CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

BELÂ – DERT – MUSîBET – SIKINTI – ÜZÜNTÜ

Hindistan evliyâsından ve Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin mübârek vücûtlarında birkaç tane hastalık vardı. Bu hastalıklar sebebiyle namazlarını özürlü kılardı. Bunu bilen dostlarından biri dayanamayıp; "Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak için sizden duâ istiyor. Cenâb-ı Hak da duâlarınızı reddetmiyor. Her gelen, şifâya kavuşarak huzûrunuzdan ayrılıyor. Hâlbuki sizdeki hastalıkları biliyoruz. Duâ buyurup da bu dertlerden kurtulsanız olmaz mı?" diye sordu. O da; "Onlar hastalıktan kurtulmak için duâ istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânın verdiği bu dert ve belâlardan, O gönderdiği için râzıyız. Dert ve belâlar, kemend-i mahbûb olduğundan Allahü teâlâ, bu dertleri sevdiği kullarından dilediklerne verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini değil, gönderilmesini isteriz." buyurdu.

O, insanların sıkıntılardan kurtulmalarına yardımcı olurdu.

Hindistan evliyâsından ve hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'ne İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin gönderdiği mektuplardan birisi şöyledir:

"Allahü teâlâya hamd olsun ve O'nun seçtiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Kıymetli efendim! Sıkıntıların gelmeleri, görünüşde çok acı ise de, bunların nîmet oldukları umulur. Bu dünyânın en kıymetli sermâyesi, üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünyâ sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musîbetlerdir. Bu tatlı nîmetleri acı ilâçlarla kaplamışlar. Bunun için, dostlara dert ve sıkıntı yağdırmaya başlamışlardır. Saâdetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilen tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Hastalık da, O'ndan başkasına gönül vermekdir. Saâdet sâhipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden geldiği hâlde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de istemektedir. Arabî mısra' tercümesi:

Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun!

Yâ Rabbî! Bizi, sıkıntıların sevaplarından mahrûm eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere düşürme! İslâmın zayıf ve güçsüz olduğu bu günlerde, sizin kıymetli varlığınız, müslümanlar için büyük nîmettir. Allahü teâlâ, selâmet versin ve uzun ömürler ihsân eylesin! Vesselâm."

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi dünyâ sıkıntılarından bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra; "Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye mâliktir?" buyurdular.

Yine buyurdular ki: Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.

Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.

Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru onun dilediğidir.

Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.

 Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın sevgisinde samîmiyetin nasıl belli olduğu hususunda:

"Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına belâ ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hâlini muhâfaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamânında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alâmet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; "Ben seni seviyorum." deyince; "Fakirlik için bir elbise hazırla." buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum." deyince; "Belâ için elbise hazırla." buyurdu."

Vefâtına yakın hastalanan İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Abdurrahmân es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine hâlinin nasıl olduğu sual edildiğinde; "Dünyâya düşkün olanlar, dünyâ nîmetlerinden lezzet aldıkları gibi, sâlihler de, Allahü teâlâdan gelen belâ ve musîbetlerden öyle lezzet alırlar." buyurdu. Bundan sonra abdest aldı. Öğle namazını kıldı. Namazdan sonra kıbleye karşı sağ yanı üzere yattı. Allahü teâlâyı zikir ve tesbîh etmeye başladı. Rûhunu teslim edinceye kadar böyle devâm etti. Ahmed bin Abdurrahmân'ın bu hâline şâhid olanlar, ona ziyâdesiyle gıpta ettiler. Kendi ölümlerinin de böyle hayırlı ve kolay olması için Allahü teâlâya duâ ettiler.

Zamânın büyüklerinden Muhammed bin Anân, bir gece rüyâsında, Mısır üzerine büyük bir belâ indiğini gördü. Bir talebesini gönderip, rüyâsını Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bildirdi. Ali Havâs şöyle buyurdu:

"Müjde haberi yok. Fakat bereket olacağı umulur." Bir müddet sonra Canbolat isminde birisi geldi. Ali Havâs'ı yakaladı. Bağlayıp, çok hakâret etti ve Mısır sokaklarında, elleri bağlı dolaştırdı. Muhammed bin Anân, öğle namazını kıldıktan sonra, Mısır üzerinde olan o belânın kalktığını gördü. Yanındakilere;

"Gidip bakınız! Ali Havâs ne durumda?" dedi. Onlar Ali Havâs'ın bu acıklı hâlini görüp durumu Muhammed bin Anân'a haber verdiler. Muhammed bin Anân bunu öğrenince;

"Allahü teâlâya hamdolsun ki, bu ümmet içerisinde, ümmetin belâ ve musîbetlerini yüklenecek olanları da yarattı." dedi ve şükür secdesine vardı.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Bedî'uddîn Sehârenpûrî hazretlerine, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı mektubun bir bölümü aşağıdadır:

Allahü teâlâya hamd olsun. O'nun seçtiği iyi insanlara selâm olsun! Kıymetli mektubunuz geldi. O taraflarda, iki korkunç hâdise başladığını, birinin tâûn vebâ hastalığı, ötekinin de kaht, kıtlık, gıdâ maddelerinin azlığı olduğunu yazıyorsunuz. Allahü teâlâ, bizi ve sizi belâlardan korusun. Hepimize âfiyet versin!

Bu büyük sıkıntı arasında, gece gündüz ibâdet ve murâkabe etmekteyiz. Kalbimiz her ân O'nun iledir yazıyorsunuz. Bunu okuyunca Allahü teâlâya hamd eyledik, şükr ettik. Böyle zamanlarda dört "Kul"u çok okuyunuz! (Yâni Kul yâ eyyühel kâfirûn ve Kul hüvallahü ve Kul e'ûzüleri okuyunuz! Cinnin ve insanların şerrinden korur.)

 

HEPSİ PİŞMÂN OLDULAR

 

İsmi Bekâ bin Batû, Irak'ta yetişmiştir,

Bin yüz elli sekizde, orada vefât etmiştir.

 

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri,

Bu zâtı çok sever ve medhederdi ekseri.

 

Bir gün de buyurdu ki: "Mânevî yükseklikler,

Her velîye ölçülü, olmuştur hep müyesser.

 

Bekâ bin Batû ise, bunlardan müstesnâdır,

Onun nîmetlerine, yoktur ölçü ve sınır."

 

Bu zât bir gün sâhile, inmiş dinleniyordu,

O sırada uzaktan, bir gemi geçiyordu,

 

Bâzısı içki içip ve nâralar atarak,

Rahatsız ederlerdi, herkesi böyle nâ-hak.

 

Bekâ bin Batû ise, uzaktan firâsetle,

Buna vâkıf oldu ve kederlendi gâyetle.

 

Denizin kıyısından, seslendi ki: "Ey kaptan!

Sustur şu insanları, korkmaz mısın Allah'tan?"

 

Bekâ hazretlerinin, sesini cenâb-ı Hak,

İşittirdi kaptana, olsa da hayli uzak.

Lâkin o edepsizler, yine devâm edince;

Allah dostu bu velî, gadablandı bir nice.

 

Buyurdu ki: "Ey deniz, izni ile Allah'ın,

İçine al hepsini, şu âsi insanların."

 

Yükselmeye başladı, o an deniz suları,

Birden ölüm korkusu, sardı o insanları.

 

Dalgalardan o gemi, yüz tutunca batmaya,

Başladı o insanlar, feryâd-ü figanlara.

 

Lâkin hazret-i Bekâ, etti yine merhamet,

Onların bu hâline, acıdı yine gâyet.

 

Denizden yürüyerek, o geminin yanına,

Gidince, o insanlar, hayretle baktı ona.

 

Hatâlarını bilip, hepsi tövbe ettiler,

Bekâ hazretlerinden, çok özür dilediler.

 

O ise su üstünde, kılarak önce namaz,

Kurtulmaları için, eyledi duâ, niyâz.

 

Dedi: "Pişmân oldular, bu kullar yâ İlâhî,

Onları boğulmaktan, halâs eyle sen dahi."

 

Duâ bitmemişti ki, dalga durdu âniden,

Gemideki insanlar, kurtuldular ölümden.

 

Az önce içki içip, nâra atarken hepsi,

Oldular bu velînin, hâlis bir talebesi.

 

Bir gün nasîhat edip, buyurdu: "Ey insanlar!

Kalpten dünyâ sevgisi, ancak sohbetle çıkar,

 

Yâni kim bu sevgiyi, etmişse kalpten ihraç,

O zâtın sohbetidir, bu derde asıl ilâç.

 

Onların bir sohbeti, kalp derdine devâdır,

Onların sözlerinde, rabbânî tesir vardır.

.

O zâtlardan birine, rastlarsa biri eğer,

Kalbine girmek için, göstersin türlü hüner.

 

Çünkü o büyük zâtlar, dostudurlar Allah'ın,

Onlar sevilmedikçe, kurtuluş zordur yârın.

 

Kimin ki yeri vardır, o zâtların kalbinde,

Kurtulur Cehennem'den, âhiret âleminde."

 

Bu büyük evliyânın, hürmetine İlâhî,

Onların sevgisini, ihsân et bize dahi.

 

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Müminlere gelen dert ve belâların Allahü teâlânın onlara ihsânı olduğunu bildirerek buyurdu ki: "Allahü teâlâ, kendisinin bilinip tanınmasına yarayan mârifetlerden bir mikdârını her kuluna vermiştir. Ayrıca her kuluna ihsân etmiş olduğu mârifetin karşılığı kadar da, dert ve sıkıntı vermektedir. Nîmet olarak bahşedilen bu mârifet, sıkıntılara tahammül etmesinde ona yardımcı olur."

Horasan bölesinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; İnsanın başına gelen kötülük ve musîbetlerin onun faydasına ve kurtuluşuna vesîle olacağını bildirerek buyurdu ki: "Başa gelen musîbet ve belâlarda üç iyilik ve üç fayda vardır: Birincisi; o kimsenin büyük günahlarının affına sebeptir. Yâni o kimse günahlarından temizlenir. İkincisi; bu musîbet ve belâ o kimsenin küçük günahlarına da keffârettir. Üçüncüsü; sıkıntılara dalıp, Allahü teâlâyı, sevgili Peygamberimizi ve büyük zâtları hatırlamaya sebeb olur."

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Belânın gelişi çeşitlidir, bunlardan biri ihtilâftır. İhtilâf, düşmanlığa sebeb olur. Düşmanlık da, ortalığı belâ ve âfetlere boğar."

Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Ebû Hamza Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir yolculuk sebebiyle Likâm Dağında bulunuyordu. Üç kişiyle karşılaştı. Bunlardan ikisi aba, birisi de altın işlemeli bir gömlek giymişti. Bu kimseler Ebû Hamza Bağdâdî'yi görünce; "Garib misin?" diye sordular. Ebû Hamza Bağdâdî; "Bir kimsenin sığınağı Allahü teâlâ olursa, onun için gariblik söz konusu değildir." dedi. Bu sözü işiten o kimseler, Ebû Hamza Bağdâdî hazretlerine yakınlık duydular. Sonra içlerinden birisi; "Bana bir parça peksimet verin." dedi. Ebû Hamza hazretleri; "Ben şeker ve helvasız peksimet yemem." dedi. Hemen onun istediği şeker ve helva ile birlikte peksimet verdiler.

Ebû Hamza Bağdâdî hazretleri sırmalı gömleği olan kimseye dönerek; "Şu altın sırmalı gömlek nedir?" diye sordu. O kimse; "Zararlı olan haşerelerden şikâyetçi olduğum için, Allahü teâlâ bana cezâ olarak bu gömleği giydirdi." dedi. Ebû Hamza Bağdâdî bu cevap üzerine, kendisinin fakirlik, belâ ve musîbetler içerisinde bulunmasına şükretti.

Bağdat'ta yetişen evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed er-Râsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: "Sıkıntı ve üzüntüler, günahların cezâlarıdır."

"Bir kimse için en büyük sıkıntı, uygunsuz birisi ile sohbet etmek, berâber bulunmak mecbûriyetinde kalması ve o kimseyi terk edip gitmek mümkün olmamasıdır."

Hindistan'ın büyük velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde sık sık şöyle nasihat ederdi: "Musibet ve sıkıntı zamanlarında sabırlı olunuz. Böyle vakitlerde Allahü teâlâyı anmakla meşgul olmak kalbe rahatlık verir. Allahü teâlâyı çok anınız. Bu dünyâya gelen bir gün mutlaka buradan göç edecektir. Saâdetli o kimsedir ki, tövbe edip zikr ile meşgul olarak vefât eder."

Mısır'da yetişen evliyâ ve şâirlerden Emîr Hayâlî Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri doğduğu zaman babasının hocası Dede Ömer Rûşenî hazretleri hayattaydı. Küçük yaştayken kendisine gösterildiğinde, onun ileride velîlerden olacağını ve çok kimsenin kendisinden feyz alacağını firâsetiyle müjdelemişti. Nitekim daha çocuk yaştayken başından geçen hâdiseler Dede Ömer Rûşenî hazretlerinin sözlerini doğruluyordu.

Tebriz'de Sultan Rüstem devrinde türeyen eşkıyâ, geceleri evleri yağma etmeye başladı. Bunlara kimse engel olamadı.

Tebrîz halkı İbrâhim Gülşenî'ye gelip, bu belânın kalkması için duâ istediler. İbrâhim Gülşenî; "Onların zararı bize dokunmayınca, onlar bu işlerine devâm ederler." diye cevap verdi. O zaman bir bey, başka bir yere gitmişti. Hanımı, mücevherlerinin hepsini bir sandığa koyup, İbrâhim Gülşenî'ye emânet etti. Ayrıca başkaları da kıymetli eşyâlarını emânet bıraktılar. Bunu duyan harâmîler, mücevherleri almak için İbrâhim Gülşenî'nin evini bastılar. İbrâhim Gülşenî'yi öldürmek için kılıçla saldırdılar. Fakat kılıçları hiç tesir etmedi. Sonra İbrâhim Gülşenî, çoluk-çocuğunu alıp dışarı çıktı. O zaman Ahmed Hayâlî çocuktu ve uyuyordu. Onu uyur olduğu hâlde bıraktılar. Ahmed Hayâlî'ye acıyan hizmetçisi de orada kaldı. Harâmîler, İbrâhim Gülşenî'ye emânet edilen hiçbir eşyâyı yerinden kaldıramayınca, bu duruma şaşırıp kaldılar. Hizmetçi onlara; "Kendiniz bu kadar denediniz. Ne efendimin ne de müslümanların emânetlerinden bir şey alamadınız. Hâlâ aklınız başınıza gelmedi mi?" deyince, ona saldırdılar. Bu gürültüye, uyumakta olan Emîr Ahmed Hayâlî uyandı. Evde olup biteni öğrenince; "Babam nerede?" diye bağırmaya başladı. O esnâda İbrâhim Gülşenî, hizmetçilerinden birine bir sopa verip; "Git onları dışarı çıkar." dedi. Hizmetçi "Bismillah!" deyip eve girdi, verilen sopayla harâmîlere vurmaya başladı. Harâmîler korkuya kapılıp kaçmaya başladılar. O sırada Ahmed Hayâlî'nin eline bir bıçak geçti. Kaçan harâmîlerin arkasından fırlatınca, birinin ayağını yaraladı. O harâmînin bir ayakkabısı düşüp, orada kaldı. Ertesi gün hâdiseyi duyan emânet sâhipleri, gelip eşyâlarının durumunu sordular. Eşyâlarına hiçbir şey olmadığını, hepsinin yerli yerinde durduğunu gördüler. Ama İbrâhim Gülşenî'nin talebelerinin bâzı eşyâları çalınmış diğerlerine bir şey olmamıştı. Talebelerin eşyâlarının zarar görmesinin hikmetini İbrâhim Gülşenî'ye sordular: "Yarın hepsi yakalanıp, birer uzuvlarının kesileceğine alâmettir." diye cevap verdi. Ertesi gün harâmîler, gerçekten de yakalandılar. Kimi öldürüldü. Kiminin ayağı, kiminin eli kesildi. Ama Ahmed Hayâlî, ayağını yaraladığı kişi için; "Bu benim yaraladığım harâmîdir. Bunu serbest bıraksınlar." dedi. O adamı, daha henüz küçük olan Ahmed Hayâlî'ye bağışladılar. Cezâlandırılmaktan kurtulan harâmî, hatâsını anlayıp tövbe etti ve dervişlerden oldu.

Meşhur tefsîr âlimi ve velî İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında İbn-i Sübkî şöyle der: İmâm tefsîrinde buyurur ki: Hayâtım boyunca tecrübe etmişim. Ne zaman bir işte, bir kimse, Allahü teâlâdan başkasına îtimâd eylese, bu îtimâdı onun, belâ, mihnet, sıkıntı ve zorluk çekmesine sebeb olur. Ama Allahü teâlâya güvenip, yalnız O'na dayansa, istediği şey en güzel şekilde hâsıl olur. İşte bu tecrübe, küçüklüğümden şu anda içinde bulunduğum elli yedi yaşına kadar devâm etmiş ve kalbime iyice yerleşmiştir. İnsan için, Allahü teâlânın fadl ve ihsânından başka bir şeye güvenip îtimâd etmesinde, Allahü teâlâdan başkasından istemesinde hiçbir fayda yoktur. İnsan birisinden bir şey isterken, istediği şeyin o kimsede emânet bulunduğunu bilmeli, onun hakîkî sâhibinin Allahü teâlâ olduğunu hatırdan çıkarmamalı, isteklerini Allahü teâlâdan istemelidir.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Belâ ve musîbete uğramış kimseler hakkında ne yapmamız uygundur?" denildi. O zaman; "Onların acılarını paylaşarak ağlayınız. Sizin de onlar gibi, belki de daha şiddetli bir şekilde, günahlarınızın karşılığı olarak belâ ve cezâya çarpılmanız muhtemeldir." buyurdu. Fudayl hazretleri çoğu zaman yanında bulunan yemek ve paradan hapishânedekilere gönderir ve onlar için; "Bunlar muhtaç ve çâresiz kimselerdir." der, merhâmet ederdi.

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden İsmâil Hakkı Bursevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Allahü teâlâ, âdeti ilâhiyyesi üzerine beni bulunduğum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sâhip olmadığım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfân sâhibi eyledi. Allahü teâlânın bu şekilde derecemi yükseltip, bana ilim ve irfân ihsân etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yüksekliğe kavuşmak, başa gelen belâ ve musîbetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya bağlı olduğundan, pekçok meşakkat ile karşılaştım. Bir taraftan diğer tarafa, bir memleketten başka memlekete gitmek sûretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilâkis başa gelen belâ ve musîbeti kadere rızâ ile karşılamak iyi âkibetlere vesîle olur. İlk önce yolculuk yaptığım memleket Üsküp idi. Yedi sene sonra oradan Bursa'ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs'a gitmem îcâb etti. Yedi sene sonra Harem-i şerîfe gittim. Yedi sene sonra Hicaz'a gittim. Orada çocuklarım vefât etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hattâ kıymetli kitaplarım ve eşyâlarımın hepsi elimden gitti. Bütün bunlar karşısında ilâhî emre boyun eğdim. Yedi sene sonra Ebû Yümn'ün kabrini ziyâret maksadı ile doğum yerim olan Aydos'a gittim. Yedi sene sonra ikinci defâ olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa'dan Şam'a gitmem emrolundu. Bütün akrabâlarımdan uzak kaldım. İşte birçok musîbet ve çilelerle geçirdiğim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü teâlâ dilediğini yapar. Kimse O'na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştığım ve çektiğim bu sıkıntılar, tamâmen mânevî işâretlerle meydana gelmiştir. Güzel âkibet, ancak Allahü teâlânın fermânı üzere meydana gelendir. Resûlullah efendimiz; "Benim çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir." buyurmuştur. İnsana gelen belâ ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında tecellî-i ilâhî meydâna geldiği için kalbi genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşakkat, peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyâda görülür. Bu îtibârla büyük zâtlar hep meşakkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resûlullah efendimiz kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında; "İlâhî! Kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar." buyurarak hidâyetleri için duâ ettiler."

Tâbiînin büyüklerinden, Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri Kâsım bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bizden önce yaşayan büyüklerimiz, başa gelen musîbetleri güzellikle karşılamayı, kendilerine verilen nîmetleri de tezellül, alçak gönüllülük ederek karşılamayı severlerdi."

Büyük velîlerden Mansûr bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse başına gelen dünyevî musîbetlerden dolayı sızlanırsa, musîbet îmânına intikâl eder."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Rızâ sâhiblerine, belâlar musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü, belâları veren yine Allahü teâladır."

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istigfâr, tövbe etmek çok faydalıdır."

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Saîd Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Vebâ günlerinde babama büyük musîbetlerin vâki olduğu sıralarda, yâni, üç gün içinde ağabeyim Hâce Muhammed Sâdık, kardeşlerimden Muhammed Ferruh, Muhammed Îsâ ve daha başka yakınları ile vefât ettiklerinde, ben de ağır hastalanmıştım. Neredeyse ümîd kesilmişti. Hazret-i İmâm çok üzüldüler. Bu sırada bir gece Hak teâlâ tarafından kendisine öyle husûsi tecelliler ve zuhûrlar oldu ki, bunların bu musîbetleri unutturan ilâhî teselli ve müjdeler oldukları bildirildi." Hazret-i İmâm buyurdular ki: "Rabbimin bu lütuf ve ihsânları arasında iken, mânevî bir emir geldi ki: "Muhammed Saîd ile Muhammed Ma'sûm'u getirin!" Getirdiler. İkisini de dizlerime oturttular. Her ikisini de yaşlanmış ve sakalları ağarmış gördüm. Bana şöyle buyuruldu ki; "Bu iki oğlunu sana bağışladım. Çok yaşayacaklardır." Hazret-i İmâm, Hak teâlânın bu lütfundan çok memnun olup kalktılar ve müjde verdiler. Hâlbuki bu iki oğulları henüz yirmi yaşına gelmemişlerdi."

 

ÜÇ MÜHİM DERT

 

Bir gün çok ağlıyorken, Râbia-i Adviyye,

Sordular: “Ağlamanın sebebi nedir?” diye.

 

Buyurdu ki: “Üç büyük derdim var şimdi benim,

Bunları düşündükçe, ağlayıp yaş dökerim.

 

Bunlardan kurtulmağa, var ise bir kolaylık,

Bir garanti verin de, ağlamıyayım artık.”

 

Dediler: “Söyle bize, ne imiş o dertlerin?

Herhâlde hâllederiz, kolayı var her şeyin.”

 

Buyurdu: “Öyle zor ki, kasdettiğim o dertler,

Zannettiğiniz gibi, kolay hâlledilmezler.

 

Biri son nefesimde, verirken ben canımı,

Kurtarabilir miyim, acaba îmânımı?

 

İkincisi mahşerde, acep amel defterim,

Sağımdan mı verilir, soldan mı, yok haberim.

.

Üçüncüsü, herkesin, hesabı görülünce,

Ve lâyık oldukları, yere götürülünce,

 

Cennetlikler ile mi, giderim ben acabâ?

Yoksa atılır mıyım, kötülerle azâba?

 

Bu korkunç tehlikeler, var iken önümde hep,

Ben ağlamıyayım da, kimler ağlasın acep?”

 

Uzaktan bir misâfir, gelmişti hânesine,

Bir parça eti vardı, koydu tenceresine.

 

Düşündü pişirip de, ona ikrâm etmeyi,

Ve lâkin konuşurken, unuttu pişirmeği.

 

Nihâyet akşam olup, namazları kıldılar,

Hem kendi, hem misâfir, o gün oruçluydular.

 

Dedi ki: “Et pişmedi, unutmak sebebiyle,

Bâri iftar edelim, “kuru ekmek, su” ile.”

 

Getirmeye giderken, su ve kuru ekmeği,

Leziz et kokuları, bir anda sardı evi.

 

Baktı ki tencerede, duran et, o hâliyle,

Ateşsiz pişmiş idi, kudret-i ilâhiyle.

 

Misâfir o yemekten, yiyince, ilk tadımda;

Dedi: “Böyle hoş yemek, yemedim hayatımda.

 

Hem de sen demiştin ki, Unuttum, pişmedi et,

Hâlbuki bu et pişmiş, acaba nedir hikmet?”

 

Dedi: “Kul unutmazsa, eğer ibâdetini,

Onu da unutmazlar, pişirirler etini.”

 

Yine bir gün misâfir, var iken hânesinde,

Yemeğe koymak için, soğan yoktu evinde.

 

Dediler; “Ey Râbia, şu komşudan istesek,

Zîrâ soğan olmazsa, iyi olmaz o yemek.”

 

Buyurdu: “Kırk senedir, söz verdim ki ben şuna,

Aslâ el açmıyayım, Rabbimden gayrısına.”

 

Râbia’nın bu sözü, bitmemişti ki, o an,

Bir kuş, ayaklarıyla, bıraktı iki soğan.

 

Bir gece de dostları, geldiler ona, ancak,

Kandil yoktu evinde, gece aydınlatacak.

 

Râbia hazretleri, üfledi bir avcuna,

Nûr geldi birden bire, parmakları ucuna.

 

Kamış girdi gözüne, bir gün namaz kılarken,

Hiç farkına varmadı, acımasına rağmen.

 

Öyle sarmış idi ki, onu aşk-ı ilâhî,

Hissetmedi kamışı, gözüne girse dahî.

 

Selâm verip sordu ki, “Gözümde bir şey mi var?”

Baktılar kamış girmiş, güçlükle çıkardılar.

 

Yâ Rabbî, bu mübârek velînin hürmetine,

Kavuştur bizi dahî, senin muhabbetine.

 

Evliyânın büyüklerinden Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Fârisî beyt tercümesi:

 

Bir belâya ve felâkete uğradığında mahzun olma,

Cenâb-ı Hakkın nice gizli lütufları vardır onda."

 

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanların mübtelâ olduğu belâ ve musîbetlerin en büyüğü; âhiret ve dünyâ işiyle meşgûl olmayıp, boş oturmaktır."

Yine buyurdular ki: "Cehâletten daha büyük musîbet yoktur."

Hindistan'ın büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Eğer Allahü teâlâ kullarına, hiç dert ve elem vermemiş olsa veya çok az vermiş olsaydı, insanlar O'na ibâdet etmekten ve O'nu zikretmekten gâfil olurlardı. İnsanın, dünyâ ve âhiret saâdetine, Allahü teâlânın rahmetine kavuşabilmesi için, ibâdet ve tâatten ve zikrden geri kalmaması şarttır. Buna göre herkes Allahü teâlânın rahmetine muhtactır. Bu durumda iyi düşünce, dert ve sıkıntıların, aslında birer nîmet ve insanı Allahü teâlâya çeken birer kemend oldukları anlaşılır."

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse, kendisine bir belâ geldiğinde sabreder, Allahü teâlânın takdirine râzı olursa onun işi tamamdır. O kemâl mertebesini bulmuştur."

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir musîbet geldiğinde feryâd ü figân eden kimse, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur. Ağlayıp, sızlamak, belâ ve musîbeti geri çevirmediği gibi, insanın sabredenlere verilen sevâb ve mükâfâttan da mahrum olmasına sebeb olur.”

Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanların başına gelen musîbetler, ya malından ya şöhretindendir. Bunların hâricinde insana zarar gelmez.”

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükredici olmak lâzımdır. Zîrâ, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları çoktur."

Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kitapta okudum. Eğer insan, belâ, sıkıntı ve darlığa düşerse, bilsin ki bu, Peygamberlerin ve sâlihlerin hâllerindendir. Çünkü onların hepsi, bu dünyâda çok sıkıntı çektiler. Eğer insan rahatlığa kavuşursa, bilsin ki, o büyüklerin yolu rahatlık ve lezzetler içerisinde yaşama yolu değildi."

Yine buyurdular ki: "Her şey, önce küçük olarak ortaya çıkar, fakat sonra büyür. Musîbet ise, insana önce büyük ve ağır gelir, sonra küçülür, hafifler."

Tasavvuf ehli ve halk şâiri Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin şiirlerinden;

 

DOLAP

 

Benim adım dertli dolap,

Suyum akar yalap yalap,

Böyle emreylemiş Çalap,

Derdim vardır inilerim.

 

Ben bir dağın ağacıyım,

Ne tatlıyım ne acıyım,

Ben Mevlâya duâcıyım,

Derdim vardır inilerim.

 

Beni bir dağda buldular,

Kolum kanadım kırdılar,

Dolaba lâyık gördüler,

Derdim vardır inilerim.

 

Dağdan kestiler bezenim,

Bozuldu türlü düzenim,

Ben bir usanmaz ozanım,

Derdim vardır inilerim.

 

Şol dülgerler beni yondu,

Her âzâm yerine kondu,

Bu iniltim Hak'dan geldi,

Derdim vardır inilerim.

 

Suyum alçaktan çekerim,

Dönüp yükseğe dökerim,

Görün beni neler çekerim,

Derdim vardır inilerim.

 

Yûnus bunda gelen gülmez,

Kişi murâdına ermez,

Bu fânîde kimse kalmaz,

Derdim vardır inilerim.

 

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir sıkıntımı ve başıma gelen bir musîbeti, gözleri görmeyen âmâ birisine şikâyet ettim. Bu durumu ona sitem ettim. Bunun üzerine beni üç defâ susturdu. Dedi ki: "Ey Ahnef bin Kays! Başına gelen musîbeti hiçbir kula şikâyet etme. Çünkü şikâyet ettiğin kişi, bunu söylemekle kendisini üzeceğin bir dost veya kendisini sevindireceğin bir düşmanın olabilir."

"Allah'ım! Eğer beni bağışlarsan. Sen buna zâten lâyıksın. Eğer azâb edersen ben de buna zâten lâyıkım."

İstanbul'un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleeri sohbetlerinde ve vâzlarında buyururdu ki: Belâ ve musîbetler, Allah dostlarının muhabbet ve sevgisini artırır. Nitekim altın için ateş ne kadar kızgın olursa, altını o derece saf ve hâlis yapar. Bu sebeble kişi mânevî mertebesinin yüksekliğine göre büyük veya küçük belâ ve musîbetlere uğrar. Nitekim Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: "Kişi, dînindeki sebâtına göre belâya (imtihâna) mübtelâ olur. Âfiyet, kıymetini bilmeyen kimse için derd gibidir. Belâ, kadrini bilen için devâ gibidir." Belânın, insanın Rabbine dönmesini sağlayan sıkıntıların kadrini bilen, Hakkı gerçekden sevenlerdendir. Taklid ile sevenler değillerdir. Çünkü taklid ile sevmek, belanın, imtihânın faydasını giderir. Sevilenin hareketi, gerçek muhabbeti bozmaz. Nitekim Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn'ın sarayında Âsiye Hâtun tarafından büyütülürken, Âsiye Hâtun onu gerçekten seviyordu. Fir'avn ise, Âsiye Hâtunu taklid ederek seviyordu. Âsiye Hâtun gerçekten sevdiği için, onun hareketlerinden incinmiyordu. Mûsâ aleyhisselâm Fir'avn'ın sakalını tutup çekince, Fir'avn'ın sevgisi gerçek sevgi olmadığı için, hemen rahatsız oldu."

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Belâ ve musîbet, âriflerin kandili, müridlerin uyanıklığı, gâfillerin de helâkıdır."

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her çeşit üzüntü fazîlettir, mümin için derecede ziyâdeliktir. Fakat üzüntünün sebebi günah olan şeyler olmamalı. Bunları yapamadım diye üzülmemeli. Her çeşit üzüntünün fazîlet olması, üzüntünün insanın derecesini yükseltmese bile günahlarının silinmesine, affedilmesine sebeb olmasıdır."

Yine buyurdular ki: "İnsanların içine nereden geldiği bilinmeyen keder nasıl çöker?" diye sorulunca; "Ruh, insanın işlediği günahları ve kötülükleri unutmaz. Nefs ise bunları unutur. Ruh, nefsin mahvolduğunun farkına varır ve bu sebeple insanın içine bir keder çöker. İnsan bunun sebebini anlayamaz."

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) üzüntülü birini gördü ona; "Senin için Allahü teâlânın dediğinden başka bir şeyin olmasından mı korkuyorsun?" dedi. O; "Hayır efendim." dedi. Bunun üzerine; "Öyleyse neye üzülüyorsun? Dünyâ insanı kendine kul yapmadıkça veya insan dünyâya kul olmadıkça yol kolaydır." buyurdular.