|
BİD’AT
Evliyânın meşhurlarından
Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ
çeşitli ibâdetleri bildirdi. Sabrı, sıdkı, namazı, orucu ve seher vakitleri
istiğfâr, tövbe etmeği buyurdu. İstiğfârı en sonra söyledi. Böylece kula, bütün
ibâdetlerini, iyiliklerini kusûrlu görüp, hepsine af ve mağfiret dilemesi lâzım
oldu."
"Farzlardan birini edâ
etmeyen, sünneti yapmama belâsına yakalanabilir. Sünneti terk edenin ise bid'ate,
hurafeye düşmesi muhakkaktır."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin her işi ilmine uygundu. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve
sellem) ilmine tam vâristi. Sünnete uyar, bid'atten ve bid'at ehlinden nefret
ederdi. Böyle kimselerle oturmadığı gibi, oturanları da men ederdi. Zararını
anlatır ve münâfıklık alâmetlerinden olduğunu söylerdi.
Horasan âlimlerinden
Abdullah bin Ömer Serahbî şöyle buyurdu: "Bir keresinde bid'at ehliyle oturup
yemek yedim. Abdullah bin Mübârek bundan haberdâr olunca, bana; "Seninle otuz
gün konuşmayacağım." dedi ve öyle yaptı.
Tâbiîn devri velîlerinden
Abdullah bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bid'at yâni dinde sonradan
ortaya çıkarılan ve dindenmiş gibi olan hurâfelere ve bid'at sâhiblerine çok
kızar ve şöyle derdi:
"Bid'at ehli ile
oturmayınız. Onlarla sohbet etmeyiniz. Zîrâ sizi dalâlete düşürebilirler veya
bilmediğiniz kötülüklere bulaştırabilirler. Bir kimse bir bid'at ortaya
çıkarırsa onunla harb ederim."
Anadolu evliyâsından
Abdurrahmân Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,bir sabah
odasından dışarı çıktı. Çok üzüntülü idi. Talebeleri, üzüntüsünün sebebini
sordular. O da; "Erdebîl'deki Safiyyüddîn Erdebîlî'nin talebeleri, bu zamâna
kadar temiz îtikâdlı, Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda, bid'atlerden
sakınıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet eden, kötülüklere meydan
vermeyen kimselerdi. Ama şimdi, doğru yoldan ayrıldılar. İnançlarına bid'at
pislikleri karıştırdılar. Şeytan, onları büyüklerin yolundan saptırdı."
buyurdu. Çok geçmeden, Erdebîl tarafından bir haber geldi. Safiyyüddîn
Erdebîlî'nin torunlarından Cüneyd oğlu Haydar'ın, Ehl-i sünnet îtikâdından,
Selef-i sâlihînin yolundan ayrılarak sapıttığı haberi verildi. Haydar, Eshâb-ı
kirâm efendilerimizin bâzılarına dil uzatmış, pâdişâhlık dâvâsına kalkışmıştı.
Evliyânın büyüklerinden
Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: En küçük
bid'atten bile kaçınmayandan, zararı dokunmasın diye siz ondan kaçın.
Büyük velî ve âlimlerden
Ahmed bin Muhammed Hânî el-Esrem (rahmetullahi teâlâ aleyh)
sohbetlerinde büyüklerden bahseder, insanların istifade etmesi için nakiller
yapardı. Şöyle nakletmiştir:
Abdullah ibni Mes'ûd
buyurdu: Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine tâbi olunuz. Resûlullah
efendimizin zamânında ve onun dört halîfesi zamanlarında bulunmayıp, dinde
sonradan meydana çıkarılan ve ibâdet olarak yapılan, her türlü söz, iş ve usûl
olan bid'atleri yapmayınız. Her bid'at, dalâlet ve sapıklıktır.
İbn-i Ömer: "İnsanlar
güzel görse bile, her bid'at dalâlettir."
Yine şöyle nakletmiştir:
İbn-i Abbâs: "Dosdoğru ol. Bid'attan ve bid'atçı olmaktan çok sakın."
Tâbiîn devrinin tanınmış
hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meysere el-Horasânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) şeytanın hîlelerine aldanmamak, bu hususda çok dikkatli olmak
gerektiğini şöyle anlatmıştır:
"Kim bir fenâlık yapar
veya nefsine zulmeder de Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı,
çok merhametli bulur." meâlindeki Nisâ sûresinin yüz onuncu âyet-i kerîmesi
nâzil olunca, şeytan korkunç bir sesle feryâd etti. Sesi öyle yüksek çıktı ki,
yeryüzündeki bütün askerleri işitip, yanına geldiler ve; "Nedir bu hâlin? Bu
şiddetli feryâdın sebebi nedir?" diye sordular. O da; "Benim hîlelerim ile bu
ümmete işlettiğim günahların af ve mağfireti hakkında Muhammed'e bir âyet nâzil
oldu." dedi. Askerleri bunun hangi âyet olduğunu sorunca, Nisâ sûresi yüz onuncu
âyetini onlara okudu. Sonra şöyle dedi:
"Bu âyette Allahü teâlâ
istiğfâr edenlere af ve mağfiretini vâd etti. Allahü teâlânın vâdinde dönmek
yoktur. Şimdi düşünün. Acabâ buna bir hîle yolu bulabilir misiniz?" Onlar;
"Hayır, biz böyle bir hîle yolu bilmiyoruz." dediler. Bunun üzerine şeytan
onlara; "Hele siz gidip biraz düşünün. Belki bir hîle yolu bulabilirsiniz. Bu
arada ben de düşüneyim." dedi. Şeytanın askerleri oradan ayrıldıktan bir süre
sonra, şeytan yine bir nâra attı. Bütün askerleri tekrar toplanıp geldi. Şeytan
onlara; "Bir yol bulabildiniz mi?" diye sorunca, onlar; "Hayır!" cevâbını
verdiler. Şeytan; "Ben bir hîle yolu buldum." dedi. Avânesi bunun ne olduğunu
sorunca şöyle dedi:
"O büyük Peygamber âhirete
intikâl ettikten sonra, ümmetine güzel amel sûretinde çeşitli bid'atler
işletelim. Bunları ne Peygamberler, ne halîfeleri ne de eshâbı yapmış olsun.
Böyle amelleri onlara güzel göstermek sûretiyle, onlar o bid'atleri sünnet sanıp
ısrârla üzerine düşüp yaparlar. O yaptıkları amelden de tövbe ve istigfâr
etmezler. Bu işledikleri bid'atlerle onların Cehennem'e girmelerini sağlar,
murâdınıza erersiniz." dedi. Allahü teâlâ cümlemizi şeytanın şerrinden muhâfaza
eylesin. Âmin!.
Osmanlı âlim ve
velîlerinden Babazâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; kâfir,
bid'at sâhibi ve fâsıklara yaklaşmanın, müslümanların nûrunu azaltacağını
söylerdi.
Bu hususta talebelerine
bir sohbetinde de şöyle buyurmuştur: "İyi biliniz ki Peygamber efendimiz ve
arkadaşlarının zamânında olmayan bir şeyi sonra ibâdet olarak yapan bid'at
sâhibi ile oturmak, konuşmak, kâfirlerle arkadaşlık etmekten kat kat daha
fenâdır. Bid'at sâhiplerinin en kötüsü Peygamber efendimizin eshâbına düşmanlık
edenlerdir. Bunlara değer vermemeli, aşağı görmelidir. Bunlara kıymet veren
İslâmiyet'i aşağılamış ona değer vermemiş sayılır. Çok dikkatli olunuz."
Kerâmet sâhibi evliyâ
zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden Hasan bin Ali
Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bid'atlerden sakınır ve sakındırırdı.
Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için çok hizmet ederdi. Bid'at ve bid'at
ehline (Peygamber efendimizin ve O'nun dört halîfesi zamanlarında bulunmayıp da,
dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan sözlere, yazılara, usûl ve işlere,
ibâdet olarak inananlara, bunları yapan ve yaptıranlara) karşı sert tutumu
sebebiyle, birara Bağdat'tan Basra'ya sürülmüş, sonra tekrar Bağdât'a dönmüştür.
Hasan bin Ali Berbehârî
hazretleri; Buyurdu ki: "Ortaya çıkarılan her bid'at, önce az bir şeyle
başlatılır. Sanki hakka, doğruya benzer, buna dalan aldanır. Artık ondan
kurtulamaz, iş büyür. Böylece bozuk bir yola girmiş olur. Bu iş dinden çıkmasına
kadar uzanabilir. Zamânın insanlarının söylediklerine iyi bak. Acele etme.
Âlimlerden işitmediğin ve onların nakletmediği bir işe dalma."
"Bid'at ehli olanlar,
başlarını ve vücûdlarını toprakta gizleyip, kuyruklarını açıkta tutan ve
yaklaşanı sokan akrebler gibidirler. İnsanlar arasında gizlenmiştirler,
yanlarına yaklaşanı bid'ate düşürürler, bid'at yayarlar."
Evliyânın büyüklerinden
Bündâr bin Hüseyin Şirâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyuruyor ki: "Bid'at
ehlinin sohbetlerinde bulunmak, Allahü teâlâdan uzaklaşmaya sebeb olur."
Büyük velîlerden Ebû
Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Bid'at
nedir?" dediler. Şu karşılığı verdi: "İlâhî hükümleri çiğnemek, sünneti
küçümsemek, şahsî istek ve düşüncelere tâbi olarak Kur'ân-ı kerîm ve sünnete
uymayı terketmektir."
Tâbiînin meşhurlarından ve
büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Bir mescidde söndürmekten âciz olduğum bir ateş görmem, orada
değiştiremiyeceğim bir bid'atı, dinde olmayıp da sonradan ortaya çıkarılan
hurâfeleri görmemden daha iyidir."
İslâm âlimlerinin
büyüklerinden ve evliyâdan Ebû İshâk el-Fezârî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
bid'atlere, Peygamber efendimiz ve eshâbı zamanında olmayıp da sonradan dîne
ibâdet olarak sokulan şeylere şiddetle karşı çıktı. Bulunduğu şehrin sınırları
içine bid'at sâhibi biri girse, onun derhal dışarı çıkartılması için çalışırdı.
Ehl-i sünnetin îtikâddaki
iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) sevdiklerinden bir topluluğa yazdığı mektupta şöyle buyurdu: Ey Bâb-ül-Ebvâb
halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile
muhâfaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medînet-üs-Selâm'da (Bağdât'ta)
mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın nîmetleri içerisinde olduğunuzu,
hâlinizin düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı. Allahü
teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsânını tamamlamasını, size ve bize olan
nîmetlerini artırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duâları kabûl eden O'dur.
Büyük lütuflarda bulunmak O'na lâyıktır. Allahü teâlâ yardımcınız
olsun. Geçen sene bir takım suâller sormuştunuz. Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz.
Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabûl
ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyenlerden
yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz. Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resûlüne
uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi muhâfaza buyurduğu için Allahü
teâlâya hamdettim.
Yine siz mektubunuzda,
benden Selef-i sâlihînin asıl kabûl edip, dayandıkları bâzı hususları yazmamı
istiyorsunuz. Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak sûretiyle, bid'at
sâhiplerinin düştüğü, Kur'ân-ı kerîm ve Sünnet-i seniyyeye muhâlefet durumuna
düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyâcınız olduğunu
bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı,
suâllerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim.
Size bâzı temel bilgileri,
delilleri ile berâber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i sâlihîne tâbi
olmakta haklı olduğunuzu, Ehl-i bid'atın ise, Selef-i sâlihîne
muhâlefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hatâ ettiklerini, bununla
şer'î delillerden, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği
şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri reddeden,
peygamberlerin aleyhimüsselâm getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına
uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer
kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım diliyerek ve O'na
güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevâba kavuşacağımı ümid
ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfîdir ve O ne güzel vekildir.
Allahü teâlâ sizi doğru
yola hidâyet eylesin. Biliniz ki, Selef-i sâlihînin ve onların yolunda giden
halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:
Allahü teâlâ, Muhammed
aleyhisselâmı bütün dünyâya peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar,
birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı Allahü
teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncîl'i değiştirip, kendi uydurdukları şeyler ile
insanları Allahü teâlâya dâvet ediyorlardı. Bir kısmı felsefeci idi. Bunların,
akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış netîcelere varmaları
sebebiyle, bir çok bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı. Bir kısmı, brehmen
idi. Bunlar, Allahü teâlânın peygamberlerini inkâr ediyorlardı. Bir kısmı, dehrî
idi. Bunlar da, kâinâtın sonsuz devâm edeceğini, yok olmıyacağını iddiâ
ediyorlardı. Bir kısmı, mecûsî idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri,
bilmedikleri şeyleri iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara
tapıyorlardı. Peygamber efendimiz ise, insanların, kâinât ve içindekilerin
sonradan yaratılmış birer mahlûk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sâhibi
ve mâliki olan Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına dâvet etti. Onların,
üzerinde bulundukları yolun yanlışlığını ve böyle bâtıl yolları terk etmelerini
istedi. Resûlullah efendimiz onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâdan bildirdiği husûslarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve
mûcizelerle isbât etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı.
Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı bunları insanlara bildirmesi
ve izâh etmesi için gönderdi. Resûlullah efendimiz insanlara, kendilerinde dil,
sûret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliklerin
onların sonradan yaratıldığını göstermesini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde,
gerekse onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, irâdesine ve
tedbirine delâlet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi.
Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Arzda da gerçekten tasdîk
edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerden vücûd
yapınıza kadar) bir çok alâmetler vardır (ki, hep Allahü teâlânın kudretine,
ilmine, azamet ve irâdesine delâlet ederler). Hâlâ görmeyecek misiniz." buyurdu.
(Zâriyât sûresi: 20-21)
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bid'atten ve bid'at sâhiplerinden
nefret eder, insanları bunun zararlarından sakındırırdı. Bu hususta; "Bid'at
sâhibi ile oturan onunla görüşen kimseden sakınınız. Bid'at sâhibini seven
kimsenin amellerini Allahü teâlâ kabûl etmez, kalbinden İslâmın nûrunu
çıkarır. Müslüman, müslümanın yüzüne bakınca, kalbi parlar. Müslümanın bid'at
sâhiplerinin yüzüne bakması ise, kalbini karartır. Yolda bid'at sâhibine
rastlarsan, yolunu değiştir. Bid'at sâhibine iltifat edip yükseltme. Bid'at
sâhibine yardım eden, İslâmın yıkılmasına yardım etmiş olur." buyurdu.
Tâbiînin ve bu devirdeki
evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Bid'at sâhibi ile oturup kalkmayınız. Çünkü o, kalbi hasta
eder."
Tefsîr, hadîs, târih ve
Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, büyük velî İbn-i Cevzî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) zamanında Bağdât'ta Ehl-i sünnet ile bid'at fırkaları arasında mücâdele
çıktı. Hangi tarafın haklı olduğu hakkındaki konuşma uzadı. İki taraf da İbn-i
Cevzî hazretleri'nin cevâbına râzı olup, hükmünü, geçmişi kapatacak bir belge
olarak kabûl edeceklerdi. İçlerinden birisi İbn-i Cevzî'ye; "Âlemlere rahmet
olarak gönderilen Resûlullah efendimizden sonra, insanların, yâni ümmetin en
üstünü kimdir?" diye sordu. İbn-i Cevzî hiç düşünmeden; "Kızı, O'nun nikâhı
altında bulunandır." dedi. İki taraf da bu söze râzı oldular. Çünkü hazret-i Ebû
Bekr'in kızı, Peygamber efendimizin nikâhı altında ve Resûlullah efendimizin
kızı da hazret-i Ali'nin nikâhı altında idi. Bu cevâbı her iki taraf da
kendilerine çektiler.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Muhammed Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Sünnetlerin nûrunu, bid'atlerin zulmetleri ile örttüler. Resûlullah'ın
milletinin parlaklığını yeni yeni bilgilerin kirleriyle söndürürler. Daha da çok
şaşılır ki, birçokları, bu yenilikleri, bu reformları, güzel görüyorlar.
Bid'atlere "hasene" adını takıyorlar. Bu bid'atlerle, dîni yükseltiyoruz,
İslâmiyetin noksanlarını tamamlıyoruz diyorlar. Herkesin bu bid'atleri yapmasını
körüklüyorlar. Allahü teâlâ, bunları doğru yola getirsin! Bilmiyorlar ki, din,
bu bid'atlerden önce kâmil olmuştu. Allahü teâlânın nîmeti tamam olmuştu. Allahü teâlâ bu dinden râzı olmuştu. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin üçüncü
âyetinde meâlen; "Bugün, dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan
nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle râzı oldum" buyurdu.
Dînin olgunlaşmasını, bu bid'atlerden, bu reformlardan beklemek,
bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Muhibbullah-ı Mankpûrî hazretlerine, hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazret lerinin gönderdiği bir mektupta şöyle buyurdular: "Allahü
teâlâya hamd olsun! O'nun peygamberlerine salât ve size duâlar ederim. Kıymetli
kardeşim Seyyid Mîr Muhibbullah! Buradaki fakîrlerin hâlleri, gidişleri çok
iyidir. Bunun için Allahü teâlâya sonsuz hamd etmek lâzımdır. Sizin de
selâmetiniz için ve hâlinizin değişmemesi için ve doğru yolda ilerlemeniz için
Allahü teâlâya duâ ederim. Bu günlerde, ne hâlde bulunduğunuzu bildirmediniz.
Mesâfenin uzaklığı, haberleşmeyi güçleştiriyor. Nasîhat vermek; dînimizin
birinci vazîfesidir ve peygamberlerin en üstününe uymaktır. (O'na ve hepsine
üstün duâlar ve selâmlar olsun!) O'na uymak için O'nun sünnetlerini, yâni bütün
emir ve yasaklarını yerine getirmek ve O'nun beğenmediği bid'atlerden sakınmak
lâzımdır. O bid'atler, gecenin karanlığını yok eden tan yerinin ağarması gibi
parlak görünseler de, hepsinden kaçmak lâzımdır. Çünkü hiçbir bid'atte nûr
yoktur, ışık yoktur. Hiçbir hastaya şifâ yoktur. Hiçbir hastaya ilâc olamazlar.
Çünkü, her bid'ât, ya bir sünneti yok eder, yâhut sünnetle ilgisi olmaz. Fakat,
sünnetle ilgisi olmayan bid'atler, sünnetten aşırı, artık oldukları için,
sünneti yok etmiş olmaktadırlar. Çünkü, bir emri emr olunandan ziyâde yapmak, bu
emri değiştirmek olur. Bundan anlaşılıyor ki, nasıl olursa olsun, her bid'at,
sünneti yok etmektedir. Sünnete ters düşmektedir. Hiçbir bid'atte iyilik ve
güzellik yoktur. Keşke bilseydim. Kâmil olan bu dinde ve Allahü teâlânın râzı
olduğu İslâmiyette, nîmetler tamam olduktan sonra, ortaya çıkan bid'atlerden
bâzılarına, nasıl olmuş da güzel demişler? Bunlar niçin bilmemişler ki, bir şey
yükseldikten, tamam olduktan, beğenildikten sonra, buna yapılacak eklemeler
güzel olamaz. Hak olan, doğru olan bir şeyde yapılacak her değişiklik, dalâlet
ve sapıklık olur. Kâmil olan, tamam olan bu dinde, sonradan meydana çıkarılan
bir şeye güzel demenin, dînin kemâle ermediğini göstereceğini ve nîmetin tamam
olmadığını bildireceğini anlamış olsalardı, hiçbir bid'ate güzel diyemezlerdi.
Bunu niçin bilmemişler? Yâ Rabbî! Unuttuğumuz ve yanıldığımız şeyler için
bizleri hesâba çekme! Size ve yanınızda olanlara selâm ederim." (2'nci cild,
19'uncu mektup)
Evliyânın büyüklerinden
Safiyyüddîn Erdebilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara doğru yolu
anlatarak yoluna devâm etti. Gittiği yerlerde insanların bir kısmını dalâlet ve
cehâlet bataklığına düşmüş, nefislerinin arzu ve isteklerine dalmış, bir
kısmının bâzı büyüklerin talebeleri olduklarını söyledikleri halde onların
gösterdikleri doğru yoldan ayrıldıklarını, dalâlet bataklığında şaşırıp
kaldıklarını, şaşkın şaşkın dolaştıklarını, erkek ve kadınların tasavvuf yolunda
olduklarını iddiâ ettikleri halde karışık oturup, aradan mahremiyet ve hürmet
perdesini kaldırdıklarını, dalâlet ve bid'ati dervişlik ve sünnet
zannettiklerini, erkek ve kadınların birbirlerine söyledikleri kasîdeleri
dinleyerek raksa geldiklerini, birbirlerine secde ettiklerini, zâhir ve
bâtınlarının bozuk olduğunu gördü. Bu durum karşısında onları bâzan tatlı
sözlerle, yerine göre sertlik göstererek güzel söz ve davranışları ile terbiye
etmeye başladı. Onlara doğru yolu gösterdi. Çok kimse onun vâsıtasıyla bozuk
hallerinden vazgeçip tövbe etti.
Osmanlı âlim ve
velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri;
"Bu zamanda diğer yollardan istifâde edilememesi, kâmil velîlerin kalmamasından
mı, yoksa bid'atler sebebiyle midir?" suâline, şu cevâbı verdiler: "Bid'atler
karışması sebebiyledir. Zîrâ bu zamanda bid'atler çoğaldı. Bu bid'atlere karşı
koyabilecek bir yol, ancak fayda verir."
Sıbgatullah Arvâsî
hazretleri; Bid'atlerden ve kötülüklerden sakınmak husûsunda buyurdular ki: "Bid'atlerin
hepsi karanlıktır. Onlarda güzellik yoktur. Bizim yolumuzun üstünlüğü, bid'at
karışmamış olmasıdır. Ortadan kalkan her yol, bid'at yüzünden kalkmıştır.
Farzlarla yetinip, bid'atlerden kaçınan kimse, bir bid'at işleyip, birçok
tâatler yapıp hâl ve mevâcide kavuşandan üstündür."
"Bu son zamanlarda sünnet,
bid'atler arasında, gece karanlığında ışık saçan inci gibidir. Zaman, dînin
garîb olduğu zamandır. Bunun için bu zamanda talebeye az bir gayretle, orta
zamanlardaki çetin mücâhedelerle elde edilenden daha çok sevâb verilir."
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Sünnete
uygun yapılan az bir ibâdetin sevâbı, bid'at işlenerek yapılan çok amelden kat
kat daha fazladır."
Mekke-i mükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir gece yatağımda yatıyordum. Yanıma bir kimse
gelip; “Allahü teâlânın kitabı ile amel eden kimseye sâhib olun.” dedi. Ben;
“Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Dediğiniz zât kimdir?” dedim. Bana tırnağını
gösterdi. Tırnağında, Ayn-Mim ve Rı harfleri vardı. Kısa zaman sonra, Ömer bin
Abdülazîz halîfe oldu ve Allahü teâlânın kitâbı ile amel etti. Herkes de
kendisine bîat edip, itâat ettiler.”
|
|