb-ı Hakk'a yemîn ederim ki, her ne zaman bir felâketle karşılaştım
ve müşkilâta uğradımsa, hocam Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'yi imdâda çağırıp, kurtuldum.
Ey kardeşim! Sen de bir sıkıntıya düşersen, hemen onun ismini an ve kurtul.
Allahü teâlâ bilir ki, sana doğru bir nasihat veriyorum."
Anadolu velîlerinin
meşhurlarından Feyzullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hac farîzasını
yerine getirdikten sonra Cidde'den bir gemiye binerek kısa yoldan dönerken
Akabe-i Resi Muhammed denilen körfez önünden Berr-ül-Acem denilen tarafa
yöneldiğimiz sırada şiddetli bir rüzgâr çıktı. Gemimizin direği kırıldı.
Dalgaların şiddetle çarpmasıyla gemi su ile doldu. Herkes geminin batmak üzere
olduğunu görerek feryâda başladı. Ben Allahü teâlâya tevekkül ederek sessiz bir
halde duruyordum. Bu sırada gemideki hacılar benim sâkin hâlime bakıp yanıma
toplandılar. "Bu dehşet verici halden kurtulmamız için bildiğiniz duâları
okumanızı istirham ediyoruz." dediler. Bunun üzerine Behâeddîn
Nakşibend
Buhârî hazretlerini hatırlayarak; "Yâ Şâh-ı Nakşibend yetiş, yardım et, bizi
Allahü teâlânın izni ile kurtar!" diye nidâ ettim. Bu sırada Behâeddîn Buhârî
hazretleri Allahü teâlânın izni ile geminin gerisinde deniz üzerinde gözüktü.
Batmak üzere olan gemimizi tutup doğrultarak yoluna koydu. Himmet ve
yardımlarıyla gemimiz tehlikeyi atlattı. Bütün yolcular sevinçle gemiden karaya
indiler. Bu işin farkında olanlar yanıma toplanıp bizim kurtuluşumuza vesîle
oldunuz diye teşekkür ettiler.
Son devir Türkistan
velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
çarşıdaki dükkanına hırsızın biri girmişti. Eşyâları topladıktan sonra tam
pencereden dışarı çıkmaya çalışırken, pencere birden daralmaya başladı ve hırsız
sıkışıp kaldı. Çok uğraşmasına rağmen bir türlü kurtulamadı. Nihâyet Halîfe-i
Kızılayak'ın ismini anarak yalvardı. O anda pencere genişledi ve açıldı. Hırsız
malları bırakarak çıktı ve hemen o sabah huzûra geldi ve yaptığını îtirâf ederek
pişmanlığını bildirdi, şeyhin talebelerinden oldu.
Evliyânın büyüklerinden ve
Şafiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak, İsmâil bin Ebû Hasan şöyle anlatır: "Bir sene,
annem ve babamla hacca gitmek için yola çıktık. Hicâz topraklarına girdiğimiz
zaman, önce Mekke'ye ulaşalım diye gece de yol alıyorduk. Annem ve babam hayvan
üstündeydi. Ben ise onların arkasında yaya yürüyordum. Bir ara, kulunç
hastalığım olduğu için şiddetli bir sancı tuttu. "Bir kenara çekilip biraz
istirahat edeyim sonra anne ve babama yetişirim." dedim. Sonra uzanıp yattım.
Uyandığımda bir de ne göreyim, güneş doğmuş. Onların ne tarafa gittiklerini
anlayamadım. Onların benden başka hizmetini görecek kimse yoktu. Üzüntümden
ağlamaya başladım. Bu sırada; "Sen Ebû Bekr bin Kavvâm'ın talebelerinden değil
misin?" diye bir ses duydum. Ben de; "Evet, onun talebelerindenim." dedim. Bunun
üzerine o ses; "Onu vesîle ederek Allahü teâlâdan yardım iste." dedi. Ben de
hocamı vesîle ederek Hak teâlâya yalvarmaya başladım. Vallahi daha duâmı
bitirmemiştim. İbn-i Kavvâm hazretlerinin yanı başımda olduğunu
gördüm. Bana; "Niçin ağlıyorsun? Ağlanacak ne var ki?" deyip, elimden tutarak hızlı
bir şekilde beni anne ve babamın yanına ulaştırdı. Yanlarına vardığımda, benim
için ağladıklarını gördüm. Onlara başımdan geçenleri bir bir anlattım."
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır:
"İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birâderi, Sürûnç beldesindeydi. Ona
bir mektup yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Mektubu götürmek için beni
vazifelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki:
"Yolda "Kureyş sûresini" çok oku ki tehlikelerden korunasın. Şâyet yolda müşkil
bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!" Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki
kişi daha vardı. Sürûnç'a iki menzillik yol kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli
bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tâzeledim ve iki rekat namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu
sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru
yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; "Bir müşkil ile
karşılaşırsan beni hatırla!" emri hatırıma geldi. Kendi kendime; "Ey hocam!
Allahü teâlânın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden
kurtar!" dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi
ve arslana, benden uzaklaşması için, eliyle işâret etti. Arslan kaçarak
uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi yanımdaki arkadaşlar da gördü. Bana; "Böyle
bir anda imdâdına yetişen bu büyük zât kimdir?" dediklerinde; "İmâm-ı Rabbânî
hazretleridir." dedim. Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
çok sevenlerden oldular."
Seyyid Rahmetullah şöyle
anlattı: "Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahrâya gittik.
Orada bir puthâne gördüm. Bir gün İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden; "Bir müslümanın
elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın veya zarar versin. Bu işi
yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için cihâd eden
gâziler sevâbına kavuşur." diye duymuştum. Onların bu sözlerine güvenerek,
arkadaşlarıma; "Bu sahrâda, bu puthâneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı
yıkalım." dedim. Duvarlardan biraz yıkınca, civarda tarlalarda çalışan
Hindulardan biri, puthâneyi yıktığımızı görmüş. Koşup, o puthânede tapınan
köylülere haber vermiş. O sıra bin kişiye yakın bir kalabalığın
taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize geldiklerini gördük. Ben
ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde
kaldık. Kaçmağa bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeye
başladım. Bu hâlde iken, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kalbine müteveccih oldum
ve; "Ey din büyüğü! Sizin nasîhatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allahü
teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar" dedim. Bu yalvarma ve
ilticâ esnâsında İmâm-ı Rabbânî'nin sesi kulağıma geldi. "Hiç korkma! Şimdi
senin için İslâm askeri gönderiyorum." diyordu. Arkadaşlarıma; "Bana bir hâl
oldu. Hazret-i İmâm'ın sesini duydum. İmâm'ın söz verdiği askerler ne zaman
gelecek, bunlar yaklaştı." dedim. Hindular çok yaklaşmışlardı. O anda birden
bire otuz kırk kadar süvâri göründü. Son sürat geldiler, bir kısmını kamçılayıp
bizi kurtardılar. Sonra hepsini sürüp götürdüler. Bu iş, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Kayyûm-i Zaman (rahmetullahi teâlâ aleyh) Muhammed
Sibgatullah hazretleri'nin hizmetçilerinden biri yolculuğa çıkmıştı. Yolculuk
esnâsında arkadaşlarını kaybetti. Yolunu şaşırıp bir dağ başına geldi. Burası
hiç bilmediği, tanımadığı bir yerdi. Her taraf öyle yeşil, öyle güzeldi ki,
sanki hazan rüzgârları bu yapraklara hiç dokunmamıştı. Burada dört mevsim
birleşmiş, hepsi bahar gibi olmuştu. Rengârenk güller, boy boy sünbüller, deste
deste, demet demet açmış, her taraf güzelliklerle donanmış, boş bir yer
kalmamıştı. Talebe buranın, uzun zaman Cennet bahçesi misâli gönül açıcı
güzelliklerinin seyrine daldı. Bir müddet sonra, yolunu kaybettiğini, buraya
yanlışlıkla geldiğini hatırladı. Üstelik etrafta hiç insan görünmüyordu. Bir
insan ile karşılaşır konuşurum ümidiyle dolaşmaya başladı. İnsan bulunduğuna
dâir bir işâret yoktu. Üstelik hep vahşî hayvanlar ve yırtıcı kuşlar ile
karşılaşıyordu. Vücûdunda bir ürperti meydana geldi. Korkmaya başladı. Her
tarafı iyice aradı. Ama kimseyi bulamayınca, ümîdi iyice azaldı ve korkusu
şiddetlendi. Artık o güzel bahçeyi, canını almak isteyen bir belâ gibi
görüyordu. Bu sırada gönüllerin sultânı olan hocası Kayyûm-i Zaman'ı
hatırladı. Kalbi ile ondan yardım ve imdâd istedi. O anda hocasını karşısında
buldu. Kayyûm-i Zaman orada, bu talebesine; "Gözlerini yum!" diye emretti.
Yumunca kulağına kâfile arkadaşlarının sesleri gelmeye başladı. Gözlerini
açtığında kâfilenin yanındaydı. Fakat hocası ortada yoktu. Allahü teâlânın izni
ve hocasının kerâmeti ile bir anda oraya geldiğini anladı.
Evliyânın büyüklerinden
Midyen bin Ahmed el-Eşmûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün dergâhının
yakınında bulunan bir dereden abdest alıyordu. Bir ara takunyasının birini
çıkarıp, doğu tarafına doğru fırlattı. Takunyayı öyle şiddetli bir şekilde
fırlattı ki, orada bulunanlar nereye düştüğünü anlıyamadılar
ve hocalarının niçin böyle yaptığına bir mânâ veremeyip, bir hikmeti olduğunu
düşündüler. Bu hâdisenin üzerinden bir sene geçmişti ki, Midyen Eşmûnî'nin çok uzak doğu
beldelerinden birinde bulunan bir talebesi, bir gün Eşmûnî’nin dergâhına geldi.
Elinde, Eşmûnî’nin bir sene önce o tarafa doğru attığı takunyası vardı. O
talebenin anlattığına göre, Eşmûnî hazretlerinin bulunduğu beldeden çok uzakta
oturuyordu ve bir de kızı vardı. Ahlâkı bozuk bir kimse, ıssız bir yerde bu kıza
musallat olmak istedi. Çok zor durumda kalan o kız da; “Ey babamın üstâdı,
hocası olan zât! Bu kimsenin bana bir kötülük yapmasından beni koru. Bana yardım
et!” diye imdâd istedi. Tam bu sırada, Eşmûnî hazretlerinin bulunduğu beldenin
tarafından bir takunya gelip, şiddetle o ahlâkı bozuk kimseye çarptı. Neye
uğradığını anlayamayan o kimse, kaçıp gitti. O kız da böylece kurtulmuş oldu.
İşte, bir sene önce atılan takunya bu idi.
Evliyânın meşhûrlarından
ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
bir gün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Hizmetinde
bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik getirdi.Talebesi, önce verdiği ibriğin
böyle atılıp kırılmasına üzüldü. "Acabâ ne kusur ettim." deyip, Muhammed Ma'sûm
hazretlerinin yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O da, talebesinin bu
üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerine bildirdi.
Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği
attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrada, kana susamış bir arslana
rastladı. Arslan o anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise
tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O anda elimde ve yanımda ibrikten
başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana fırlattım ve o zavallıyı
kurtardım."
Bu hâdiseyi yaşayan
talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı: "Sahrâda âniden bir arslan
gördüm. O anda Hocam, İmâm-ı Muhammed Ma'sûm hazretlerini hatırladım. Hemen baş
gözüm ile gördüm ki, İmâm-ı Ma'sûm hazretleri geldi, elindeki ibriği arslana
fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı. Sonra hocam gözümden kayboldu.
Böylece beni o arslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden
topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum."
YETİŞ EY HOCAM!
Muhammed
Ma’sûm Fârûkî
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
İcâzetini
verip, talebeden birine,
Gönderdi
hizmet için, kendi memleketine.
Hâce Muhammed
Sıddîk, adlı bu talebesi,
Gidip, Allah
yoluna, dâvet etti herkesi.
Lâkin
özlediğinden, pek fazla üstâdını,
Ziyâret
maksadiyle, yaptı hazırlığını.
Sonra ata
binerek, yola çıkıp giderken,
At ürküp,
kendisini, düşürdü üzerinden.
Ve hem de bir
ayağı, takıldı üzengiye,
Başladı hayvan
onu, yerde sürüklemeye.
Etraf da ıssız
olup, kimsecikler yoktu pek,
Nerdeyse
ölecekti, yerde sürüklenerek.
Çâresizlik
içinde, kapadı gözlerini,
İstedi
üstâdının, yardım ve himmetini.
“Allah’ın izni
ile, ey hocam, yetiş hemen,
Çok zor bir
durumdayım, kurtar beni bu hâlden.”
Kalbinden
geçirince, hemen bu murâdını,
O, bir anda
yetişti ve durdurdu atını.
Takılan
ayağını, atın üzengisinden,
Çıkarıp halâs
oldu, ölüm tehlikesinden.
Ayağa
kalktığında, düşündü ki o ilkin:
“Teşekkür
eyliyeyim, hocama, bu iş için.”
Ve lâkin
göremedi, onu kendi yanında,
Zirâ o, göz
önünden kaybolmuştu ânında.
Aynı zât
anlatır ki, hocamın derslerine,
Muntazaman
gittiğim, günlerde bir gün yine,
Âile efrâdımı,
ziyaret etmek için,
Memlekete
gitmeye, hocamdan aldım izin.
Hazırlığımı
yapıp, yola çıktım nihâyet,
Sonra bir su
yanında, mola verdim bir müddet.
Bir insan
boyundan da, derindi hem de o su,
Gömleğimi
çıkarıp, yıkamak ettim arzû.
Ve lâkin
birden bire, ayaklarım kayarak,
Düştüm suyun
içine, yüzü koyun olarak.
Suda yüzmesini
de, mâlesef bilmiyordum.
“Beni bu
vaziyetten, kim kurtarır?” diyordum.
Böyle çok zor
durumda, kalınca en nihâyet,
Yine ben
üstâdımdan, istedim, yardım medet:
“Allah'ın izni
ile, çabuk yetiş ey hocam,
Yoksa bu su
içinde, az sonra boğulacam.”
Ben böyle
düşünürken, üstâdım geldi birden,
Beni, sudan
çıkarıp, kayboldu göz önünden.
Yolculuk
yapıyordum, bir gün yine sahrada,
Susuzluk
tesîriyle, otururdum arada.
Yürüyecek
tâkatim, kalmadı en nihâyet,
Hattâ yoktu
etrafta, sudan eser, işâret.
“Ne yapacağım”
diye, düşünürken böyle ben,
Baktım, yine
üstâdım, teşrîf etti âniden.
.
Beni tutup,
bir suyun, başına götürerek,
Bekledi baş
ucumda, kendime gelene dek.
O sudan kana
kana, içip döndüm ben geri,
Baktım yine
üstâdım, terk eylemiş bu yeri.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
hanımı hastalanmıştı. Ölmek üzereydi. Yâ Seyyidî Ahmed! Yâ Bedevî! Rûhun
benimle berâberdir (berâber olsun)." diye söyleniyordu. Rüyâsında hazret-i Ahmed-i
Bedevî'yi gördü. Ağzı ve burnu örtülüydü. Üzerinde, yenleri geniş ve göğsü
enli (geniş) bir cübbe vardı. Yüzü ve iki gözü kızarmıştı. Kadına; "Nasıl olur
da beni çağırır ve yardım istersin. Sen bilmiyor musun ki, şânı yüce olan
büyüklerden bir zâtın himâyesindesin. Velîlerden birinin yanında olanların
çağırmasına biz cevap vermeyiz. Yâ Seyyidî Muhammed! Yâ Hanefî! de. Allahü teâlâ
sana âfiyet versin!" buyurdu. Kadın böyle söyledi ve sabah olduğunda hiç
hastalığı kalmamıştı.
Karabağ'da yetişen meşhur
velîlerden Şeyh Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin memleketi, Karabağ'da Gence vilâyetidir. Burası yaz aylarında
çok sıcak olması sebebiyle yazın şehre üç günlük mesâfede bulunan yaylaya
çıkardı. Yaylada iken bir gün abdest alıyordu. Ayaklarını yıkadığı sırada âniden
süratli bir şeklide ayağını ileriye uzattı. Sanki bir şeye vurur gibiydi.
Yüzünde de kızgınlık belirtileri görüldü. Âdetiniz olmadığı halde ayağınızı
neden böyle uzattınız? diye sorduklarında, buyurdu ki: "Bizim falan talebemiz
sâhilde pamuk tarlasını sularken bir kimse yanına gelip; "Suyu ben tarlama
bağlamıştım neden suyumu kesip kendi tarlana akıtıyorsun? Beni de avâre bırakıp
oyalıyorsun?" deyince, bizim talebemiz dedi ki: "Suyun sizin tarlanıza
aktığından benim haberim yoktur. Ben suyu sahraya boşa akıyor zannettim. Al suyu
sen tekrar tarlana bağla." dedi. Fakat adam bu özrü kabûl etmedi. Kızgın bir
halde yanına yaklaşıp elindeki beli tam başına indirmek üzere iken, talebemiz
Allahü teâlânın izni ile bizden yardım istedi. O kadar korkup bizi öyle çağırdı
ki, yüreğim parçalandı. İşte o kimseye ayağımla vurarak ona mâni oldum. Ayağım
başına değdi. Başı iki ayağının arasından geçti. Artık o kimsenin sıhhate
kavuşma ihtimâli yoktur!" dedi. Sonra o kimsenin babasına haber yollayıp
çağırttı. Babası gelince; "Oğlun sâhilde gâyet hasta bir vaziyettedir. Kefen
hazırlayıp oğlunun yanına git. Ölünce onu defneyle." diye tenbih etti. Babası
hemen söylenilen yere koşup oğlunun yanına vardı. Varınca oğlunun öldüğünü
gördü. Cenâzesini kaldırıp defnettiler.
Daha sonra bu hâdiseye
şâhid olan talebeye nasıl olduğunu sorduklarında şöyle anlattı: "O kimse
aşağıda tarla suluyormuş. Ben onun tarla sulamakta olduğunu bilmiyordum. Su
sahraya boş akıyor diye kendi tarlama kestim. Ben pamuk tarlamı sularken, bir de
baktım o adam hiddetli bir halde yanıma geldi. "Neden benim suyumu kestin?"
dedi. Ben şaşırıp kusura bakma, suyun senin tarlana aktığını bilmiyordum. Boşa
akıyor zannediyordum. Özür dilerim. Şimdi buyur tekrar tarlana akıt." Dedim. Fakat
adam bir türlü iknâ olmadı pür hiddet yanıma yaklaştı. Elindeki beli tepeme
vurmak için kaldırdı. Çâresiz kaldım hemen hocam Pîr Muhammed Gencevî
hazretlerini hatırladım. Allahü teâlânın izni ile imdâdıma yetişmesi için; "Yâ
Şeyhim!" diye imdâd isteyerek bağırdım. Bu sırada adamın elindeki bel yere
düşüverdi. Başı iki bacağı arasından geçip burun deliklerinden kan fışkırmaya
başladı. Çevremizde bulunan kimseleri yardıma çağırdım. Koşup başına
toplandılar. "Sana ne oldu bu yanındaki kimse mi seni bu hale soktu?" dediler.
"Bu bana hiç vurmadı. Bana ne oldu ise hocasından oldu. Ben ölürsem bu adamı
sorguya çekmesinler suçu yok." dedi. Oraya toplananlar da onun bu sözlerine şâhid oldular."
Türkistan'ın büyük
velîlerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden Alâeddîn Efendi, memleketinde başına gelen bir hâdiseyi şöyle
anlattı: "Bir gün yüksek bir ağacın üzerine meyve toplamak için çıkmıştım. Bir
ara ayağım kaydı, dengemi kaybettim ve düşmeğe başladım. O ânda hocam hatırıma
geldi ve; "Yâ hocam, himmet!" dedim. Daha yere düşmeden bir elin beni sıkıca
kavradığını ve yavaşca yere bıraktığını gördüm. Ayağa kalktığımda beni kurtaran
eli görmek için etrâfıma çok bakındığım hâlde göremedim. Yine hocamın imdâdıma
yetiştiğini anladım. Sonra anne ve babama giderek, hocama gitmek üzere izin
vermeleri için çok yalvardım. Hâlime acıdılar. Müsâade ettiler. Hemen eve
gittim. Zevcem ve çocuklarımla helâllaşıp yola koyuldum. Hocama bir ân önce
kavuşmak için yollardan uçar gibi gittim. Huzûruna geldiğimde, başımdan
geçenleri daha anlatmadan: "Zâlimlere yaptığımız muâmele ile mazlumlara
yaptığımız muâmele elbette farklıdır." diyerek kerâmetlerini izhâr ettiler.
Cezâyir'de yetişen, hadîs,
kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin pekçok kerâmetleri görülmüştür. Talebelerine, kendisine muhabbeti
olanlara; "Bir yerde daralıp, zor durumda kaldığınızda, bizden yardım isteyin.
Allahü teâlânın izni ile sizin o isteğiniz bize ulaşır ve bi-iznillâh yardım
ederiz." buyurdu.
Bir defâsında, Senûsî'yi
sevenlerden bir zât, evini kilitleyip bir yere gitmişti. Anahtarını kaybetti.
Her ne kadar aradı ise de bulamadı. Evine gelip, elini kapalı kilidin üzerine
koyarak; "Yâ Muhammed bin Yûsuf Senûsî bana yardım et. Seni vesîle ederek Allahü
teâlâdan yardım istiyorum." dedi. Daha sözünü bitirmeden, kapalı kilit
açılıverdi.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Seyyid Abdülhakîm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
defâsında çok hastalanmış, uçakla Ankara'ya getirilip, Nümûne Hastahânesine
yatırılmıştı. Kalb yetmezliği vardı. Oğlu Ahmed Efendi Bursa'dan Ankara'ya
gidip, babasını gördü. Sanki öbür dünyâdan gelen bir hâli vardı. Ahmed Efendi,
babasına; "Hâlin nedir?" diye suâl edince, cevâben; "Ben ölüyordum. Acıyarak
beni hayâta iâde ettiler. Bak anlatayım. Sekerât hâlindeydim. Şeytan aleyhillâne
geldi. Îmânımı çalmak için, çok korkunç şeyler söyledi, aldatıcı telkinlerde
bulundu." deyince, oğlu Ahmed Efendi söze girdi ve; "Ne gibi şeyler anlat
hele!.." dedi. Babası; "Aman evlâdım, anlatılmazlar." dedi ve devâm etti:
"Şeytanla başa çıkamıyordum. Çok sıkıntıda idim. Sonsuz felâketimi düşünürken,
birden aklıma, Ma'sûm Efendinin babası Şeyh Seyyid Fehîm hazretleri geldi. Yâ
hazret-i Şeyh Fehîm! diye seslendim. Bir berk-i hâtif, gizli şimşek gibi
yetiştiler. Şeytanı kovdular ve bana; "Allah'ın lütfu ile sen hayâta iâde
ediliyorsun, iyi hazırlan da gel!" buyurdular." Bir müddet sonra iyileşti ve
memleketine döndü.
Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Ebü'l-Feth hazretleri anlattı: "Bir iş
için, Mısır'a gidecektim. Hocamdan izin isteyince; "Bu yolculuğun sonunu
tehlikeli görüyorum. İstersen çıkma!" buyurdu. Sonra benim çok istekli hâlimi
görünce de; "Ey Ebü'l-Feth! Eğer çok istiyorsan git. Fakat başın dara düşüp, bir
tehlike ile karşılaşırsan, bizi hatırla ve şu duâyı oku." buyurarak, okunacak
duâyı öğretti. Sonra mübârek ellerini açarak, selâmetle gitmem için duâ etti.
Ben de ellerini öperek, hazırlık yaptım. Yol arkadaşlarımla Antakya'ya geldik.
Orada bir gemiye binerek yolculuğa başladık. O gece karşı taraftan bir rüzgâr
esiyordu. Gittikçe şiddetlenen rüzgâr, gemiyi sağa sola sallamaya başladı.
Dalgalar yükseldi, gemi batma tehlikesi ile karşı karşıya idi. Mürettebât da
dâhil olmak üzere, hepimiz korkuya kapıldık. Duâ, tövbe ve istigfâr dilimizden
düşmüyordu. Denize batma korkusu ile dermansız kalıp, kendimden geçmiş bir hâlde
iken, hocamın; "Ey Ebü'l-Feth! Niçin nasîhatimi dinlemiyorsun? Ne çabuk bizi ve
öğrettiğim duâyı unuttun?" sesiyle irkildim. Hemen duâyı okuyup, "İmdâd yâ hocam
Seyyid Alâeddîn Semerkandî hazretleri, himmetinizi istirhâm ediyorum!" dedim. O
anda geminin gidiş istikâmetinden, süratle su üzerinde yürüyerek gelen bir kimse
göründü. Herkes içinde bulunduğu durumu unutmuştu ve hayretle gelen kimseye
bakıyordu. Yaklaşınca, yüz hatları belli oldu. Gelen, mübârek hocam idi. Bir
sağa bir sola sallanıp duran geminin kenarından tutarak, denize hitâben; "Ey
deryâ! Allahü teâlânın izni ile sâkinleş!" buyurdu. O ânda deniz sâkinleşti,
dalgalar duruldu. Kurtulmuştuk. Hocam, herkesin hayret dolu bakışları arasında
gözden kayboldu. Gemidekiler, birbirlerine bu zâtın kim olduğunu soruyorlardı."
Ali Semerkândî
hazretlerini sevenlerden biri, bir gün yola çıkmıştı. Yolda onu bir eşkıyâ
öldürmek istedi. Tam o sırada eşkıyâya; "Bütün eşyâm param, neyim varsa senin
olsun. Beni serbest bırak, öldürme." dedi. O şahıs; "Onlar nasıl olsa benim
olacak benim maksadım seni öldürmektir." dedi. O zât o anda Alâaddîn Ali
Semerkandî'yi hatırladı ve şöyle yakardı: "Yâ Rabbî! Kudretinle Seyyid Alâaddîn
hazretlerinden bana yardım ulaştır." der demez, eşkıyâ o zâta üç kere bıçağı
çaldı ise de, Allahü teâlânın izniyle ve Alâaddîn Semerkandî'nin himmeti
bereketiyle bıçak kesmedi. Bunun üzerine eşkıyâ bıçağın keskin olup olmadığını
denemek için büyük taşa vurdu. Taş ikiye ayrıldı. Tekrar o zâtı kesmek istedi,
fakat bıçak yine kesmedi. O zât; "Ey kişi! Benim bir azîz hocam var. Onun
bereketiyle beni öldüremezsin." dedi. Eşkıyâ bu sözü duyar duymaz kızıp;
"Görelim bakalım hocan seni elimden kurtarabilecek mi?" dedi ve elindeki bıçakla
tekrar saldırdı. O zât canından umudunu kestiği zamanda âniden uzaktan elinde
mızrağı olduğu halde beyaz bir ata binmiş, yeşiller giymiş bir zât yıldırım gibi
geldi ve eşkıyâya mızrağı ile öyle vurdu ki, mızrağın ucundan kıvılcımlar çıktı.
Eşkıyâ o anda öldü. Atlının Alâeddîn Ali Semerkandî olduğunu anlayan talebe,
Zeyne'ye gelince, başından geçenleri henüz anlatmamıştı ki, Alâeddîn Semerkandî
ona; "Ben hayatta iken sırrımı kimseye söyleme, sakla!" buyurdu.
Osmanlı âlim ve
velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
sevdiği talebelerinden biri anlattı: "Hocamız bir gün murâkabe hâlinde otururken
tebessüm ettiler. Bu hâli daha önce hiç görmediğimiz için merak ettik ve;
"Tebessüm etmenizin hikmeti ne idi efendim?" diye suâl ettik. Buyurdular ki:
"Bir talebemiz Botan Çayı'nda başını yıkamış, saçını tararken, tarak saçına
takıldı. Canı acıyınca bizden yardım istedi. Onun için tebessüm ettim."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden ticâret
işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir
kervan hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ
yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete kapıldı.
Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler. Ben içimden dedim ki;
Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk
etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına uymaz. Böyle bir hareket mertlik
ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhâfaza etmek yolunda şehîd
olmaktır. Böyle düşünerek, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden
yardım isteyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç sallamaya
başladım. Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm. Hâlbuki eşkıyâ
bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı. Kervandakiler, bu hâle benden
daha çok hayret etti. Kaldı ki, ömrümde cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir
insan da değildim. Bu işin Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile
olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla
anlattım. Buyurdu ki: "Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi
kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım isterlerse,
Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler."
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
sevdiklerinden Mehmed Ağa, resmî bir görevle Rumeli taraflarına gönderilmişti.
Bir gün Mehmed Ağanın haydutlar tarafından katledildiği haberi geldi.
Dergâhtaki talebeler bu durumu Ünsî Hasan Efendiye bildirdiler. Hasan Efendi
tebessüm edip; "Onun aslı yoktur." buyurdu. Hakîkaten aradan bir zaman geçtikten
sonra, Mehmed A a ansızın çıkageldi. Dergâhtakiler ona; "Sizin ölüm haberinizi
aldık. Bunu hocamıza haber verdik, lâkin o; "Aslı yoktur. O ölmedi, yaşıyor."
diye cevap verdi." dediler. Bunun üzerine Mehmed Ağa sükût edip onlara bir şey
söylemedi. Daha sonra Ünsî Efendinin huzûruna çıktı. Ünsî Efendi onu görür
görmez; "Mehmed Dedeyi gördün mü?" dedi. Oradakiler bir şey anlamadılar ve
içlerinden Şeyh hazretleri ile onun arasında böyle konuşmalar olur dediler.
Sonra diğer bir kısmı Mehmed Ağadan "Hocamız sana Dedeyi gördün
mü? diye buyurdu, bu nedir?" diye sorduklarında, şöyle anlattı: "Onu şimdi söylemek
uygundur. Zîrâ hocamızın bir kerâmeti ve himmeti, yardımı ortaya çıkmış olur."
dedi ve anlatmaya başladı:
"Rumeli'deki vazîfemi
tamamladıktan sonra bir kervanla geri dönüyordum. Yol üzerinde bir ormana
girdik. Fakat orada baskına uğradık. Haydutlar kervandaki insanların hepsini
öldürdüler ve malları yağma ettiler. Sıra bana geldi. O sırada çok korktum.
Hocam Ünsî Hasan Efendiyi hatırıma getirdim. Birden onu karşımda hazır gördüm.
Bana bakıp; "Gel." buyurdu. Ben de ardınca gittim. Haydutlar bizi görmediler.
Bir dağ üzerine çıktı, ben de çıktım. Sonra bana; "Bu dağın ilerisine git."
diye işâret buyurdu ve kayboldu. Ben işâret edilen tarafa giderek düz bir yere
ulaştım. Orada bir takım insanlar vardı, beni görünce hemen yanıma koştular ve
hâlimden sordular. Ben arkamdaki dağın ötesinde haydutlar olduğunu ve kervanı
soyup kervandakileri katlettikleri haberini verdim. Bunun üzerine onlar; "Biz de
işittik. Ne zaman oldu." dediklerinde; "Az önce." dedim. Bunun üzerine onlar;
"Bu dağın ilerisinde ormanlık yer yoktur. Haydutlar da buralarda bulunmaz."
dediler. Ayrıca bana geldiğim yeri sordular. Ben söyleyince; "Senin söylediğin
yer buralara çok uzaktır." dediler. O zaman ben, şeyhim Ünsî Efendinin
kerâmetiyle kurtulduğumu, buralara kadar getirilerek selâmete erdiğimi
anladım. İstanbul'a gelip huzûruna çıktığımda; "Mehmed Dedeyi gördün mü?" dediği
hakîkatte kendisi idi."
|
|