|
ATİYYE –
HEDİYE – MEVHİBE
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı kerîmde
meâlen buyuruyor ki: "Biz (dünyâyı isteyenlerin de, âhireti isteyenlerin de) her
birine, kısmet ettiğimiz rızkı veririz. Bu Rabbinin atiyyelerindendir. Rabbinin
atiyyesi, ihsânı, (dünyâda, mümin ve kâfir hiç kimseden) men edilmemiştir." (İsrâ
sûresi: 20) (E. Ans. c.1, s. 20)
Ebü'l-Abbâs Mürsî;
"Peygamberler, ümmetleri için atıyyedir (ihsân, lütuf, bağıştır). Fakat Resûl-i
ekrem efendimiz hediyedir. Hediye ile atıyye arasında fark vardır. Atıyye
muhtaçlara, hediye ise sevilenlere verilir." demiştir. Hediye, bağış, Allahü
teâlânın ihsânı mânâsına gelen bir kelime daha vardır ki o da mevhibedir. Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın buyurduğuna göre: "İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri
de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir, buna "kesbî" denir. İlm-i
ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir
mevhibedir. Kullarından dilediğine verir, buna "vehbî" de denir." (E. Ans. c.1,
s. 20)
Evliyânın büyüklerinden
Âhmed bin Alevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sultan ve devlet adamlarından bir
şey kabûl etmezdi. Devlet adamları, bâzan kendilerinden olduğu belli olmasın
diye tanınmayan kimselerle hediye gönderdiklerinde, Ahmed bin Alevî gönderenleri
bilir, yine kabûl etmezdi. Bir defâsında, çok sevdiği hoş kokulu öd ağacı
gönderdiler, fakat yine kabûl etmedi. Bazısı koyun, bâzısı süt gönderirdi. O,
hepsini geri çevirirdi. Bunların dışında, halktan olup da hediye getirenlerin
hediyelerini kabûl eder, karşılık olarak da hediye verirdi. Hediyeleri ihtiyaç
sâhiplerine dağıtırdı.
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Aranızdaki düşük ve bayağı kimselere ikrâm ediniz, onlara hediyede
bulununuz. Çünkü onlar, sizi dünyâda ve âhirette, utanacak duruma düşmekten ve
ateşten alıkoymaktadırlar. İnsan, utanılacak ve âteşe düşmeye sebep olan şeyleri
onlarda görerek, bunlardan kendisini korur."
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Peygamberler, ümmetleri
için atıyyedir. Fakat Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz
hediyedir. Hediye ile atıyye arasında fark vardır. Atıyye muhtaçlara, hediye ise
sevilenlere verilir."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hediye kabûl
etmekte ihtiyatlı idi. Haram işleyen ve îtikâdı bozuk kimselerden hediye kabûl
etmezdi. Aldığı hediyeleri evinde husûsî bir köşeye bırakırdı. Eğer kalbinde bir
sıkıntı, bulanıklık meydana gelirse, ertesi gün o hediyeyi getiren şahsa iâde
ederdi. Sevenlerinden Afganlı bir zât, bir mikdâr yağ getirmişti. Ertesi gün
yağı geri gönderdi ve; "Bana bu yağdan haram kokusu geliyor." buyurdu. O şahıs
hayret içinde kaldı. Koyunları helâl para ile satın almış, hanımı da yağı kendi
eliyle çekmişti. Evine dönünce yağın durumunu araştırdı. Koyunlarından bâzısı
bir ara başkalarının arâzisine giderek orada otlamış. Yağdaki haramlık kokusunun
buradan geldiğini anladı.
Mevlevî Bereketullah ilk
talebelerinden idi. Bir gün Ebü'l-Hayr'ın huzûruna gelip, bir mikdâr para hediye
etti. Bir iki gün dergâhta kaldıktan sonra, memleketine geri döndü. Ebü'l-Hayr
arkasından şöyle bir mektup yazdı: "Sizin dönmek üzere izin aldığınız gün
ikindiden sonra kalbime hakkınızda bir lütufsuzluk, hoşnutsuzluk vâsıl oldu.
Hemen sizi aradık, fakat gitmişsiniz. Hediyeniz geri gönderildi. Çünkü sizin
hâliniz şüphelidir. Eğer durumunuz iyi olsa idi, kalbimde size karşı
hoşnutsuzluk meydana gelmezdi. Biz her şahsın hediyesini almadığımız gibi,
herkes de bizden nasîbdâr olamaz. Size düşen tövbe etmenizdir."
Musul âlimlerinden ve
Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine bir gün elli altın getirilince, buyurdular ki: "Her kim
dilenmeksizin kendisine verilen bir şeyi reddederse; onu Allahü teâlâya karşı
reddetmiş olur." dedi. Bu yüzden bir akçe alıp gerisini iâde etti.
Meşhur velîlerden
Huzeyfetü'l-Mer'âşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, ikrâm ve
ihsânları boldu. Fakir ve muhtaçların ihtiyaçlarını giderirdi. Mümkün olduğu
kadar kimseden bir şey kabûl etmezdi. Bilhassa düşük ahlâklı kimselerin
hediyelerini almaktan insanları sakındırırdı. O; "Günahkarların ve ahlâkı bozuk
kimselerin hediyelerini kabûl etmeyiniz. Eğer kabûl ederseniz, sizin onların
kötü fiillerine ve ahlâksız hareketlerine râzı olduğunuz zannedilir." buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından
Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini; Nevvâb Hân
Firûzcenk, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski bir elbiseyle gördü.
Bu hâlini görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine; "Biz ne bedbaht
insanız ki büyüklerimizden bir zât hediye kabûl etmiyor ve ona hizmet etmekle
şereflenemiyoruz." dedi. Bu hâdise üzerine Mazhar-ı Cân-ıCânân hazretleri; "Biz,
zenginlerden bir şey kabûl etmemeğe, almamağa kararlıyız. Hayat güneşimiz
batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabûl etmedik." buyurdu.
Sonra Nevvâb Hân Firûzcenk, otuz bin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabûl
buyurmadı ve; "Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere
dağıtınız." dedi.
Yine Afgan serdârlarından
biri, eşrefî denilen üç yüz altın göndermişti. Bunu da kabûl buyurmayıp; "Her ne
kadar hediyeyi kabûl etmek lâzımsa da, mutlakâ kabûl etmek lâzım olduğuna dâir
bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlâs ve ihtiyatla, haram karışmaması
için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabûl
etmiyoruz. Kaldı ki, ümerânın ve zenginlerin hediye edeceği şeylerin tam
helâlden hazırlanmış olduğu şüpheli olanları hiç kabûl etmeyiz. Onda insanların
hakkı vardır. Kıyâmet günü onun hesâbını vermek zordur.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri kemâl derecede zühd ve tevekkül sâhibiydi. Dünyâdan ve dünyâya düşkün
olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabûl
etmezdi. Kabûl ettiği çok nâdir olurdu. Zamânın pâdişâhı Muhammed Şâh, vezîri
Kameruddîn Hân ile Mirzâ Cân-ı Cânân'a haber gönderip, şöyle dedi: "Allahü teâlâ
bize öyle bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak
göndeririz, yeter ki istesinler." Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu teklif
üzerine şu cevâbı verdi: "Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "...Onlara şöyle
de; dünyânın metâı pek azdır..." (Nisâ sûresi: 77) buyurarak dünyânın yedi
iklimindeki mal ve mülkün az bir şey olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi
iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti
nedir ki? Büyüklerin himmetinin esâsı ise, ondan uzak durmaktır."
Yine o havâlinin devlet
adamlarından biri, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri için bir dergâh yaptırdı ve
bütün dervişlerin ihtiyâcını da karşılıyacağını bildirerek kabûl etmeleri için
arzetti. Fakat Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kabûl etmedi ve; "Bizim için her
yer birdir. Allahü teâlânın indinde herkesin rızkı takdir edilmiştir. Vakti
gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazînesi sabır ve kanâat olup, bu
kâfidir." buyurdular.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerine, devlet adamlarından biri Hindistan'ın meşhûr meyvesi olan "Enbe"den
(Hint kirazı) bir mikdâr hediye göndermiş ve kabûl etmesi için de çok
yalvarmıştı. Bunun üzerine iki tâne "Enbe" alıp gerisini iâde etmiş ve; "Bu
fakîrin gönlü, bunları kabûl etmek istemiyor." buyurmuştu. Biraz sonra huzûruna
bir bahçe sâhibi gelip; "Falan emîr, size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile
alıp size hediye etti." dedi. Bunun üzerine mazlumun hakkının verilerek, himâye
edilmesini söyledi. Sonra da; "Sübhânellah, onun getirdiği bu yiyecek bizim
bâtınımıza zararlı oldu." buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli kimselerin
ikrâmını hiç kabûl etmedi. Yine bu hâdise üzerine; "Yiyeceklerin en zararlısı
kazançları şüpheli olan zenginlerin ikrâm ettiği yiyeceklerdir. Hattâ fakirlerin
ikrâmları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için,
kazançları şüpheli olan zenginlerden borç alıyorlar." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden,
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir
hediye gelse, onu; "Biz hediyeyi geri çevirmeyiz" hadîs-i şerîfine göre geri
çevirmez, ama husûsî işlerine de sarf etmezdi. Daha temiz ve daha iyi yerden
borç alır ve fıkıhta bildirildiği şekilde "Bu daha helâldir ve daha iyidir."
hükmü ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi.
Muhaddis, zâhid, âbid,
ârif-i kâmil ve Tâbiînin büyük âlimlerinden Muhammed bin Vâsi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Sultanın hediyesini uygun görmeyip, almazdı. Basra emirlerinden
birisi, Mâlik bin Dînâr’a on bin dirhem hediyye gönderdi. O da bu hediyyeyi,
tamamen meclisinde hazır bulunanlara taksim etti. Muhammed bin Vâsi’ onun yanına
gelip; “Şu mahlûkun sana hediyye ettiği parayı ne yaptın?” diye sorunca, Mâlik
de; “Burada bulunanlara sor.” buyurdu. Onlar da, hepsini dağıttığını söylediler.
Muhammed bin Vâsi’; “Allah aşkına doğru söyle parayı verdiği için bu adama
kalbin temâyül etti mi? İçinde buna karşı eskisinden daha fazla bir sevgi uyandı
mı?” diye sordu. Mâlik de; “Evet gerçekten öyle oldu. Şimdi ona daha çok temâyül
ettim.” buyurunca şu cevâbıyla hâlini anlattı; “İşte ben bundan korkarım.”
Türkistan da yetişen velî ve
mücâhid âlimlerden Sâbit Ebü'l-Meânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin Cumâ sohbetlerine devâm eden kimselerden birisi sohbetten sonra
Ebü'l-Meânî'nin huzûruna girip müsâfeha edemiyordu. O kendi kendine; "Onun
huzûruna girenler yanlarında hediyeler getiriyorlar. Ben ise hediye
getiremiyorum." diye düşünüyordu. O kimsenin şeyhin huzûruna girmekten
çekindiğini gören oğlu; "Babacığım niçin Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin
huzûruna girmiyorsun?" diye sordu. Babası; "Ben Şeyhin huzûruna elimde hediye
olmadan girmeye utanıyorum." dedi. Oğlu; "Babacığım böyle düşünme. Diğer
insanlar gibi sen de gir." dedi. O kimse Şeyh Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin
huzûruna girip, onunla müsâfeha etti ve oturdu. Biraz sonra yemek sofrası
getirildi. Şeyh Ebü'l-Meânî hazretleri buyurdu ki: "Bâzılarınıza şaşıyorum.
Bizim yanımıza ellerinde bir hediye olmayınca gelmek istemiyorlar. Onların böyle
düşünmeleri yanlıştır. Çünkü biz el kadar ekmekle yetiniyoruz." buyurdu. O kimse
düşüncesinin yanlış olduğunu anladığı gibi Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin
kerâmetini de gördü.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında talebeleri ve sevenleriyle
birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden
geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü. Bu
obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda
semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt
vardı. Bu üç kişiden oba reisi olan kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine
yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek;
"Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir.
Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim." dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; "Ben
kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda gelince,
parasını verip alabiliriz" dedi. Oba reisi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz,
boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz." dedi. "Kabûl
etmeyiz." buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh
altınına satın aldırdı. Önce kendisi yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine
ikrâm ettiler. |
|