BESMELE – HATM-İ TEHLÎL – KELİME-İ TEVHÎD
BESMELE'YE HÜRMETİ
Bişr-i Hâfî
adında, bir büyük velî vardı,
Gençlik
senelerinde, günah işler yapardı.
Bir gün sarhoş
bir halde, sallanarak giderken,
Yerde çamur
içinde, bir kâğıt gördü birden.
Besmele-i
şerîfe, olduğunu anladı,
Ve içi
sızlayarak, eğilip onu aldı.
Öptü ve tâzim
ile, giderdi çamurunu,
Güzel koku
sürerek, yükseğe astı onu.
O gece rüyâ
gördü, bir âlim, yattığında,
Ona şöyle
denildi, Bişr-i Hâfî hakkında:
"Git, Bişr'e
haber ver ki, dün yaptığı bir işten,
Dolayı memnun
olup, râzı oldum Bişr'den.
İsmimi yerden
alıp, nasıl temizlediyse,
Onu, günah
işlerden, temizlerim ben ise.
Nasıl benim
ismimi, büyük tuttuysa o kul,
Ben dahî o
kulumu, tutarım öyle makbul."
Uyandı
sabahleyin, rüyâ gören o âlim,
Merak edip
dedi ki; "Bu kişi acabâ kim?"
Hemen çıkıp
aradı, onu o mahallede,
Nihâyet buldu
onu, köhne bir meyhânede.
Çağırttırıp
dedi ki; "Sana bir haberim var."
Bişr dedi ki:
"Acabâ, bana kim haber yollar?"
"Allahü
teâlâdan, haberim var" deyince,
Ağlamaya
başladı, o bunu öğrenince.
Dedi ki:
"Yoksa bana, kızıyor mu Rabbimiz?
Bana güceniyor
mu, ne olur, söyleyiniz?"
.
O âlimin
gördüğü, rüyâyı dinleyince,
Dönüp
ahbaplarına, vedâ etti hemence,
Dedi: "Ey
arkadaşlar, biz şu anda çağrıldık,
Beni bu
meyhânede, göremezsiniz artık."
O âlimin
yanında, "tövbe etti" böylece,
Büyük bir velî
olup, edindi çok derece.
O buyurur:
Bağdat'ta, gördüm ben birisini,
Askerler
kırbaç ile, döverdi kendisini.
Dikkat ettim,
bin kırbaç, vurdular kendisine,
Ve lâkin o
sesini, çıkarmadı hiç yine.
Baktım o
zavallıyı, o kadar çok dövdüler,
Sonra onu
bağlayıp, hapise götürdüler.
Bu hâli merak
edip, gittim onun yanına,
Niçin
dövdüklerini, gizlice sordum ona.
Dedi ki: "Ben
bir kıza, âşık oldum iyice,
Onu sevdiğim
için, dayak yedim bir nice."
Dedim ki: "Bu
kadar çok, dövdü de onlar seni,
Ne için bir
kerrecik, çıkarmadın sesini?"
Dedi ki: "O an
bana, bakıyordu sevdiğim,
O bakarken,
sesimi, çıkarabilir miydim?"
Dedim ki: "Hak
teâlâ seni hep görmektedir,
Hattâ senin
kalbinden, geçeni bilmektedir.
Rabbinin seni
her an, gördüğünü bilseydin,
Acep nice
olurdu o zaman hâlin senin?"
O bunu
öğrenince, sararıp yere düştü,
Baktım Hak
teâlânın, korkusundan ölmüştü.
Evliyânın
sözünde, rabbânî tesir vardır,
Onlara
kavuşanlar, tâlihli insanlardır.
.
Evliyânın büyüklerinden
Ya’kûb-i Çerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: E’ûzü okumak,
“E’ûzü billâhi mineşşeytânirracîm” demektir. Besmele okumak,
“Bismillâhirrahmânirrahîm” demektir. Abdullah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah
buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek, E’ûzü okuyarak başlamakla olur.”
ve “Kur’ân-ı kerîmin anahtarı, Besmeledir.” Bu ikisini okuyan kimse sözünü,
okumasını bu iki zînet ile süslemiş ve bu iki hazînede, dostlar için toplanmış
olan faydalara kavuşmuş olur. Allahü teâlâya yaklaşmak isteyenler, E’ûzü’ye
yapışmakta, O'ndan korkanlar da, E’ûzü’ye sarılmaktadır. Günâhı çok olanlar
E’ûzü’ye sığınmıştır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin doksan yedinci âyetinde
meâlen, Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kur’ân-ı kerîm okuyacağın
zamân E’ûzü... söyle.” buyurmuştur. Bu emir, “Allah’ın rahmetinden uzak olan ve
gazabına uğrayarak dünyâda ve âhirette helâk olan şeytândan, Allahü teâlâya
sığınırım, korunurum, yardım beklerim. Ona haykırır, feryâd ederim de!”
demektir.
Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdular ki: “Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da
söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının
Cehennem'e girmemesi için sened yazdırır.” Abdullah ibni Mes’ûd diyor ki:
“Cehennem'de azâb yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun!
Besmele, on dokuz harfdir.” Levh-i mahfûzda, ilk yazılan, Besmeledir. Âdem’e (aleyhisselâm) ilk gelen, Besmeledir. Müminler, Besmele yardımı ile, Sırâttan geçer.
Cennet dâvetiyesinin imzâsı Besmeledir.
Besmelenin mânâsı; “Her
var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkta durdurmakla, yok olmaktan
korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile, başlıyorum. Ârifler,
O'nu ilâh olarak tanıdı. Âlemler, O'nun merhâmeti ile rızık buldu. Günâh
işleyenler, O'nun rahmeti ile Cehennem'den kurtuldu” demekdir. Allahü teâlâ,
Kur’ân-ı kerîme bu üç isim ile yâni Allah, Rahman ve Rahîm isimleri ile başladı.
Çünkü, insanın üç hâli vardır. Dünyâ, kabir ve âhiret hâlleri. İnsan, Allahü
teâlâya ibâdet ederse, dünyâda işlerini kolaylaştırır. Kabirde ona acır,
âhirette günâhlarını affeder.
Evliyânın meşhurlarından
ve Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin bir hizmetçisi vardı. Ebû Müslim Havlânî'yi sevmez, düşmanlık
beslerdi. Bu sebeple onu zehirlemek için içeceklerine zehir katmıştı. Ancak gözü
önünde içtiği halde hiç tesir etmedi. Tekrâr tekrâr içtiği halde
zehirlenmediğini görerek bir gün; "Uzun zamandan beri seni zehirlemek istedim.
Zehir tesir etmedi." Dedi. "Niçin bunu yapmak istedin." deyince; "Çünkü sen
ihtiyarladın." dedi. Hizmetçiye; "Ben her ne zaman bir şey yemeye veya içmeye
başlasam, Bismillâhirrahmânirrahîm derim." dedi ve sonra o hizmetçiyi serbest
bıraktı.
Mevlânâ Hüsâmeddîn
Pârisâ Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yemeğe ve her
hayırlı işe başlarken Besmele okumak lâzımdır. Terk olunmamalıdır. Her hayırlı
işe Besmele ile başlamak, gafleti giderip, Allahü teâlâyı hatırlamaya
vesîledir."
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün talebeleriyle sohbet
ediyordu. Bir ara talebeler; "Efendim! Allahü teâlânın ihsânı ile kabirdeki
ölülerin azabda veya nîmet içinde oldukları bilinebilir mi? Duâ ederek azabda
olanın azâbı kaldırılır mı?" diye sordular. İbrâhim Gülşenî de: "Allahü teâlânın
sevdiklerinden biri bir kabre uğradığında, kabirdekinin azab içinde olduğunu
gördü. Aradan bir müddet geçtikten sonra, tekrar o kabrin yanına uğradı. Kabre
teveccüh ettiğinde, azâbın kaldırılmış olduğunu gördü. Hayret ederek düşünceye
daldı. O sırada kendisine bir hitâb geldi. Deniyordu ki: "Bu kabirde yatan
kimsenin küçük bir çocuğu vardı. Annesi o çocuğu ilim öğrenmeye gönderdi. Çocuk
Besmeleyi öğrenince, Besmelenin hürmetine babasının azâbı kaldırıldı."
Yine bunun gibi şâhid
olduğum bir hâdise de şöyledir: Kâdı Îsâ'nın hocası Fahreddîn vefât etmişti.
Kâdı Îsâ, teveccüh edince, hocasının azabda olduğunu anladı ve gelip bana durumu
söyledi. Kâdı Îsâ'ya dedim ki: "Hocanın sende hakkı var. Hocan için sadaka ver,
Kur'ân-ı kerîm okut ve rûhuna hediye eyle." Kâdı Îsâ denilenleri yaptı. Fukarâya
yemek yedirdi. Sevâbını hocasının rûhuna hediye etti. O gece Kâdı Îsâ rüyâsında
hocasını gördü. Azap melekleri tekrar azab için gelmişlerdi. Tam o anda onu bir
nûr kapladı. Bunu gören melekler, hemen oradan ayrıldılar. Ertesi günü rüyâsını
bize tâbir ettirmek için geldi. Biz de; "Okuduğun Kur'ân-ı kerîm ve yaptığın
hayır hasenât ona nûr oldu ve azabdan kurtuldu. Çünkü Kur'ân-ı kerîm nûrdur."
dedik.
Yemen'in büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Seyyid Ebû Bekr eş-Şelî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Hatm-i tehlîlin fazîletiyle ilgili olarak buyurdular
ki: "Âlimler, tasavvuf büyükleri bu hatm-i tehlîl okunmasına çok ehemmiyet
verirlerdi. Bu güzel ve mühim âdeti devâm ettirmeleri ve ihmâl etmemeleri için
de dostlarına, tanıdıklarına tavsiyelerde bulunurlardı. Âlimlerimiz, bir
mevtânın rûhuna hatm-i tehlîl sevâbı hediye edilince, o mevtâ îmân ile vefât
etmiş ise, Allahü teâlânın o mevtânın günahlarını affedip, Cehennem'den âzâd
edeceğini bildirmişlerdir. Bu hususta İmâm-ı Râfi'î'nin bildirdiği bir hâdise
şöyledir: "Keşf sâhibi bir genç vardı. Bir gün bu gencin annesi vefât etti. O
genç ağlayıp sızlamaya, büyük üzüntü ile gözyaşları dökmeye başladı. Bu hâlin
sebebini soranlara da; "Annemi Cehennem'e götürdüler. Elemim bunun içindir."
dedi. Gencin orada bulunan dostlarından birisi ellerini açarak dedi ki: "Yâ
Rabbî! Ben yetmiş bin kelime-i tevhîd okumuştum. Sen şâhid ol ki, o hatm-i
tehlîlin sevâbını (bu gencin annesi olan o mevtâya hediye ettim." Genç keşf
yoluyla annesinin durumunu murâkabe edip anladı ve sevinçle; "Bu hediye
hürmetine annemi Cehennem'den çıkardılar ve Cennet'e koydular." dedi. Bâzı büyük
âlimler, bu hâdisenin ve gencin keşfinin doğru olduğunu haber vermişlerdir."
Ebû Bekr eş-Şelî'nin bu
teşvik ve nasihatlarını dinleyen Terîm ahâlisi, fecr ve tan yerinin ağarması ile
güneşin doğması arasında, hatm-i tehlîl yâni yetmiş bin kelime-i tevhîd okuyup,
sevâbını ölmüş kimselerin ruhlarına hediye ederlerdi. Terîm ahâlisi bu kadar
tesbih ve hatm-i tehlîli bu kadar kısa zamanda nasıl okuduklarına hayret
ederlerdi. Bunu, Ebû Bekr eş-Şelî hazretlerinin kerâmeti bilirlerdi.
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: Kelime-i tevhîd; putlara ibâdeti bırakıp, Hak teâlâya
ibâdet etmek demektir.
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: "Allahü teâlâyı Rab olarak tanı. O'nu bir olarak ikrâr et ve O'na
hiç bir şeyi ortak koşma. Tevhîdin esâsı bu üç şeydir."
İran'da yetişen evliyânın
büyüklerinden ve fıkıh âlimi Ahmed Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri vâzlarının birinde Lâ ilâhe illallah lafzının faziletini şöyle
anlattı: Allahü teâlâ hadîs-i kutsî'de; "La ilâhe illallah benim kal'amdır. Kim
benim kal'ama girerse, azâbımdan emîn olur." buyuruyor. Lâ ilâhe illallah Allahü
teâlâyı bildiren yüce bir sözdür. Kim onu kendine kal'a edinirse ebedî saâdeti
ve nîmetleri elde eder. Kim bu mübârek, kelimeyi kendisine kal'a edinmezse,
ebedî azâba uğrar. Fakat insanlar Lâ ilâhe illallah kelimesinden uzaklaştılar.
Onlarda sadece dilin kelime-i tevhîdi söylemesi kaldı. Böylece insanlar sâdece
kal'ayı söylemiş oldular. Nasıl ki ateşin ismini söylemek insanı yakmadığı,
suyun ismi insanı boğmadığı, kılıcın ismi insanı kesmediği gibi, kal'anın ismi
de insanı düşmandan korumaz. Bunlar gibi Kelime-i tevhîdin sâdece lafzını
söyleyip, mânâsından haberdâr olmamak da insanı âhiret azâbından korumaz.
Görülmüyor mu, insanlar Lâ
ilâhe illallah diyor, fakat nefsinin arzu ve isteklerine, paraya ve dünyâya
tapıyor. Yarın kıyâmet gününde Allahü teâlâ; "Ey kulum! Olmayan şeyi niçin
söylüyorsun?" buyurup, "Yalan söyledin." deyince ne cevap vereceksin. Halbuki
sen, dünyâ malına ve paraya kulluk ediyorsun. Ey insanoğlu! Niçin lezzeti ilâhî
yerlerde aramıyorsun? Halbuki bütün her şey Allahü teâlânın elindedir. O, bütün
bu mülklerin sâhibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Âlemde, ancak
O'nun dilediği ve O'nun irâde ettiği şey olur. Onun için, O'ndan başkasıyla
lezzet alma. Rahmetinden ümit kesme. Çünkü O'nun rahmetinden, ancak kâfirler
ümit keserler.
Lâ ilâhe illallah öyle bir
kelimedir ki, Allahü teâlânın vahdâniyetini tanımayı sağlar. Onun meyvesi,
Allahü teâlânın bir olduğunu ikrârdır.
Ey insanoğlu! Allahü teâlâ
seni, tevhîdini, birliğini bilmen için yarattı. Âlemdeki her şeyi de, senin için
yarattı. Ve bunlar arasındaki hayvanları, bitkileri sana hizmetçi kıldı. Yer
senin ikâmet etmeni sağlar. Melekler seni muhâfaza eder. Güneş sana ışık verir.
Hepsi senin için yaratılmıştır. Sen, sâdece Allahü teâlâyı bir bilip, O'na
kulluk için yaratıldın. Öyleyse bütün mahlûkât, Allahü teâlânın vahdâniyetini ve
bir olduğunu kabûl edip, bunu ikrâr için yaratılmıştır.
Ey insanoğlu! Allahü teâlâ
bütün eşyâyı senin için yarattı. Seni de kendisi için yarattı. Sen ise, Allahü
teâlânın senin için yarattığı şey ile meşgûl oldun, nîmetin sâhibini unuttun.
Sana gelen bağış ve lütuflarından faydalandın. Vereni hatırlamadın. Böylece
nîmetin şükrünü edâ etmedin. Sana verdiği ihsân ve lütuflarının hürmetine riâyet
etmedin. Nîmet sâhibine şükür, O'nun verdiği nîmete şükür etmektir. Bu da,
kendisine verdiği nîmetten dolayı O'na senâda bulunmakla olur.
Ey insanoğlu! Sâdece
Allahü teâlâ verir. Öyleyse, sâdece O'nunla meşgûl ol ve O'na yönel, Bu hâsıl
olursa, senin için bütün nîmetler hâsıl olur.
Ey insanoğlu! Allahü
teâlâdan başkasına yöneldiğin, onlara iltifât ettiğin müddetçe de Lâ ilâhe
illallah kelimesini söylemeye devâm et. Çünkü o, sendeki iyi olmayan şeyleri
yok eder. Sana övülen iyi hasletleri getirir."
Hindistan evlîyasından
Abdülhay hazretlerine, hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri tarafından kendisine gönderilen bir mektup şöyledir:
Rabbimizin celle sultânüh
gazabını, intikâmını söndürmek için "Lâ ilâhe illallah" güzel kelimesini
söylemekten daha faydalı birşey yoktur. Bu güzel kelime, Cehennem'e götüren
gazabı söndürünce, daha küçük olan başka gazablarını elbette söndürür. Niçin
söndürmesin ki, bir kul, bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söyleyince, O'ndan
başkasını yok bilmekte, her şeyden yüz çevirip, hak olan bir mâbûda dönmektedir.
Gazabının sebebi, kullarının, O'ndan başkasına dönmesi, bağlanmasıdır. Mecâz
âlemi olan bu dünyâda da, bu hâli görüyoruz. Zengin bir kimse, hizmetçisine
kırılır, ona kızar. Hizmetçi de, kalbi iyi olduğu için, herkesten yüz çevirip
bütün varlığı ile, efendisinin emirlerine sarılırsa, efendisi, ister istemez
yumuşar. Merhamete gelir. Gazabı söner. İşte bu güzel kelime de, kıyâmet için
ayrılmış olan doksan dokuz rahmet hazînesinin anahtarıdır. Küfür karanlıklarını,
şirk pisliklerini temizlemek için, bu güzel kelimeden daha kuvvetli, hiçbir
yardımcı yoktur. Bir kimse, bu kelimeye inanınca îmânın zerresi hâsıl olur.
Bu güzel kelimeye
inanarak, kalbinde zerre kadar îmân hâsıl eden kimse, kâfirlerin âdetlerini ve
şirk pisliklerini yaparsa, bu güzel kelimenin şefâati sâyesinde Cehennem'den
çıkarılır. Azapta sonsuz kalmaktan kurtulur. Bunun gibi, bu ümmetin büyük
günahlarına şefâat edip, azaptan kurtaracak en kuvvetli yardımcı, Muhammed
Resûlullah'tır. Bu ümmetin büyük günahları dedik. Çünkü önceki ümmetlerde
büyük günah işleyen pek az olurdu. Hattâ îmânını küfür âdetleri ile ve şirk
pislikleri ile karıştıran da azdı. Şefâate en çok ihtiyacı olan bu ümmettir. Önceki
ümmetlerde, bâzıları küfürde inâd etti. Bâzısı da hâlis olarak îmâna gelip
emirlere yapıştı.
Bu güzel kelime ve
Peygamberlerin sonuncusu gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin günahları
kendilerini helak ederdi. Bu ümmetin günahları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af
ve magfireti de sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve magfiretini o kadar
saçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği bilinmiyor.
Doksan dokuz rahmetini, sanki bu günahkâr ümmet için ayırmıştır. İkrâm ve ihsân,
kabahatliler ve günahlılar içindir. Allahü teâlâ, af ve magfiret etmeği sever.
Kusûr ve kabahati çok olan bu ümmet kadar af ve magfirete uğrayacak hiçbir ümmet
yoktur. Bunun için bu ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu. Bunların şefâat
edicisi bu güzel kelime, kelimelerin en kıymetlisi oldu. Bunların şefâatçileri
olan Peygamberleri, peygamberlerin en üstünü oldu. Furkân sûresi, yetmişinci
âyetinde, meâlen; "Allahü teâlânın, günahlarını iyiliklerle değiştireceği
kimseler onlardır. Allahü teâlânın magfireti, merhameti sonsuzdur." buyruldu.
Kerîmler ile
yapılacak her iş kolay olur.
On iki imâmın sekizincisi
İmâm-ı Ali Rızâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) Nişâbur'a gelince, yirmi
binden fazla âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i
şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri; "Ben, babam Mûsâ Kâzım'dan, o
da babası Câfer-i Sâdık'tan, o da babası Muhammed Bâkır'dan, o, babası Ali
Zeynel Âbidîn'den, o, babası hazret-i Hüseyin'den, o, babası hazret-i Ali'den,
o, Peygamber efendimizden, o, Cebrâil aleyhisselâmdan, o da Allahü teâlâdan. Bu
hadîs-i kudsîyi okudu. "Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş
olur. Kal'ama giren de azâbımdan kurtulur." İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri,
bu hadîs-i kudsînin râvileri ile berâber okunduğunda bütün hastalıklara iyi
geleceğini bildirmiştir.
Tâbiîn devri âlim ve
evliyâsından Amr bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kelime-i tevhîdin
fazîletine dâir şu hadîs-i şerîfi bildirmiştir:
Peygamber efendimiz
buyurdular ki: "Bir kimse inanarak "La ilâhe illallah" derse, muhakkak Cennet'e
girer."
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i kudsî'de: "Lâ ilâhe illallah kal'amdır.
Bunu okuyan, kal'aya girmiş olur. Kal'ama giren de, azâbımdan kurtulur."
buyruldu.
Bağdât'ın büyük
velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) tevhid hakkında
buyurdu ki: Tevhîdin ilk basamağını çıkamayanın öbürlerini geçmesi mümkün
değildir. Böyle kimseler ilâhî hazrete erişemez. Tevhîdin ilk basamağı, bütün
eşyâyı kalpten silmektir ve kalbi tamâmen zât-ı ilâhîye verip, teslim olmaktır.
"İlim seni amele götürür,
yakîn ise seni taşır."
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir sene, hacca gitmeye
niyet ederek yola çıktım. Ne zaman Kâbe-i şerîf tarafına gitmek istedimse, gayri
ihtiyârî ters istikâmete doğru gidiyordum. Allahü teâlânın irâdesi beni bu
tarafa çekiyordu. En sonunda İstanbul tarafına gitmeye karar verdim. Şehre
girdim. Yüksek bir köşk gördüm. Kapısı önünde, bir kısım insanlar toplanmıştı.
Yaklaşarak: "Niçin toplandınız?" diye sordum. Onlar da, "Rum Kayserinin kızı
delirmiş, çâre bulmak için doktorlarını topladı." dediler.
Bunda bir hikmet olsa
gerektir deyip içeri girdim. Odada Kayser'in kızını gördüm. Bana bakarak "Ey
İbrâhim-i Havvâs! Hoş geldiniz." dedi. Ben, hayret ederek, "Beni nereden
tanıyorsunuz?" diye sorunca bana; "Cânımı cânâna teslim etmek istedim ve Hak
teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyâz ettim. Üzülme, yarın
İbrâhim-i Havvâs dostum sana gönderilir buyruldu." dedi. Bunun üzerine İbrâhim-i
Havvâs hazretleri, "Peki hastalığınız nedir?" diye sorduğumda kız; "Bir gece
dışarı çıkıp, ibret nazarı ile gökyüzüne baktım. Allahü teâlâ hazretleri, beni
benden aldı. Kendimden geçtim. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah"
kelimesi dilime, mânâsı kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden düşürmez oldum. Bu
sebepten hâlime delilik, bana da deli, dediler." diye cevap verdi. O zaman ben;
"Bizim diyâra gelmek ister misin?" deyince, o da; "Sizin diyârda ne vardır?"
dedi. "Mekke, Medîne, Beytülmukaddes oradadır." diye cevap verince, "Sağ
tarafına bak." dedi. Baktım, bir düzlükte Mekke, Medîne ve Beytülmukaddes
karşımda duruyor gördüm. Az sonra bana: "Vakit yaklaştı, istek ve arzu haddi
aştı." dedi ve Kelime-i şehâdet getirip rûhunu teslim etti.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından
Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) büyük günah işlemiş bir
kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre teveccüh eyledi. Yâni hâtırına başka
hiçbirşey getirmeyip yalnız onu düşündü. "Bu mezârda Cehennem ateşi var. Kadının
îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna hatm-i tehlîl, yetmiş bin Kelime-i
tevhîd sevâbı bağışlayacağım. Îmânı varsa affolur." buyurdu. Hatm-i tehlîlin
sevâbını bağışladıktan sonra; "Elhamdülillah, îmânı varmış. Kelime-i tayyibe,
tesîrini gösterip azâbdan kurtuldu" buyurdu. Hadîs-i şerîfde; "Bir kimse,
kendisi için veya başkası için yetmiş bin adet Kelime-i tevhîd okursa, günahları
affolur." buyruldu.
Hindistan velîlerinden
Meyân Mîr Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden birisi şöyle anlatır: “Bir gün hocam Şeyh Muhammed en
yakınlarından olan Hâce Gelân ile kabristana gitti. Bu esnâda Hâce Gelân’a
kabirdekilerden birinin halleri göründü. Hocam Meyân Mîr Muhammed ise, o kabir
sâhibinin konuşmalarını dinliyordu. Hâce’ye; “Bu kabir sâhibi ne diyor?” dedi.
O; “Ben henüz genç iken dünyâdan bu kabre geldim. Kötü amellerim, işlerim
sebebiyle azab içerisindeyim.” diyor dedi. Şeyh Muhammed, Hâce Gelân’a; “Ona bu
azâbın kendisinden nasıl, ne ile kalkacağını sor.” dedi. O da ona sordu. “Yetmiş
bin Kelime-i tehlîl (Lâ ilâhe illallah) okuyarak sevâbını bana bağışlayınız, o
zaman içinde bulunduğum azab benden kalkar.” diyor, dedi. Bunun üzerine Şeyh
Muhammed talebelerine yetmiş bin Kelime-i tehlîl okumasını emretti. Kendisi de
okudu. Kelime-i tehlîlin okunması bitince, o zât, kabir sâhibinin “Kelime-i
tehlîl ve sizin duâlarınız bereketiyle azab benden kalktı.” dediğini nakletti.
Anadolu velîlerinden
Ömer Füâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kelime-i tevhîdin fazîletiyle ilgili
olarak buyurdu ki:
Sâliklerin
yoldaşı Lâ ilâhe illallâh
Âşıkların
haldaşı Lâ ilâhe illallah
Müminlere
veren îmân, îmânda sâbit kılan
Günahlarını
yuyan Lâ ilâhe illallah
Belâları def
eden, mâsivâyı kat’ eden
Hicapları ref’
eden Lâ ilâhe illallah
Cehennemden
kurtaran, Cennet safâsı veren
Dost Cemâlini
gösteren Lâ ilâhe illallah
Ey Füâdî
fikreyle, bu nîmete şükreyle
Dâim Hakk’ı
zikreyle Lâ ilâhe illallah
Evliyânın meşhurlarından
Saidüddîn Fergânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yetmiş bin
kerre "Lâ ilâhe illallah" söyleyerek ölmüşlerin ruhlarına hediye etmek sadakanın
en güzeli ve en iyisidir. Bunu hâlis niyyetle ve bağışlanan kimsenin Cehennem
ateşinden kurtulması için söylemelidir. Bir kişi de söylese olur bir cemâat
aralarında paylaşarak söylese de olur. Şeyh Muhyiddîn ibni Arabî hazretleri
buyurdu ki: "Eğer bir kimse kendisi için veya başka birisi için hâlis niyyetle
ve azabdan kurtulmak niyyeti ile bunu yetmiş bin defa söylese, elbette kimin
için söylenmişse o kimse Cehennem azabından kurtulur. Bu hususta nakil vardır.
Bana Ebû'l-Abbas Kastalânî şöyle anlattı. Şeyh Ebü'-Rebi' bu kelime-i tevhîdi
yetmiş bin defâ söylemişti. Fakat bir kimse adına veya bir kimseye bağışlamaya
niyyet etmemişti. Bir gün bir cemâatle birlikte bir sofrada yemek yiyordu.
Aralarında kalb gözü açık bir çocuk da vardı. Çocuk yemeğe elini uzatıp yiyeceği
sırada âniden feryad etmeye başladı. Yemekten elini çekti. Ona niçin ağlıyorsun?
dediler. Çocuk dedi ki: "Şu anda Cehennem'i ve annemin de Cehennem'de azâbda
olduğunu görüyorum! Bu sebebden ağlıyorum! dedi. Şeyh Ebü'r-Rebi'
dedi ki: Bu sözleri duyunca içimden; "Yâ Rabbî sen biliyorsun ki ben yetmiş bin
defa "Lâ ilâhe illallah" demiştim. O yetmiş bin kelime-i tevhîdin sevâbını bu
çocuğun annesinin Cehennem azâbından kurtulması için ona bağışladım diye niyyet ettim.
Ben içimden böyle niyet edince çocuk tebessüm etti ve yüzü güldü. "Annemi
görüyorum. Cehennem ateşinden kurtuldu. Elhamdülillah!" dedi. Sonra yemek yemeğe
başladı.
Şeyh Ebü'r-Rebi' sofrada
bulunanlara dedi ki: "Bu çocuğun keşfi doğrudur. Bu hususda haber-i nebevî
vardır. Eğer yetmiş bin defa "Lâ ilâhe illallah" söylenip bir ölünün veya
kişinin kendisinin Cehennem ateşinden kurtulması için bağışlansa bunun fâidesi
tam hâsıl olur.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, "Allah Allah!" deyip duruyordu.
O sırada bir genç; "Niçin Lâ ilâhe illallah demiyorsun?" diye sordu. Bunun
üzerine Şiblî hazretleri derin bir ah çekerek, "(Lâ ilâhe) der de (illallah)
diyemeden vefât ederim diye korkuyorum." dedi. Bu sözler gence çok dokundu ve
orada bir âh çekerek vefât etti. Bunun üzerine gencin yakınları ve vârisleri Ebû
Bekr-i Şiblî'yi Halîfeye şikâyet ettiler. Halîfe; "Yâ Şiblî! Bunların
dediklerine ne dersin?" deyince, Şiblî hazretleri; "Yâ Emîr-el-müminîn! O gencin
rûhu, mukaddes olan Allahü teâlânın cemâline kavuşmayı beklerken, aşk ateşinin
bir kıvılcımıyla yanmış, her şeyden alâkasını kesmiş, tâkâtı son dereceye
varmış, bu sözün neticesindeki güzellikte sıçrayan bir şimşek, onun canını
çarpmış ve sonunda onun rûhu bir kuş gibi kafesinden uçup gitmiştir. Şiblî'nin
bunda ne günahı var?" dedi. Bunun üzerine Halîfe; "Derhal bu zâtı evine
gönderin. Kendimi öyle bir hâl kapladı ki, sanki divandan düşecekmiş gibi
oluyorum." dedi.
Tâbiînin büyüklerinden,
ilim ve hikmet sâhibi bir velî Yûnus bin Ubeyd (rahmetullahi teâlâ
aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: “Bir tek tesbihi veya tehlili, yâni, Allahü
teâlânın bütün ayıb ve kusurlardan uzak olduğunu, kendisinden başka ibâdet
olunmaya lâyık ilâh bulunmadığını bildiren “Sübhânallah” ve “Lâ ilâhe illallah”
ulvî kelimelerini bilerek ve inanarak okumayı, dünyâdan ve dünyâda bulunan her
şeyden daha hayırlı ve bereketli bilmeyen kimse, dünyâyı âhirete tercih
edenlerdendir.”
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Kelime-i tevhîdle Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah diyerek kudret
miktarınca meşgûl olmak lâzımdır."
Evliyâ sultan Ahmed
Câhidî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebelerine; "Lâ
ilâhe illallah, diyerek kalbinizin pasını siliniz." dedikten sonra, şu şiiri
söylerdi:
Her kelâmın
âlâsı, Lâ ilâhe illallah
Cümle varın
mevlâsı, Lâ ilahe illallah
Cümle derdin
dermânı, koma dilinden anı
Müminlerin
îmânı, Lâ ilâhe illallah
Tâliblerin
şükrüdür, kalplerinin fikridir
Dillerinin zikridir,
Lâ ilâhe illallah.
|