BÖBÜRLENMEK – KİBİR – ŞÖHRET – UCB
Ehl-i sünnetin amelde dört
hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı
Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Gururlanıp böbürlenmek,
âdi ve bayağı kimselerin vasfıdır.
Evliyânın büyüklerinden ve
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Abülkâdir Sıddîkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin talebesi Seyyid Muhammed bin Îsâ içinden çıkılmaz bir mesele ile
karşılaşınca, hocasına sual ederdi. O da başını eğer, bir müddet düşündükten
sonra; "Ümid olunur ki bu suâlin cevâbı şöyledir." diyerek talebesinin
kalbini rahatlatırdı. "Efendim! Madem ki bu suâlin cevâbı böyledir. O halde niçin
kat'î, kesin olarak değil de, ümid olur ki diye tahminli bir ifâde
kullanıyorsunuz?" diye sorunca talebesine; "Çok biliyorum durumuna
düşmemek, böbürlenmemek için öyle söylüyorum." cevâbını verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah el-Mukrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kişi, din
kardeşlerine ve dostlarına hizmetinden dolayı böbürlenirse, Allahü teâlâ ona
öyle bir alçaklık verir ki, kat'iyyen ondan kurtulamaz."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Büyüklük, Allahü teâlâya mahsustur. İnsan, benliğini, küçüklük ve aşağılık
toprağına gömmelidir. Çünkü gömülmeden bitenin, doğması ve büyümesi
düşünülemez."
Büyük velîlerden Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
zamânında, büyük âlimlerden birisi Kâbe-i muazzamaya gelmiş tavâf ediyordu. O
esnâda ihrâmını giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını gördü ve kendi kendine;
"Benim gibi bir âlime hürmet etmemek ne ayıp şey." dedi. Biraz sonra büyük bir
câmide vâz verecekti. Câmi çok kalabalıktı. Bütün cemâat onun vâzını dinlemek
için bekliyorlardı. Büyük âlim ağır ağır kürsüye çıktı. Fakat hiçbir şey söyleyemedi. Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir an aklı durur gibi oldu. Ter
içinde kaldı. "Bugün biraz rahatsızım, konuşamayacağım." dedi ve kürsüden indi.
Evine gidip; "Yâ Rabbî! Ne gibi bir hatâ ettim, ne gibi bir kusûr işledim de
bunlar başıma geldi." diye Allahü teâlâya yalvarıp ağladı. O gece rüyâsında
Muhyiddîn-i Arabî'yi gördü. Hatâsının ona karşı olan düşüncesi olduğunu
anlayıp pişman oldu. Muhyiddîn-i Arabî'yi aradı fakat bulamadı. Ümitsiz bir
halde otururken kapısı çalındı. Gördü ki, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri
karşısında durmaktadır. "Buyurun." deyip içeri aldı ve af diledi. Muhyiddîn-i
Arabî onun özrünü kabûl etti. Allahü teâlâya onun için duâ etti. O âlim kimsenin
ilmi, kendisine iâde olundu.
Evliyânın büyüklerinden
Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir fıkıh
âlimi, yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken, kendi hâlini düşünerek
böbürlendi. Sarhoşa göz ucuyla bile bakmaya tenezzül etmedi. Sarhoş başını
kaldırarak fıkıh âlimine; "Ey iyi zât! Kavuştuğun bu nîmete şükret. Sakın
büyüklenme. Zîrâ kibirden mahrûmiyet hâsıl olur. Birini zincire vurulmuş
görürsen gülme. Senin de başına gelebilir. Mukadderâtın belli olmaz. Belki
birgün sen de sarhoş olup yerlerde sürünebilirsin" dedi."
Osmanlı âlim ve
velîlerinden Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
zamânında şeyh Hâlid isminde büyük bir âlim vardı. Şark vilâyetinin adliye
müfettişliğini yapardı. Tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi zâhirî ilimlerde, İbn-i
Hacer ve Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri kadar âlim olduğunu iddiâ ederdi.
"Bütün din kitapları ortadan kalksa, bu ilimleri yeniden ihyâ ederim." derdi.
İşte bu Şeyh Hâlid, Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin ismini ve nâmını işitmiş,
gidip görmeyi niyet etmişti. Giderken de bâzı zor sorular hazırlayıp sormayı ve
onu müşkil durumda bırakmayı düşündü. Şeyh Hâlid geldiğinde, Seyyid
Sıbgatullah onu yolda karşıladı, güzelce misâfir edip ağırladı. Sohbet esnâsında
da Seyyid Sıbgatullah; "Bir kimse bir talebemize şöyle bir suâl sorsa, talebemiz
o sorana şu şekilde cevap verir diyerek, Şeyh Hâlid'in gelirken
hazırladığı bütün soruları teker teker, pek güzel cevaplandırdı. Son soruyu
cevaplandırdığında, Hâlid; "Üstâdım! Beni affediniz, tövbe ettim." diyerek
ellerine sarılıp öptü. Birkaç gün sonra müfettişlik gibi dünyâ makamlarını
terkederek, Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin huzûrunda diz çöktü. Pek çetin
riyâzet ve mücâhedeler çekerek nefsini terbiye etmeye başladı. Nefsinin
kötülüklerinden kurtulmak için nefsin istediklerini hiç yapmaz, istemedikleri
yapardı. Seyyid Sıbgatullah ata binerken, sırtıma basarak binsin diyerek
koşar, önünde eğilirdi. Sıbgatullah hazretleri ise, onu bundan meneder, bir daha
böyle yapmamasını tenbih ederdi. Şeyh Hâlid bu ihlâslı hareketleri ile pekçok
teveccühlere kavuşarak, evliyâlıkta yüksek makamlar sâhibi oldu.
Büyük velîlerden
Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri talebeliği
yıllarında hocasının dergâhına odun taşırdı. Bir gün yine erkenden dağa gitti.
Ormanda yemyeşil çimenli bir yer bulup; "Buradan daha güzel namaz kılacak bir
yer yoktur." diyerek orada birkaç rekat namaz kıldı. O sırada gönlüne bir
düşünce gelip; "Elhamdülillah! Nice kimseler vardır ki, şu anda gaflet
uykusundadır. Onlar ne ibâdet eder, ne Allahü teâlânın emirlerine uyar, ne de
haramlardan sakınırlar. Biz ise çok şükür gücümüz yettiği kadar ibâdet
yapıyoruz." deyiverdi. Sonra kalkıp bir müddet gezindi. Birden kulağına Allahü
teâlâyı zikreden sesler geldi. Etrâfı dinledi. Bu sesler çok hoşuna gitti. Hemen
sesin geldiği tarafa yöneldi. Gördü ki, bir adam baş aşağıya durmuş diliyle
Allahü teâlâyı anıyor, zikrediyor. Onun yanına yaklaştı, selâm verdi ve böyle
durmaktaki maksadını sordu. O kimse; "Vücûdum bir zaman kıyam üzere ayakta idi.
Lâkin ona alıştı. Sonra rükû üzere kaldım, ona da alıştı. Bir zaman da secdede
kaldım. Onun da lezzetini alamaz oldum. Şimdi ben ibâdet ediciler ve hamdedenler
zümresine katılmak için bu şekilde zikir ve hamdetmeyi bedenime lâyık gördüm.
Ben yatsı namazını kıldıktan sonra buraya gelir, bu hâlimle Rabbimi zikrederim."
buyurdu. Ömer Halvetî bunları işitince, kendini beğenme hâlini hatırlayıp, tövbe
etti ve; "Allahü teâlânın zikreden nice sâlih kulları varmış." diyerek pişmanlık
içinde hocasının dergâhına döndü. Hâlini hocasına anlatmak istedi. O sırada
hocası talebelere vâz etmeye başlamıştı. Bu durumu kendisi şöyle anlatır:
"Hocam bir müddet vâzla
meşgûl oldu. Benim hâlimi anlamış olacak ki: "Bâzı insanlar vardır ki, hemen
kendisinin yetiştiğini ve çok ibâdet ettiğini söyler. Bir-iki rekat namaz
kılmakla öğünür, mânevî dereceler ümîd ederler. Halbuki öyle Hak âşıkları vardır
ki, onlar akşamdan sabaha başı üzere durup Rabbini tahmîd (Elhamdülillah),
tekbir (Allahü ekber) ve temcîd (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) ederler."
buyurdu." Sonra Ömer Halvetî, hocasının yardımı ile dağlarda bu hâl ile
hallenip, Allahü teâlâyı zikreder oldu.
Velîlerin büyüklerinden ve
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) sık sık talebesine buyururdu
ki: "Kibir taşıyan kafada, akıla rastlayamazsınız."
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "İdrâr yolundan akıp gelen insan, nasıl kibirli olur, şaşıyorum."
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Alkame bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) Abdullah
ibni Mes'ûd (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte,
Resûlullah efendimiz buyuruyorlar ki: "Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği
sever. Kibir; hakkı inkâr ve insanları tahkîr etmektir."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda giderken yanından
geçen bir köpeği gördü. Köpeğe değip necâset bulaşmasın diye eteklerini topladı.
O anda köpek dile gelip, şöyle dedi: "Benden sana bulaşacak kir, üç defâ
yıkamakla temiz olur. Ama senin nefsindeki kibir kiri yedi deryâda yıkansa temiz
olmaz. " Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî, köpeğe; "Senin dışın pis, benim ise
içim. Gel berâber olalım da belki birbirimize faydamız olur." dedi. Köpek de;
"Sen benimle yoldaş ve arkadaş olamazsın. Zîrâ halk beni horlar, sana tâzim
eder. Beni gören taşlar, seni gören ise iltifâta başlar ve "Ârifler sultanına
selâm olsun!" der. Benim yarına yiyecek bir kemiğim bile yok, ama senin bir
ambar buğdayın var." cevâbını verdi. Bâyezîd-i Bistâmî bu cevaptan kederlendi,
bir köpeğin yol arkadaşı olmaya bile lâyık değilim, diye üzüldü.
Tasavvufta ilk defâ sofî
nâmıyla anılan meşhûr velî Ebû Hâşim Sofî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "İğne ile dağı devirmek, kalpten kibri söküp atmaktan kolaydır."
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, bir gün talebeleriyle bir mecliste otururken, birçok
esrarlı işlerde usta olan bir yogi içeriye girdi. Gâyesi uzun süredir
şöhretini duyduğu velînin mânevî gücünü tesbit etmekti. Genc-i Şeker'i görür
görmez kendini yerde bulan yogi, kalkmak istediyse de kalkamadı. Genc-i Şeker
ona başını kaldırmasını söyledi, fakat yogi ne başını kaldırabildi, ne de
konuşabildi. Genc-i Şeker şiddetle ısrâr edince, yogi büyük bir güçlükle başını
kaldırdı ve titrek bir sesle: "Sizin heybetiniz beni o kadar etkiledi ki,
konuşamıyorum." dedi. Bunun üzerine Genc-i Şeker orada bulunanlara hitâben: "Bu,
kendi gücünün gurûru ile benim karşımda övünmeye gelmişti. Fakat Allahü teâlâ
kibirlenmeyi aslâ sevmez. Kibrine tövbe etmemiş olsaydı, ölünceye kadar bu
durumda kalırdı." buyurdu.
Bu durumdan sonra, yogi ve
adamları müslüman olup Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in talebelerinden oldu.
Büyük velîlerden Sehl
bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kibir
bulunan kalbte, havf (korku) ve recâ (ümit) bulunmaz."
Meşhûr velîlerden, fıkıh,
tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tefekkür ettim, düşündüm. Gördüm ki, bütün fesâdın
başı kibirdir. Kibir, şeytanın büyüklenip kendini beğenmesi ile işlenen ilk
günah oldu. Kalbde kibir, büyüklenme hâsıl olduğu zaman, kendisini büyük görüp,
başkalarını aşağı görür. Kibir, kalbi nasîhat kabûl etmekten ve emre itâat
etmekten alıkoyar. Kalbde kendini hor ve hakîr görme hâsıl olunca, İslâm
âlimlerine itâat eder ve sözlerini dinler. İslâm âlimlerinin söz ve nasîhatleri
ona tesir eder. Bu vesîle ile Hakk'ı tanır. Nihâyet her hayır ve iyiliğe
kavuşur.”
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kibir sahipleri benim çok garibime
gidiyor. Kendilerinin bir damladan meydana geldikleri, sonra da çürümüş, kokmuş
leş olacaklarını bildikleri halde yine de kibirlenirler; bunlar neyine
güvenirler!”
ŞAŞARIM KİBİRLİYE
Hazret-i
Hüseyin'in, bir mübârek oğludur,
Ve hazret-i
Ali'nin, kıymetli torunudur.
.
Muhakkak kılar idi, her
gecede bin rek'at,
Ölünceye kadar
da, devâm etti bu tâat.
Çok korkardı
Rabbinden, ömrünün her ânında,
Bilhassa
titrer idi, abdeste kalktığında,
Sebebini
sordular, buyurdu ki o zaman:
"Ben kimin
huzûruna, çıkacağım birazdan?"
Bir kimse
arkasından, onu gıybet etmişti.
Öğrenice, o
zâta, gidip şöyle demişti:
"Affetsin
Rabbim beni, doğruysa sözün şâyet,
Yok eğer
yanlış ise, seni etsin magfiret."
Bir gün hasta
olmuştu, ziyârete gittiler,
Sordu ki: "Ne
maksatla, geldiniz bana sizler?"
Dediler ki:
"Efendim, seviyoruz sizi biz."
Sordu yine
onlara: "Ne için seversiniz?"
Dediler:
"Allah için, severiz biz sizi hep,
Hâlistir
niyetimiz, yoktur gayri bir sebep."
Buyurdu:
"Allah için, ederseniz muhabbet,
Cennet
nîmetlerine, erersiniz nihâyet.
Eğer dünyâlık
için, sevseniz de siz yine,
Bolca
kavuşursunuz, Dünyâ nîmetlerine."
Ziyârete
geldiler, bir zaman kendisini,
Emretti
kölesine, yemek getirmesini.
Köle, sofra
elinde, çıkarken merdivenden,
Yemek dolu o
sofra, kayıverdi elinden.
Altta küçük
çocuğunun, üstüne düştü hem de,
Mübâreğin
çocuğu, vefât etti o demde.
Köle bunu
görünce, korkudan titredi hep,
Düşündü ki:
"Efendim, ne cezâ verir acep?"
.
Buyurdu ki:
"Hiç korkma, affeyledim vallahi,
Ve seni Allah
için, âzâd ettim hem dahi."
Buyurdu ki:
"Şaşarım, kibreden kullara hep,
Zîrâ
kibirlenecek, neleri vardır acep?
Bir damlacık
su idi, sonra bir leş olacak,
Bundan gayri
neleri, vardır gururlanacak?"
Buyurdu ki:
"Mahşerde nidâ eder bir melek:
"Fazîlet
sâhipleri, kalkıversin!" diyerek.
Bir grup
kalktığında, suâl eder melekler:
"Sizin
fazîletiniz, dünyâda neydi?" derler.
Onlar der:
"Sıkıntıya, katlanırdık durmadan,
Kötülük yapanı
da, affederdik her zaman."
Melek der ki
onlara: "Haydi girin Cennet'e."
Sonra nidâ
eder ki: "Sabredenler nerede?"
Bir grup
kalkar yine, suâl eder o melek:
"Siz dünyâda
nelere, sabrettiniz?" diyerek.
Derler ki:
Rabbimize, ibâdet ederken biz,
Her türlü
zorluklara, sabrederdik hepimiz.
Günahlardan
sakınmak, çok zor gelse de bize,
Sabreder,
işlemezdik, uymazdık nefsimize."
Onlar dahi
gidince, şöyle denir bu defâ:
"Allah'ın
komşuları, gelsinler şu tarafa!"
Kalkar başka
bir grup, nidâ eder münâdî:
"Ey insanlar,
sizlerin, ameliniz ne idi?"
Derler: "Biz
Allah için, sevdik birbirimizi,
Allah için
ziyâret, ettik diğerimizi,
Allah için
oturup, ederdik dînî sohbet,
Allah için
fakîre verirdik mal ve servet.
.
Allah için
giderdik, hep birbirlerimize,
Dünyâ
karıştırmazdık, hâlis niyetimize."
Melek der ki:
"Siz dahi, sonsuz kalın Cennet'te,
Bu ihlâsın
meyvesi, Cennet olur elbette."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında; Şeyh Mustafa
El-Bekrî şöyle anlatır: Görüştüğüm büyüklerden birisi de Şeyh Ahmed bin
Muhammed'dir. O yalnızlığı, insanlardan uzak kalmayı ve devamlı Allahü teâlâ ile
berâber olmayı isterdi. 1710 senesinde Şam'a geldi. Bir grup cemâat ile
ziyaretine gittim. Bu sırada elim kalem tutardı. Bâzı kasîdelerim ve mensûr
yazılarım vardı. Bana dönerek; "Allahü teâlâ bir kimseye gerek nazm gerekse
nesir yazma kâbiliyeti verdiği zaman, o kimsenin bunlardan dolayı
büyüklenmemesi, kalbini bunlarla meşgûl etmemesi gerekir. Böyle hâller ve
düşünceler meydana gelirse, onları yakmalı ve parçalamalıdır. Çünkü Allahü
teâlânın katında, daha yüksek derecede ve kıymette olanları vardır." buyurdu. Bu
sözleri duyduktan sonra müsâade alıp huzurdan ayrıldım. Yazdığım kasîdeleri ve
tertib ettiğim yazıların hepsini parça parça ettim. Bu sohbetten çok istifâde
ettim. Bu sohbet bana yetti, sonra bir daha Ahmed bin Muhammed hazretlerinin
huzûruna kavuşmak nasîb olmadı. Çünkü insanların arasına çıkmıyordu.
Büyük velîlerden Seyyid
Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeleri ile sohbet ederken,
insanların kendini beğenmesi ile ilgili bir soru sorulduğunda buyurdular ki:
"İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, mârifet sâhibi
değildir. Çünkü şeytan da pek fazla bilgiye sâhipti. Mantık yürütmek sûretiyle,
ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu iddiâ etti. Halbuki meleklere hocalık
yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allahü teâlânın gadabına uğradı ve lânete müstehak
oldu. Ebedî olarak rahmet dergâhından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! İyi
ibâdetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel'âm-ı Baûrâ ve Bersisa,
en çok ibâdet edenlerdendiler.
Fakat sonunda, nefs ve şeytana uyarak dünyâya bağlandılar. Âhiretlerini ziyân
ettiler. Rezîl rüsvâ oldular.
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
sordular: "Kibirler içerisinde en kötüsü hangisidir?" Cevaben buyurdular ki:
"İbâdet edenlerin kibridir."
Evliyânın büyüklerinden ve
hadîs âlimi Dırâr bin Mürre (rahmetullahi teâlâ aleyh) çarşıdan bir
şeyler alınca onu kendisi taşırdı. Onu sevenler; "Ver biz taşıyalım."
dediklerinde kabul etmez, böyle eşyâsını gücü kuvveti yerinde olduğu hâlde
kendisi taşımayıp, başkasına taşıtmayı kibirlilik olarak görür, kibirlileri
sevmediğini söylerdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tevâzu sâhibi olup,
kibirlenenleri sevmezdi. Bu hususta buyurdular ki: "Kibir, yâni büyüklenmek, çok
defâ zenginlerde bulunur. Tevâzu yâni alçak gönüllülük ise, fakirlerin
ahlâkındandır."
Büyük velîlerden Ebû
Câfer bin Sinan (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın
emir ve yasaklarına itâat eden kimsenin, bu itâati sebebiyle âsî, günahkâr
olanlara karşı tekebbür etmesi, âsilerin isyânından daha kötü, onun bu hâli,
âsilerin hâlinden daha zararlıdır."
Evliyânın meşhurlarından
ve Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Alçak ve düşük kimseler kibirlenir. Böyle kimseler övünür. Hatâ
ve haksızlıkta ısrar edenler de bunlardır."
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Bir kimse, bir mümini gözünde küçültür, kendini ondan daha kıymetli
zannederse, hangi ibâdeti yaparsa yapsın, tad ve zevkine varamaz."
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kibirlilere karşı kibirli olmak liyâkatini elden
kaçırma!"
Evliyânın büyüklerinden
Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şu üç halde iken
seni ölümün yakalamasından sakın! Kibir, hırs ve böbürlenme halleri. Çünkü
Allahü teâlâ kibirlenen kimseye en miskin kimseden gelen bir zillete düşürmeden,
gururlanan kimseyi aç ve susuz bırakmadan, yemek istediği bir şeyin boğazından
geçmesine mâni olmadan, hırslı kimseyi de idrâr ve necâsetin içinde bırakmadan
bu dünyâdan ayırmaz."
Medîne-i münevverede
yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ
aleyh) kibirli ve kendini beğenen kimselerden hoşlanmazdı. "Bir kimse kendini
övmeye başlarsa, değeri düşer." buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tekebbür
etme, tevâzu sâhibi ol. Böylece yüksek mertebelere kavuşursun.”
Anadolu'da yetişen ve
Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Bolu'da nâiblik vazîfesi yapan bir kimse
vardı. İlmi de çoktu. İstanbul'da dersiâm hocalığı da yaptığından oldukça
iddialı birisiydi. Mustafa Sâfî Efendinin de üstün hallerini duymuştu.
Fakat kendi kendine ilmi azdır diyerek gurur içinde yanına gitti. Dergâhına
varıp içeri girince edebe uygun olmayan bir şekilde oturmuştu. Mustafa Sâfî
Efendiyi tanımadığından, nerededir? diye sorunca, Mustafa Sâfî Efendi benim
demeyip; "Şimdi gelir." dedi. Nâib; "Şeyh efendinin bir âlim zât
olduğunu işittim de görüşmek için geldim." dedi. Mustafa Sâfî Efendi de; "Onun ilmi
azdır." diyerek, nâibin daha önceden ilmi azdır diye düşündüğüne işâret etti. Bu
konuşmalardan sonra nâib bir âyet-i kerîme okuyup tefsîr etmeye başladı. O söz
açınca, Mustafa Sâfî Efendi, onun okuduğu âyet-i kerîmeyi üç çeşit tefsîr
yaparak açıkladı. Nâib kendi kendine şaşırmış, ilimdeki derinliğine hayran
kalmış ve o anda görüştüğü kimsenin Mustafa Sâfî Efendi olduğunu anlamıştı.
Hemen kalkıp edeple elini öpdü, sevenleri arasına katıldı. Dergâhında kalıp,
hizmetinden ve sohbetinden ayrılmadı.
Velî, hadîs ve Şâfiî
mezhebi fıkıh âlimi Sâlim Şebşîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin talebelerinden, Nûreddîn Ali Şebrâmelîsî isminde bir zât, bir gün
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitâbından gurûr bahsini mütâlaa ediyordu.
Orada ilim sâhiplerinden bâzılarının, ilimlerine güvenerek ve ilimlerinin
kendilerini kurtaracağını zannederek aldandıklarını, kendini beğenmeye, kibre ve
gurûra kapıldıklarını, böylece felâkete sürüklendiklerini okuyunca birden çok
duygulandı. Kendisinin de o tehlikelere düşmesinden çok korktu. Şimdiye kadar
öğrendiklerim bana yeter düşüncesiyle ilim öğrenmeyi bırakıp, devamlı Kur'ân-ı
kerîm okumakla, oruç tutmakla, sırf ibâdet ve tâat yapmakla meşgûl olmaya karar
verdi. Artık Sâlim Şebşîrî'den okumayacaktı. Ertesi gün derse gitmeyecekti.
Fakat hocası derste göremeyince merak edip sorar veya yanıma gelir diye sırf
hatırını gözetmek için derse gitti. Fakat, o günkü dersi mütâlaa etmemişti. Ders
esnâsında hep susuyor, derse iştirak etmiyor, hep İhyâ'da okuduğu yeri
düşünüyordu.
Ders esnâsında Sâlim
Şebşîrî de, onun bu hâlini anlamıştı. Bir ara ona; "Yâ Ali! Sana ne oldu. Bugün
çok suskunsun" dedi. O da; "Efendim, bu günkü dersi mütâlaa etmedim" dedi. Sâlim
Şebşîrî onun hâlini kerâmet olarak anladı ve İmâm-ı Gazâlî'nin eserlerini
sayarak; "Yâ Ali! İmâm-ı Gazâlî, Müstesfâ, Vecîz gibi şu şu eserleri telif
etmedi mi?" dedi. Ali Şebrâmelîsî; "Evet efendim" dedi. Bunun üzerine sâlim
Şebşîrî; "Anlaşılıyor ki, sen İhyâ'dan Gurûr bahsini okumuşsun ve o sana çok
tesir etmiş. İlim ile meşgûl olmamak îcâbetseydi, İmâm-ı Gazâlî hazretleri
ilimle bu kadar meşgûl olur ve bu kadar eser yazar mıydı? Sen ilim taleb et!
Gücün yettiği kadar Allahü teâlâdan kork. Çeşitli tehlikelere, kibre, gurûra
düşmekten O'na sığın. Ümid olunur ki, Allahü teâlâ seni ihlâs sâhibi kullarından
eyler" dedi.
Ali Şebrâmelîsî diyor ki:
"Hocamın bu sözleri bana çok tesir etti. Ben önceki düşüncelerimden vazgeçtim.
İlim öğrenmeye devâm ettim. Vakitlerim hocamdan okuduğum ve okuyacağım dersleri
mütâlaa etmekle geçti."
Konya'nın büyük
velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Ladik
şehrinde, Kâdı Necmeddîn isminde biri vardı. Mevlânâ'yı çok sevdiğini ve onun
yolunda olduğunu söylerdi. Hattâ Ladik şehrinde, Mevlânâ'nın halîfesi bile oldu.
Fakat, kendisinden ders almak için gelen talebelerin çokluğundan gurûra ve kibre
kapıldı. Ârif Çelebi Ladik'e geldiğinde, Kâdı Necmeddîn,
"Mevlânâ'nın talebelerinden olup da ziyâfet vermedi demesinler." diye onu dâvet
etti. Yemekten sonra Ârif Çelebi, orada bulunanlarla sohbet etmeye başladı. Kâdı Necmeddîn ve ona uyan birkaç kimse, gizlice dışarı çıkıp, Ârif Çelebi'nin yaptığı
sohbet ile aralarında alay etmeye başladılar. Onun hakkında dedikodu yaparak,
lâyık olmayan hareketlerde bulundular. Bunları yaparken, Ârif Çelebi'nin, bu
durumdan habersiz olduğunu sandılar. Bir ara içeri girdiklerinde, Ârif Çelebi
onlara dikkatle baktı. Bu bakış ile, herbirinin başlarına bir
ağrı saplandı. Öyle ki, Ârif Çelebi'ye olan düşmanlıkları çoğaldıkça, ağrıları da
fazlalaşıyor, kinleri azaldıkça ağrıları da azalıyordu. Ağrıları öyle dayanılmaz
hâle geldi ki, ne yapacaklarını şaşırdılar. Sonunda, "Allahü teâlânın
evliyâsına olan düşmanlığın, kendi zararlarına olacağını" anladılar.
Kalblerindeki kin ve düşmanlığı muhabbete çevirmek mecburiyetinde kaldıkları ân,
başlarındaki ağrı geçti. Ârif Çelebi'yi çok severek hastalıktan kurtuldukları
gibi, onun iltifâtlarına da kavuştular.
Tâbiîn devrinin meşhûr
âlim ve velîlerinden Zührî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
“Birgün Ubeydullah bin Abdullah Utbe’nin yanına gittim. Sinirli bir hâli vardı.
Kızma sebebini sordum. Az önce bir yere uğradım. Selâm
verdim. Selâmımı almadılar. Doğrusu hayret ettim dedi. Bunun üzerine ona; “Buna
hiç hayret etme. Nedense bâzı kimseler, kötü bir huy olduğu halde, kibirden
sakınmıyorlar. Halbuki, topraktan yaratıldı. Yine ona dönecek” dedim.”
Zührî hazretleri
buyurdular ki: "Ucub sâhibi, iyi amellerini beğenip güzel ve kusursuz gören
kimse, yavaş yavaş helâke gider. Yaptığı kötülükleri iyi zanneden ise zâten
felâkettedir."
"Ucub, Allahü teâlânın
ebedî hoşnutsuzluğuna sebeb olur."
Dâvûd-i Tâî
hazretleri bir gün Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
"Ey Peygamber efendimizin torunu! Kalbim çok karardı. Bana nasîhat eder
misiniz?" dedi. Hazret-i Câfer-i Sâdık; "Ey Dâvûd! Sen, zamânımızın zâhidisin, benim
nasîhatıma ne ihtiyâcın var?" dedi. Dâvûd-i Tâî; "Ey Resûlullah'ın torunu!
Peygamber efendimizin mübârek kanını taşıman hasebiyle, senin bütün insanlardan
üstünlüğün vardır. Onun için hepimize nasîhat etmen lâzım değil midir?" deyince,
Câfer-i Sâdık hazretleri de; "Ey Dâvûd! Kıyâmet günü dedem Resûlullah'ın
yakama yapışıp, dîn-i İslâma niçin lâyıkıyla hizmet etmedin? İslâma hizmet, iyi,
asîl bir soya ve nesebe sâhib olmakla olmaz. Bu iş, Allahü teâlânın emirlerini
yapmak, yasaklarından kaçmakla olur." buyurmasından korkuyorum." dedi. Dâvûd-i
Tâî, bu sözleri işitince ağladı ve; "Yâ Rabbî! Peygamberimizin mübârek kanını
taşımak şerefine kavuşan bir zât, böyle hayret içinde olursa, Dâvûd da kim
oluyor ki, ibâdetlerini ve yaptığı işleri beğensin" dedi.
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Bir kimse, güzel bir amel işleyince, bunu kendi gayretleri ile değil de,
Allahü teâlânın lütfu, ihsânı ve yardımı ile yapabildiğini iyi bilirse, o
kimsenin, ucba kapılması, ibâdetini beğenmesi mümkün değildir."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Şam'da
bulunduğu sırada Abdülvehhâb es-Sûsî'yi İslâmiyeti anlatmak ve Nakşibendiyye
yolunun esaslarını tanıtmak üzere vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî
İstanbul'a gidince, kendisini şeyhülislâma kabûl ettirdi. Âlimlerden bir grub
büyük vezirler ona bağlandılar. Abdülvehhâb es-Sûsî devlet adamları ve ulemâ
ile düşüp kalkması sebebiyle ucb ile kendini beğendi ve kibire
kapıldı. Zenginliğe ve dünyâ malına meyletmesi sebebiyle İslâmiyete
uygun olmayan hareketler yapmaya başladı. Bu durumu keşif yoluyla anlayan ve
habercileri vâsıtasıyla
bilgi alan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri mektup yazarak Abdülvehhâb es-Sûsî'yi
Şam'a çağırıp tövbe etmesini istedi ve yerine başkasını vazîfelendirip gönderdi.
Abdülvehhâb es-Sûsî zâhiren Mevlânâ Hâlid hazretlerine itâat ediyor göründüyse
de, gizlice hîleli yollara başvurdu. Fakat Allahü teâlâ Mevlânâ Hâlid
hazretlerine onun başvurduğu hîleli yolları bildirdi. Mevlânâ Hâlid efendimiz üç
kere mektup yazarak işin hakîkatini İstanbul'daki talebelerine ve sevenlerine
bildirdi ve onun tasavvuf yolundan tard edildiğini, sözlerinin dinlenmemesi
gerektiğini haber verdi. Bu mektuplardan birinde buyurdu ki: "...Size mâlûm
olsun ki, Abdülvehhâb tarîkat ve şerîat esaslarından pekçok şeyi bozdu. Bu yolda
bulunma şerefini de dünyâ leşini almaya vesîle etti, îtibâr vesîlesi kıldı.
İstanbul'da maddî çıkarlara yol açtı. Allah orayı belâdan korusun. Gerek
İstanbul'da, gerekse Irak'ta insanların inkârına sebeb oldu. Onun
davranışları insanlar arasında vehimlere ve vesveselere yol açtı.
Sizin ona çok tâzim edip
saygı göstermeniz onun için gurur sebebi oldu. Kendi üzerindeki terbiye
haklarını inkâr yoluna gitti. Ondan son derece ters davranışlar ortaya çıktı.
İşte anlatılan sebeplerden dolayı ilâhî irâde onun tarîkat yolundan kovulması
yolunda tecellî etti. Bâzı sırlarından dolayı, onlar basîret sâhibi olanlara
gizli bir şey değildir.
Bu mektup size ulaştıktan
sonra onunla muhatap olmayın. Bunun tersine davranırsanız bu silsile
büyüklerinin sizinle olan bağları kopar. Kezâ bu fakirle de bir bağlantınız
kalmaz. Sevgi hakkını gözeterek bu mektubu yazdım. Size bir zarar gelmemesi için
oradaki ihlâs sâhibi kardeşlerimiz ve sevenlerimiz de bu mektubun
muhâtabıdırlar."
Tâbiînin
büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin
Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, hutbe okurken kalbine ucb
(kendini beğenmek) hâli gelirse hutbeyi yarıda keser, yazı yazarken olursa o
kâğıdı yırtardı ve; “Allah’ım nefsimin şerrinden sana sığınırım.” derdi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Amellerinizi ucb (kendini
beğenmek, ibâdeti kendinden bilmek) ile örtüp yok etmeyiniz."
"Bizim yolumuzda ucb ve
riyâ yoktur. Riyâ ve ucba helâl diyen, yolumuzda değildir."
Tâbiînden, meşhûr hadîs
âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân bir gün, Kâbe’de büyük bir
topluluğa hadîs-i şerîf yazdırmakta iken, yanına Hasan-ı Basrî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) gelip kulağına eğilerek; “Eğer, kendini beğenme duygusu geliyorsa,
burayı terket!” dedi. Hazret-i Tâvûs da dersi bıraktı, oradan derhal ayrıldı.
Son devir Türkistan
velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöhretin çok
zararlı olduğunu söyler, Peygamber efendimizin bu konudaki "Şöhret âfettir."
hadîsine istinâden; "Koşandan yürüyen, yürüyenden duran, durandan oturan,
oturandan da yatan daha iyi, daha rahattır." buyururdu.
Konya'da yetişen velîlerin
büyüklerinden Sultan Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Babam ile
bir gün Hüsâmeddîn Çelebi'nin bağına gidiyorduk. Babam beni bir katıra bindirdi.
Kendisi, diğer talebelerle yaya gidiyordu. Ben babamın tam arkasında idim. Bir
ara babam Mevlânâ hazretlerinin mübârek vücûdunu, Allahü teâlânın izniyle büyük
bir nûrun kapladığını gördüm. Etrâfa güneş gibi ışık saçıyordu. Hemen aklıma,
babamın büyüklüğünü inkâr edenler geldi. "Böylelerine şaşıyorum, niçin kötü
düşünüyorlar?" diye düşünürken, babam geriye dönerek; "Ey Behâeddîn! Sen babanı
inkâr edenleri bırak da, kendi nefsini yola getir. Sakın ucb ve kibir
hastalığına yakalanmıyasın. Herkes yaya yürürken, sen binek üzerindesin. Bu
kadarcık gönül yüksekliği, insanı ucba, kendini beğenmeye götürür, nefsinin ve
şeytanın eline düşürür. Onlara hizmet ettirir." buyurdu.
İstanbul'da yetişen
büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
zamânında, Tameşvarlı Selim Dede'yi bilmeyen yoktu. Bir
zaman Selîm Dede hazretleri İstanbul'a geldi. Halk onu görmek için birbirine
girdi. Büyük bir kalabalık oldu. Bu sırada Selim Dede dervişlerinden birine; "Sen Şeyh Ünsî
Hasan Efendiye var. Bizden selâm söyle. Huzûr-ı şerîflerine varıp mübârek
cemâlini görmek ve sohbetleriyle şereflenmek murâdımızdır. Ziyâret etmemize
izinleri olur mu?" diye emredip gönderdi. O da Ünsî Hasan
Efendiye Selim Dede'nin arzusunu bildirdi. O zaman Hasan Efendi; "Selim Dede Efendiye
selâmlar ederiz. Hal ve hatırlarını sorarız. Lutf edip kerem buyurup teşrif
etmesinler. Zîrâ onlara izzet ve ikrâm etmekte kusur ederiz. Eğer nasîb olursa
başka bir zaman başka bir yerde görüşürüz. Kerem buyursunlar. Sakın incinmesinler."
diye o dervişi Selim Dede'ye gönderdi. Bu haber Selim Dede'ye gidince, tekrar
Hasan Efendi hazretlerine selâm gönderip; "Özür buyurdukları candan
makbûlümüzdür." dedi. Bu sıralarda Selim Dede'nin yanında bulunan sevdikleri;
"Efendim! Sizinle görüşelim diye herkes kırılıyor. Sizi görmeye can atıyorlar.
Acabâ Şeyh Ünsî Hasan Efendi niçin sizinle görüşmek istemezler."
dediler. Selim Dede; "Bizimle görüşmek istememeleri bizi sevmemekten değildir. Onların
murâd-ı şerîflerini biliriz. O büyük bir zâttır. İnzivâ üzere yalnız bir yerde
ibâdetle meşgûldür. Onun yaptıkları bizim elimizden gelmez. Biz günahkâr
sayılırız." diye cevap verdi ve ağladı. Dervişler bu işe bir
mânâ veremeyip hayrette kaldılar. Aradan bir zaman geçtikten sonra dervişlerden birisi Ünsî
Hasan Efendiden bu görüşmemenin sırrını sordu. Hasan Efendi hazretleri; "Selim Dede velî bir zâttır. Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Onun gibisi az
bulunur. Eğer Selim Dede ve sevdikleri buraya gelseydi, Selim Dede, Hasan
Efendinin ayağına varmış diye bütün herkes bize îtibâr eder, şan şöhret sâhibi
olurduk. Neûzü billah, şöhret âfettir. Şöhretten kaçmak lâzım gelir. Bu
ihtiyar hâlimizde nereye gidebiliriz. Selîm Dede olgun, zevk ve vicdan sâhibi
bir zâttır. Niçin görüşmek istemediğimi bilir." buyurdular.
|