CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

AŞK – MUHABBET - 2

İran'da yetişen şâir ve velîlerden Baba Tâhir Uryân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiiri: 

 

ÇARE BULMAZLAR

 

Ne mutlu onlara ki cân ile vücûdu fark etmezler.

Candan cânânı, cânândan cânı ayrı bilmezler

Onun derdine alışırlar, aylarca yıllarca

Fakat kendi dertlerine bir çâre bulmazlar.

 

Âşık olan herkes cânından korkmaz

Âşık kütük ve zindandan korkmaz

Âşıkın gönlü aç bir kurtun heyheyinden

Korkmadığı gibi hiçbir şeyden korkmaz.

.

Yâ Rabbî! Gönlümün feryâdına yetiş

Kimsesizler kimsesi sensin, ben kimsesiz kaldım

Herkes diyor ki Tâhir'in kimsesi yoktur.

Allah benim yardımcımdır, başkasına ne hâcet.

 

Ben ne alış-veriş fikrindeyim ne de kâr

Yüreğimde ne iyilik ne de varlık düşüncesi var.

Çeşme başı, su kenarı istemem

Çünkü hergözüm binlerce akan nehir gibidir.

 

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyuruyor ki: "Bütün âlemin yerine beni Cehennem'de yaksalar ve ben de sabretsem, Allahü teâlâya muhabbeti dâvâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. Allahü teâlâ da benim ve bütün âlemin günahını affetse, rahmetinden ve ihsânından bir şey eksilmiş olmaz."

"Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti; kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır."

Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine "Bu yüksek makamlara nasıl kavuştunuz?" diye sordular. Cevâbında şöyle anlattı: "Bir gece herkesin uyuduğu bir sırada, Bistâm'dan çıktım. Ay her tarafı aydınlatıyordu. Giderken âniden karşımda çok heybetli bir makam gördüm. On sekiz bin âlem onun heybeti yanında bir zerre gibi kalıyordu. Aklım başımdan gitti. Beni fevkalâde bir hâl kapladı. O halde iken; "Yâ Rabbî! Bu kadar büyük, bu kadar güzel bir dergâh acabâ niçin böyle boş?" dedim. Hemen; "Bu dergâhın boşluğu, kimse gelmediği için değil, belki gelenlerin lâyık olmadığı ve uygunsuzluğu sebebiyle gelenleri bizim kabûl etmeyişimizdendir." diyen bir ses duydum. Bir an, herkesin bu huzûra kavuşması için şefâatçi olayım diye kalbime geldi. Fakat, bu şefâat makâmının Sultân-ül-Enbiyâ Muhammed Mustafâ efendimize mahsus olduğunu hatırlayıp, benim öyle düşünmemin, bu şefâat makâmına karşı edebe riâyetsizlik olacağını anlayıp, o düşüncemden vazgeçtim. Bir ses duydum ki; "Ey Bâyezîd, Sultân-ül-Enbiyâ'ya olan muhabbetin ve edebe riâyetin sebebiyle, biz de senin edeb ve mertebeni yükseltiyoruz. Kıyâmete kadar, Sultân-ül-Ârifîn, diye anılırsın buyuruyordu."

Gâziantep velîlerinden Baytazzâde Hacı Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) aynı zamanda Allahü teâlânın aşkıyla şiirler de söyledi. Şiirlerinden bir örnek:

 

Sâkî hele kalk, bâdeye bak vakt-i seher bu

Sen sâat-i dünyâyı bil ki tezce geçer bu

Gel fursatı fevt etme bilip vakti ganîmet

Çün ömrü bilin, ömrü gibi ömrü gider bu.

 

Ağlayu gelmezseniz, cân ile bilmezseniz

Ölmeden ölmezseniz, burda hîç olmazsanız

Hayfâ size hem bize ger bizi bilmezseniz

Sâkî hemen mey getir, bî-gışş u bî şey getir.

 

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Emîr Hüseyin anlatır: "Hâce hazretleri bir gece; "Yarın filân dostumu ziyârete gideceğim, inşâallah on beş güne kadar gelirim." dedi. Sabahleyin talebesi ile yola koyulup gittiler. O gün Hâce hazretlerinin ayrılığına dayanamayıp, onu görmek isteği beni kapladı. Hânekâhda benimle bir kişi daha kalmış idi. Akşam olunca ona; "Korkarım Hâce hazretleri kendilerine olan bu aşırı sevgimi keşf eder ve şefkat edip, bana acıyıp döner." dedim. Ertesi sabah gördüm ki, hazret-i Hâce dönüp geldi ve bana heybetle bakıp; "Ben sana demedim mi ki, on beş gün sonra geleceğim. Sen ise önüme muhabbet dağını sed çektin. Ben o dağı nasıl aşıp gideyim?" buyurdu. Sonra mübârek yüzünü yanımızdaki talebesine çevirip, buyurdu ki: "Emîr Hüseyin sana; "Korkarım Hâce hazretleri yoldan döner gelir." demedi mi?" O da; "Evet." dedi. Hâce hazretleri; "İşte o muhabbet ve arzulardır ki, önümüze sed çekti." buyurdular. Bunun üzerine Hâce hazretlerinin celâlini müşâhede ettiğimde, kalbimde büyük bir ürperme zâhir olup, ayaklarına düşüp af diledim. Onlar da bu âciz hizmetçilerine, merhamet edip affetti ve; "Eğer maksadın benden ayrılmamak ise, beni seninle düşün. Çünkü ben, senden ayrı değilim. Bundan sonra, sakın beni senden ayrı sanma!" buyurdular.

Beyt:

"Nerede olursan seninleyim ben,

Kendini sakın, yalnız sanma sen."

 

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâya olan muhabbeti sebebiyle Allahü teâlânın düşmanlarına düşmanlık ederdi ve; "Sevgilini kızdırana muhabbet beslemen sana yakışmaz." buyururdu.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-İ Rûmî ile Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyhimâ) hazretlerinin zâhirî ve bâtınî çalışmaları devâm ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: "Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizden tamâmen uzaklaştı. Gece-gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına oğlu hâriç kimseyi de almıyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile Tebriz'in toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir." Bu söylentilere Mevlânâ; "Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?" diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamayacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.

Şems-i Tebrîzî'nin gitmesi, Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. "Şems, Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Ona bir mektubunda; "Ey gönlümdeki nûr, gel! Ey gönlümde ona arzu olan gel. Ey sevgi ve samîmiyetini ispat eden gel. Gelirsen ne mutluluk ve ferah. Gelmezsen ne hüzün ve akla durgunluk. Gel, sen güneş gibisin uzak ve yakın olduğunda. Ey uzaktakilere yakın olan gel." diye yazıyordu. Eğer bir kimse, Mevlânâ hazretlerine; "Şems'i gördüm." diye yalan söylese, ona müjde için üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; "Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi." dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse; "O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor." deyince, Mevlânâ da; "Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm." diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Zamanla şehirdeki fitne ortadan kalktı. Şems-i Tebrîzî'ye olan düşmanlıktan, vazgeçildi. Mevlânâ hazretleri artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; "Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın! O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et!" dedi. Sultan Veled hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan özürler dilediklerini de sözlerine ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasından yaya yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; "Sultânın yanında, hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık olmaz. Hizmetçilerin, efendisi arkasında yürümesi gerektiğini öğrendik." diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında, babası Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'ya teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'nın, başta sultan olmak üzere, ileri gelen vezirleri, hâkimleri, zenginlerinin yanısıra, bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde, mübârek velî Şems-i Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler büyük bir heyecana kapıldılar.  Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerini sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptü. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; "Benim bir serim (başım), bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra yâni evliyâlıkta ilerlemesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz." dedi.

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi almadan, mânevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhatte bulunacağını, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam tersine eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.

Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ'yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyordu. Ona her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırdı. Bir gün; "Her kim; "Âlimler, peygamberlerin vârisleridir." hadîs-i şerîfinin sırrına vâkıf olmak isterse, Mevlânâ'nın hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına baksın. Onun gibi olmaya çalışsın. Onu sevsin. Onda enbiyâ ve evliyânın bütün âdet ve vasıfları toplanmıştır. Her fende emsâlsizdir. Kısaca ben ona ulaşmış olmasaydım, mahrûm olurdum. Fakat Mevlânâ'nın sırrı, âlemde gizli kaldı, onu kimse keşfedemedi." buyurdu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı yine Şems'e kızmaya başladı. Söylenenleri, Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; "Ey evlâdım! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başlandı. Beni, Mevlânâ'dan ayırmak için söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!" buyurdular.

1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyor, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Dışarıda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin; "Allah!" diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Cesedi alıp Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.

Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu ayrılığına, Mevlânâ pek üzüldü. Ayrılığın verdiği hasret ile nice beyitler, kasîdeler söyledi. Evliyâlık hâllerini, derecelerini nazım ile öyle güzel anlattı ki, o zamâna kadar öylesini hiç kimse söyleyemedi. Hazret-i Ali'den gelen feyz ve bereketleri, vilâyet yolunu, onun kadar açıklayan bulunmadı. Şems-i Tebrîzî'ye olan muhabbetinden dolayı eserinde "Şems" ve "Hâmûş" kelimelerini mahlas olarak kullandı. Dîvânına Dîvân-ı Şems dendi.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Birbirlerine muhabbet ve dostlukları çok kuvvetli olan iki kardeşten birinin, diğerinden az da olsa çekinmesi, mutlaka birinin kusuru sebebiyledir."

İskenderiye'de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın muhabbetinden bir zerreyi, bin yıllık ibâdete değişme! Çünkü; Hadîs-i şerîfte "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyrulmuştur.

Yine buyurdular ki: "Peygamberler, peygamberlere tâbi olup izlerinde yürüyenler, muhabbet ehli olup, Allahü teâlâyı ve O'nun "Seviniz" buyurduklarını sevenler, ziyandan kurtulup, nîmetlere kavuşmuşlardır."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Muhabbetin alâmeti muvâfakat, yâni emredilene uyup, peki demektir.

Mansûr İmâr-ı Dımaşkî hazretlri şöyle anlatır: "Ebû Hâşim Sofî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ölüm hastalığında, kendini nasıl buluyorsun?" dedim. Muhabbet ve aşk, belâdan çoktur, yâni gerçi belâ büyüktür, fakat muhabbet yanında küçük kalır.

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün, Allahü teâlâya muhabbet ve O'ndan hayâ etmek husûsunda suâl edildi. Cevâbında buyurdular ki: "O'nun evveli, Allahü teâlâyı devamlı zikretmek, her an O'nu hatırlamak, ortası, zikredilene yakınlık, sonu ise O'ndan başka bir şeyi görmemek, her görünen şeyde, o şeyi yaratan Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünmektir."

Büyük velîlerden Ebü'l-Berekât Emevî Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Muhabbet sarhoşluğu ile mest olan bir kimse, ancak mahbûbunu, sevdiğini görmekle ayılabilir."

"Muhabbetin esâsı üç şeydedir. Bunlar; vefâ, edeb, mürüvvettir."

"Vefâ; kalbin, ezeliyetin nûru ile ünsiyet yakınlık peyda edip, Allahtan başkasına muhabbeti bırakarak, O'na yakîninde ısrârlı olmasıdır.

"Edeb; kulun, Allahü teâlâya karşı vazifelerini, vakitlerini nasıl ayarlayacağını, kendini O'ndan uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir."

"Mürüvvet ise; Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi hatırlamayan kalble zikre devâm etmek, sözlerinde ve işlerinde Allahü teâlânın emrine uymak, içte ve dışta Allah'tan başka her şeyden uzak durmak, kendisine bir sermâye olan vaktini iyi değerlendirmekten ibârettir."

Bir kulda bu üç haslet; vefâ, edeb ve mürüvvet bulunursa, Allahü teâlâya yakîn olmanın tadını tatmış olur. Onun gönlüne O'ndan ayrı kalmanın korkusundan bir kor düşmüş olur. O'na kavuşmak ateşiyle yanmaktan kurtulamaz.

Kuzey Afrika'da yetişen büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı ki: "Bir arkadaşımla bir mağarada bulunuyor ve Allahü teâlânın muhabbetiyle yanmayı ve O'na kavuşmağı istiyorduk. Yarın kalbimiz açılır, velîlik makamlarına kavuşuruz derdik, yarın olunca da, yine yarın açılır derdik. Yarınlar gelip geçiyor ve bir türlü bitmiyordu. Bir gün birden heybetli bir zât yanımıza girdi. Ona; "Kimsin?" dedik. Abdülmelik'im, yâni Melik olan Rabbimizin kuluyum dedi. Velîlerden olduğunu anladık. "Nasılsınız?" dedik. "Yarın olmazsa, öbür yarın kalbim açılır diyenin hâli nasıl olur? Allahü teâlâya, sırf Allah için ibâdet etmedikçe, vilâyet ve kurtuluş yoktur." dedi. Bu söz üzerine gafletten uyandık. Tövbe ve istigfâr ettik. Bunun üzerine kalblerimiz Allahü teâlânın muhabbetiyle doldu."

Büyük velîlerden Fâris bin Îsâ Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri çok namaz kılardı. Ölüm vaktinde de ders yapıyorduk ve o îmâ ile namaz kılıyordu.

Allahü teâlânın muhabbetiyle yananların kalpleri, Allahü teâlânın nûru ile aydınlanmıştır. Bunlar şevke gelince; bu nur, gökle yer arasını aydınlatır. Sonra Allahü teâlâ bunları meleklerine takdim eder ve: "Bunlar bana kavuşmak isterler, siz şâhid olun ki, ben bunlara onlardan daha çok hasretim." buyurur.

Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Şu üç çeşit muhabbet çok mühimdir: Birincisi, ibâdeti günaha tercih etmek sûretiyle Allahü teâlâyı sevmektir. İkincisi, kuvvetli bir îmân ile Resûlullah'ı sevmektir. Bunun alâmeti, Resûlullah'ın sünnetine yapışmaktır. Üçüncüsü ise, Allah için müminleri sevmektir. Bunun alâmeti müminlere eziyet etmemek ve onlara faydalı olmaktır."

Ahmed bin Muhammed bin Mesrûk hazretleri anlatır: Hâris el-Muhâsibî hazretlerine, "Allahü teâlâya muhabbetin, sevginin alâmeti nedir?" diye suâl edildi. Soru soran şahsa; "Senin bu hususta bir bildiğin var mı?" dedi. O zât: "Evet şu âyet-i kerîmede meâlen; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever." buyrulduğunu biliyorum. Bu âyet-i kerîmeden, Allahü teâlânın kullarını sevmesinin alâmetinin, Resûlullah efendimize tâbi olmak ve O'na uymak olduğunu, anladım." dedi. Hâris hazretleri bu cevâbı çok beğendi.

Harrân'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve âriflerin ileri gelenlerinden Hayât bin Kays el-Harrânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O'nu tanımanın) ve Hakk'a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur."

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, söylenilen söze çok dikkat edilmesini herkese söylerdi ve "Sen, duyduğunu başkalarına söyleyenden daha çok, gizler görünenden kork. Çünkü böyle kimseye, insanlar yalan yakıştıramazlar daha çok inanırlar. Sizden biriniz bâzan kendisine itimâd eden birine bir söz söyler, o da onu yayar, bu yüzden ülkeler harâb olur." buyurarak gıybet edilmemesini ve az konuşmayı, sırrını hiç kimseye söylememeyi tavsiye ederdi.

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) odasında, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin aşkı ve muhabbeti ile yanmış olarak, kırık kalb ile, dili bağlı, hiçbir şey söylemeyerek ve iç çekip ağlayarak dururdu. Kendisini görmek arzusuyla yanan âşıkları ise, dışarıda toplandıkları zaman, dışarı çıkar, bir mikdâr sohbet eder, Allah korkusunu ve O'na hakîkî kul olmayı, Muhammed aleyhisselâma tam tâbi olmayı, onun yoluna sımsıkı sarılmayı teşvik edici, çok güzel ve tesirli sözler söylerdi. Bütün saâdetlerin, rahatlıkların başının, Muhammed aleyhisselâma uymak olduğunu bildirirdi. Bir defâsında şöyle anlattı:

Ben, ilk zamanlarda Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek için çok gayret etmeme rağmen muvaffak olamazdım ve ezberleyemezdim. Bir gece rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Ayaklarına kapanıp, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek istediğimi, fakat çok güçlük çektiğimi arz ettim. Bana acıyarak başımı kaldırmamı istediler. Başımı kaldırdığımda, Yûsuf sûresini tekrâr etmemi emrettiler ve; "Bununla Kur'ân-ı kerîmi ezberlersin." buyurdular. Emirlerini yerine getirdim ve Kur'ân-ı kerîmi ezberlemeye muvaffak olabildim

Evliyânın büyüklerinden Midyen bin Ahmed el-Eşmûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Rivâyet edilir ki, yaşlı bir kadıncağız, Midyen Eşmûnî'ye gelerek dedi ki: “Efendim. Benim sâdece otuz dînâr altınım var. Bunları size veriyorum. Siz de benim Cennete girmeme kefil olunuz.” O da; “Böyle şey olur mu. Hem ben buna selâhiyetli değilim.” buyurdu. Buna rağmen o kadın, otuz dînârı bırakıp gitti. O günlerde de vefât etti. Kadının vârisleri Midyen Eşmûnî’ye gelip; “Onun size verdiği vekâlet sahîh değildi. O hâlde o altınları bize vermeniz lâzımdır.” diyerek, altınları istediler. O da birkaç gün sonra vereceğini bildirdi. Vefât etmiş olan kadın, rüyâda vârislerine görünüp, herbirine dedi ki: “Bana olan lütuf ve fadlından dolayı, benim nâmıma Eşmûnî hazretlerine teşekkür ediniz. Ben o altınları, kendisinin ve talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ona hediye etmiştim. Bütün malım o altınlar idi. Hepsini, seve seve o zâta hediye ettim. Allahü teâlâ, o büyük zâta olan hürmet ve muhabbetim sebebiyle bana rahmet etti ve Cennetini ihsân etti. Sakın altınları geri almak için uğraşmayınız.” Aynı rüyâyı gören vârislerin hepsi, Eşmûnî'den otuz altını istemekten vazgeçtiler. Durumu kendisine bildirdiler.

Hirat'ta yetişen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bize verilen bu kadar ihsânlar, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin bereketidir. Ben, beş yaşında idim. O sene Hâce Muhammed Pârisâ hacca gidiyordu. Yolu, bizim Câm kasabasına uğradı. Babam ve Câm'ın ileri gelen âlimleri, onu ziyâret etmek için huzûruna gittiler. Beni de yanında götüren babam onunla müsâfeha ettikten sonra, bana, elini öpmemi emretti. Öptükten sonra, Muhammed Pârisâ bana iltifât ederek bir meyva hediye etti. Teveccühlerine kavuştum. Aradan altmış yıl geçmesine rağmen, nûrlu, mübârek yüzlerinin güzelliği hâlâ gözümün önünden gitmemektedir. İşlerimin rast gitmesi, büyüklere olan muhabbet nîmetinin ihsân edilmesi, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin teveccühleri ve duâları bereketiyledir. Bu "Ahrâriyye" yolunun büyüklerine olan sevgimin meydana gelmesine sebeb olanlardan biri de Fahreddîn-i Luristânî'dir. Ben küçükken, bizi teşrif etmişti. Kur'ân-ı kerîm harflerini yeni öğrenmiştim. Beni kucaklarına oturtup, mübârek parmağıyla işâret ederek havada; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali gibi muhterem isimleri yazardı. Ben okudukça hayret eder; "Bu çocuğun, ileride bu yolun büyüklerinden olacağı umulur." derdi. Bana iltifât eder, şefkat gösterirdi. Onun bu merhameti, ona ve onun gibi olan büyüklere muhabbet etmeme sebeb oldu. O zamandan beri bütün arzum, o büyüklerin muhabbetleriyle yanmak ve son nefesimde o muhabbet ile ölmektir."

Hindistan'da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin İlâhî kânunun îcâbı olarak, Allahü teâlâ ve insanlığa hizmet yolundaki parlak vazifesi, bu dünyâda sona erdi. Yüksek hocaları gibi, Nizâmeddîn Evliyâ da Resûl-i ekreme karşı dayanılmaz bir aşk ve muhabbet ile yanıyordu. Vefâtından bir müddet önce, rüyâsında Resûl-i ekrem ona; "Nizâm, seni bekliyorum" buyurmuşlardı. O günden sonra, Nizâmeddîn Evliyâ hayâtının son yolculuğunu dört gözle beklemeye başladı. Vefâtından kırk gün önce, yemekten tamâmen kesildi ve bir şeyler yemesini istediklerinde; "Resûlullah efendimiz ile buluşmayı isteyen bir kimse, yemeğin lezzetini nasıl bulabilir?" buyurdu. Durumu ağırlaştığında ve ilâç alması için kendisine istirhâm edildiğinde, Emîr Hüsrev'in şu beytini okudu:

 

Aşk derdiyle yanan hastaya, sevgiyle,

Kavuşmaktan başka bir şey fayda vermez.

 

Anadolu velîlerinden Ömer Füâdî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf âlemine dalıp bu âlemde coşarak;

 

Ben belâ sahrâsının mecnûnu, eller bîhaber.

Leylâyı Mevlâya tebdîl ettim, eller bîhaber.

 

gibi âşıkâne ve sofiyâne şiirler söyledi.

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rah-metullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri bir gün, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. O sırada evin damında bulunan Hasan-ı Basrî, Allahü teâlânın muhabbetinden pek çok ağlamış, göz yaşlarını rüzgâr, aşağıdan geçmekte olan Râbia-i Adviyyenin yüzüne düşürmüştü. Damlanın nereden geldiğini araştırıp, yukarıda ağlamakta olan Hasan-ı Basrî'yi görünce; "Ey Hasan! Sakın gözyaşların nefsinin arzusuyla akmış olmasın! Bu gözyaşlarını içinde muhafaza et ki, içerde bir derya olsun. Allahü teâlânın muhabbeti ile kaynasın" dedi.

Râbia-i Adviyye hazretlerine sordular ki: "İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran en üstün şey nedir?" Cevaben; "Muhabbet sâhibi olan kişi, muhabbetinde öyle sâdık olmalı ki, gönlünde O'nun için olmıyan hiç bir sevgi bulunmamalı." buyurdular.

Konya'nın büyük velîlerinden Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: "Hocam Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hayatta iken, benim yüksek makamlara kavuşmam için çok uğraştı. Lâkin hepsi mümkün olmadı. Vefâtından sonra bir gün, kabrini ziyâret edip dönüyordum. Birden kendimi geniş bir ovada buldum. O anda Allahü teâlânın muhabbeti beni kapladı. Birden Muhyiddîn-i Arabî'nin rûhunu çok güzel bir sûrette gördüm. Tıpkı sâf bir nûrdu. Bir anda kendimi kaybettim. Kendime geldiğimde onun yanında olduğumu gördüm. Bana selâm verdi. Hasretle boynuma sarıldı ve; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, perde aradan kalktı ve sevgililer kavuştu, niyet ve gayret boşa gitmedi. Sağlığımda kavuşamadığın makamlara, vefâtımdan sonra kavuşmuş oldun." buyurdu.

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birisi iki altın gönderdi ve; "Babam sizin dostlarınızdan ve talebelerinizden idi. Bu iki altın, onun bana mirâs bıraktığı helâl paradandır. Lütfen kabûl ediniz." dedi. Süfyân-ı Sevrî altınları çocuğuna verip geri götürmesini emretti ve; "Onun babasıyla olan dostluğum ve muhabbetim Allah içindi." dedi. Çocuğu, altınları iâde edip gelince, babasına; "Ey babacığım! Bizim bu paraya ihtiyâcımız vardı. Bu durumda, siz yine o altınları kabûl etmediniz." deyince; "Ey oğlum! Sen yemeyi, içmeyi düşünüyorsun. Ben, Allah için olan muhabbeti verip de, kıyâmette zararını göreceğim dünyâ sevgisini düşünüyorum." buyurdular.

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Süleymân Rüşdî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiiri şöyledir:       

 

Dâvetim var Zâhidâ meydân-ı ışka gelmeli,

Cild-i gafletten çıkıp, uryân-ı ışka gelmeli,

Cân u dilden gûş edip, irfân-ı ışka gelmeli,

Gelmeli şâhım deyû sultân-ı ışka gelmeli,

Anlayıp ışk hikmetin dîvân-ı ışka gelmeli.

 

Büyük velîlerden Şâh Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âbidlerin yaptığı nâfile ibâdetler arasında, evliyâya olan muhabbet gibisi yoktur.”

Konya'ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hâllerini, Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, şöyle anlatır: "Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu.

Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems'e uyar ol-   du. Şems babamı muhabbete dâvet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük mânevî derecelere yükseldi."

İran'da yetişen büyük velîlerden Şirvânî es-Sagîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, evliyâya olan muhabbet ve bağlılığı pek ziyâde idi. "Eğer imkânım ve ayaklarım sağlam olsaydı, evliyâya muhabbeti olanları ziyâret etmek için, Horasan'a kadar giderdim" sözünü sık sık söylerdi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî'ye yazdıkları Fârisî bir mektupta şöyle buyuruyor: "Adı güzel, feyz ve fayda menbâı Molla Sıbgatullah! Selâm eder, duâlarımı bildiririm. Gönderdiğiniz güzel mektubunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, dünyâ ve âhiret saâdetinin sermâyesi olan fukâraya (evliyâya) muhabbetiniz sönmemiş bir kor gibi durmaktadır. İki şeyi muhâfaza etmek lâzımdır. Bunlar; dînin sâhibine son derece bağlılık ve hocasına ihlâs ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse nîmettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka bir şey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel ve sakatlık olursa, bununla birlikte hâller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrâc bilmeli, kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!"

Bursa'da yaşayan büyük velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait sandukanın başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:

 

Bâğ-ı aşkın andelibi, hazret-i Üftâde'dir.

Dertli âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde'dir.

Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,

Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde'dir.

Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,

Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde'dir.

Sıdkile ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,

Bil hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde'dir.

 

Muhammed Üftâde hazretleri'nin, Bursa Ulu Câmii’ni medheden bir beyti, câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:

 

"Yâ câmi'al-kebîr ve yâ mecma'al kibâr,

Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr."

 

Mânâsı:

Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!

Seni gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!

İstanbul'daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin türbesinin duâ edilen penceresinde şu beyitler yazılıdır:

 

Muktedây'ı ehl-i mânâ, Muslihuddîn Ebü'l-Vefâ

Uyûn-ı uşşâka hâk-i merkadidir Tûtiyâ

 

Mânâsı:

(Muslihuddîn Ebü'l-Vefâ, mânâ ehlinin, evliyânın uyduğu kimsedir. Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine sürmedir.)

Tasavvuf ehli ve halk şâiri Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin şiirlerinden;

 

 

MEVLÂM

 

Dağlar ile taşlar ile,

Çağırayım Mevlâm seni.

Seherlerde kuşlar ile,

Çağırayım Mevlâm seni.

 

Sular dibinde mâhiyle,

Sahrâlarda âhû ile,

Abdal olup yâ Hû ile,

Çağırayım mevlâm seni.

 

Gökyüzünde Îsâ ile,

Tûr Dağında Mûsâ ile,

Elindeki asâ ile,

Çağırayım Mevlâm seni.

 

Yûnus okur diller ile,

Ol kumru bülbüller ile,

Hakkı seven kullar ile,

Çağırayım Mevlâm seni.

 

Anadolu evliyâsından Şeyh Yûsuf Harpûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine âit olduğu söylenen bir şiir şöyledir.

 

Düşmüşem bir nâr-ı aşka, tâ kıyâmet yanarım,

Şem'e pervâneye karşı ağlayûben dönerim

İçmişem aşkın şarâbın, nûş edûben kanarım

Bülbülem güldür murâdım intizârım yâ Resûl!

Bülbül güle ben Allaha âşık oldum yanarım.

 

Zâhid Yozgadî Şeyh Hacı Ahmed Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiiri

 

Ezelden ben aşkla yana geldim

Cemalin şemine pervâne geldim

İçüb vahdet şerâbından

Aşkla ben mestâne geldim

 

Arayı arayı mürşidim buldum

Dergâhına yüzlerim sürdüm

.

Rızay-ı İlâhîyi mürşidimde buldum

Hak'la ezel devrâna geldim

 

Yavaş yavaş basar idib

İncinmesün karıncalar

Basdığım hem taş idi

Hak'dan ezel ihsâna geldim

 

Horasan’da yetişen evliyânın meşhûrlarından Muhammed bin Hâmid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Ehl-i muhabbet olmayan kimse, himmete tam mânâsıyla ulaşamaz. (Himmet, sadece bir şeyi istemektir. Bu da Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır.) Muhabbet ehli buna; sünnete tâbi olup, bid’atlardan sakınmak sûretiyle kavuşmuştur. Çünkü Resûlullah efendimiz himmette en yüksek derecede olup, Allahü teâlâya en yakın olandır.”

İstanbul'da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Muhabbet kesbî değil (çalışmakla kazanılmaz) vehbîdir. Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar."

Bağdât velîlerinden Rüveym bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Muhabbet sorulduğunda; bütün hâllerde Allahü teâlâya uymaktır." dedi ve şu şiiri okudu:

 

"Eğer bana öl dense,

Kabûl ederim zevkle.

Ölüme çağırana,

Derim hoş geldin, merhaba."

 

Büyük velîlerden Ma'rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Muhabbet nedir?" diye sordular. Cevâben buyurdular ki: "Muhabbet, öğrenmek ve öğretilmekle elde edilen bir şey değildir. Ancak Allahü teâlânın bir ihsânı ile elde edilir.

Evliyânın büyüklerinden, Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlâs ile bağlıydı. Bilhassa İmâm-ı Rabbânî hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. "Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zâtları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için en kuvvetli vâsıtadır." buyurdular.

Gâziantep velîlerinden Mehmed Hasîb Dürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Abdülhamîd Han hazretlerini şiirlerle medhederdi. Bu şiirlerinden birisi şöyledir:

 

Şâh-ı cihânbân Abdülhamîd Han

Rûy-ı zemini kıldı gülistân

Soyulmuştu güller bâd-ı hazândan

Olmuştu sümbül gâyet perişân

 

Ezhâr-ı gülşen hep tâzelendi

Oldu zamânı mânend-i nisan

Bağı cihâna geldi taravet

Her sebze oldu bir verd-i handân

 

Her millet ister anın bakâsın

Her fırka olmuş lütfuyla şâdân

Kadr-i maârif buldu terakkî

Baş tâcı oldu erbâb-ı irfân

 

Mektepler açtı her memlekette

Cümle fünûnu öğrendi sıbyân

Sorsam felekten görmüş mü eyâ

Âlemde böyle bir şâh-ı zîşân

 

Evliyânın büyüklerinden Semnûn Muhib (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sohbette, sırtını bir ağaca dayayarak etrafında yarım çember yapmış dinleyenlere, muhabbetten bahsederken, küçük bir kuşun ondan uzak olmayan bir yere konduğunu gördü. Kuşa doğru yönelerek konuşmasını devâm ettirirken, birden kuş gagasıyla toprağa vurmaya başladı. Hareket o kadar içten ve devamlıydı ki, gagasından kan geliyordu. Muhabbetten kendini kaybeden kuşun, tatlı bir ürpermeyle bayılıp yere düştüğünü ve öldüğünü gördüler.

Semnûn Muhib hazretleri buyurdular ki: "Muhabbet, sevenle sevileni birbirine celb ettiği zaman kemâle erer."

Yine buyurdular ki: "Bir şey, kendinden daha ince bir şeyle ifâde edilebilir. Muhabbet, o kadar incedir ki, onu açıklamak için ondan ince bir şey bulmak mümkün olmadığına göre; muhabbet, dil ile ifâde edilip anlatılamaz."

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu'da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden Somuncu Baba Hâmid-i Aksarâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin okuduğu kasîdeler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

 

Biz ol âşık yiğitleriz,

Akıl, rüşd bize yâr olmaz.

Mey-i aşk ile sermestiz,

Bizler aslâ sarhoş olmaz.

 

Diriyiz dâim ölmeyiz,

Karanlıkta hiç kalmayız,

Çürüyüp toprak olmayız,

Bize gece gündüz olmaz.

 

Bizim illerde ay ve gün,

Sebât üzre durur dâim.

Televvün irişür âna,

Gehî bedr ü hilâl olmaz.

 

Bizim bahçedeki güller,

Dururlar tâze, solmazlar,

Hazân olup dökülmezler,

Kış mevsimi bahâr olmaz.

 

Şerbeti aşk için içtik,

Ferâgat mülküne göçtük,

Yanıp aşkınla tutuştuk,

Bize tahrûk ü târ olmaz.

 

İrelden Şems'in nûruna,

Vücûdun zerreden katre

Ne katre, ayn-ı bahr oldu.

Ona çukur kenâr olmaz.

 

Bırak ey Hâmidâ vârı,

Görem dersen sen ol yârı,

Göricek ol tecellâyı,

Ondan üstün kemâl olmaz.

 

  Veysel Karânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)

 

ÂŞIKTI PEYGAMBERE

 

Tâbi’în-i kirâmdan, âşıktı Peygambere,

Her hâli, bir ibret ve nasîhatti bizlere.

 

İhtiyar, gözü görmez, vardı ki bir annesi,

Yok idi ondan başka, dünyâda bir kimsesi.

 

Yemen’de deve güder, ne verilse alırdı,

Yarısını fakîre, sadaka dağıtırdı.

 

Yanıp tutuşuyordu, Resûl’ün aşkı ile,

Hâtırdan çıkarmazdı, Rabbini, bir an bile.

 

O yaşlı annesine, yaparak her gün hizmet,

Çok hayır duâsını, almıştı uzun müddet.

 

İzin istediyse de, Resûlü görmek için,

Kimsesi olmayınca, vermedi ona izin.

 

Peygamber Efendimiz, o mübârek yüzünü,

Yemen’e çevirerek, buyurdu ki bir günü:

 

 “Rahmet yeli esiyor, şu Yemen tarafından,

Orada, Üveys diye, vardır ki bir müslüman,

 

Kıyâmette o kişi, Allah'ın izni ile,

Şefâat edecektir, milyonlarca kişiye.”

 

Harem bin Hayyân der ki, merak ettim Üveys’i,

Bir gün onu gördüm ki, çok zâifti bünyesi.

 

Sordu bana: “Ey Harem, niçin geldin buraya?”

Dedim ki: “Zâtınızı, görüp de tanımaya.”

 

Buyurdu ki: “Bir mümin, tanıyınca Rabbini,

Lüzum yok tanımaya, O’ndan gayri birini.”

 

“Yine söyle!” deyince, buyurdu: “Yattığında,

Bil ki ölüm bekliyor, yastığının altında.

 

Günahın küçüğü de, çok büyüktür muhakkak,

Zîrâ o günahı da, nehyetti Cenâb-ı Hak.”

 

“Az daha söyle” dedim, buyurdu ki: “Vallahî,

Baban ve deden gibi, öleceksin sen dahî.”

 

Rebî’ der ki, ben Onu, gittiğimde görmeye,

Sabahı kılıyordu, başladım beklemeye.

 

Tesbîhini bitirip, kuşluğa kalktı hemen,

Sonra kıldı öğleyi, hiç aralık vermeden.

 

Bir namazı bitirip, kalkardı diğerine,

Görüşmek ümîdiyle, bekliyordum ben yine.

 

Böyle, üç gün üç gece, uyumadı, yemedi,

Sonunda el kaldırıp, şöyle duâ eyledi:

 

“Sana sığınıyorum, yâ Rabbî, şu şeylerden;

Çok yiyen karın ile, çok uyuyan gözlerden.”

 

Ben bunu işitince, dedim: “Yeter bu bana.

Bundan ibret almazsam, lüzum yok gayrısına.” 

 

Bir dostu kendisini, ziyârete gelmişti,

“Nasılsınız?” deyince, şöyle cevap vermişti:

 

 “Bir insan ki, yârına, bilmez çıkacağını,

Tahmin et, sen o kulun, nasıl olacağını.”

 

Dedi: “Nasîhatınla, tenvîr et biraz beni.”

Buyurdu ki: “Ey kişi, bilir misin Rabbini?”

 

“Biliyorum” deyince, buyurdu: “Öyle ise,

Bilme başka birini, O kâfi gelir size.”

 

“Bir nasîhat daha et”, deyince de Üveys’e,

Sordu ki: “Rabbin seni, biliyor mu ey kimse?”

 

“Elbet bilir” deyince, buyurdu ki bu sefer:

“Öyleyse başkaları, seni hiç bilmesinler.

 

Bir kulu ki, Allah'ı, bilirse onu şâyet,

O’ndan gayri birinin, bilmesine yok hâcet.”

 

Buyurdu ki: “Yükseklik, istiyorsa bir insan,

Tevâzû etmelidir, her kişiye, her zaman.

 

Şerefli olmak için, takvâ ehli olunuz,

Râhatlık ararsanız, tevekkülde bulunuz.”

 

 

GİZLERDİ KENDİSİNİ

 

Bir an geri durmazdı, Rabbine ibâdetten,

Buna rağmen kendini, gizler idi herkesten.

 

.

Kalbi Resûlullah'ın, dolu idi aşkıyle,

Aslâ unutmuyordu, Rabbini bir an bile.

 

Kimseyi incitmedi, incinmedi kimseden,

Her hâli insanlara, ibret oldu tamamen.

 

Resûlullah, vasiyet, etmişti sahâbeye,

(Bu hırkamı götürüp, verin Veysel Karânî’ye.)

 

Alî bin Ebî Tâlip, bir de hazret-i Ömer,

Bu mübârek hırkayı, Kûfe’ye götürdüler.

 

Sorup araştırdılar, onu Kûfelilerden,

Lâkin tanımadılar, Üveys’i târiflerden.

 

Dediler: “Üveys diye, biri var bu beldede,

Lâkin aradığınız, o değildir herhâlde.

 

Zîrâ divânedir o, çok tuhaftır hâlleri,

Arne denen vâdide, deve güder ekserî.

 

Kaçar hep insanlardan, hiç gelmez aramıza,

Çok zaman yalnız olur, sokulmaz yanımıza.

 

Halk ağlasa o güler, herkes gülse o ağlar,

Böyle garip biriyle, sizin ne işiniz var?”

 

Hazret-i Ömer Fârûk, buyurdu ki cevâben:

“Odur aradığımız, gösterin bize hemen.”

 

Sonra târif edilen, mahâle yürüdüler,

Yaklaşınca, Üveys'i, namaz kılar gördüler.

 

Bekledi Ömer Fârûk, bitirdi namâzını,

İletti hemen sonra, Resûl’ün selâmını.

 

Dedi: “Resûlullah'ın, size selâmları var,

Şu kendi hırkasını, size etti yâdigâr.”

 

Ve buyurdu ki: “Üveys, giysin de bu hırkayı,

Günahkâr ümmetime, bol eylesin duâyı.”

 

.

Veysel Karânî sevinçten, şaşkına döndü birden,

Resûl’ün hırkasını, alarak ellerinden,

 

Sevgi ve saygı ile, öpüp sürdü yüzüne,

Üzerine kapanıp, duâ etti Rabbine:

 

 “Yâ Rabbî, bu mübârek, hırkanın hürmetine,

Merhamet et günahkâr, Muhammed ümmetine.”

 

Lâkin Veysel Karânî, kalkmadı yerden heman,

Onlar başı ucunda, beklediler çok zaman.

 

Öyle uzun sürdü ki, pekçok merak ettiler,

“Acabâ emr-i Hak mı, vâki oldu?” dediler.

 

Hatta endîşeleri, çoğaldı beklemekten,

Seslendi Ömer Fârûk, “Yâ Üveys!” diyerekten.

 

Başını kaldırarak, buyurdu ki: “Yâ Ömer,

Az daha bekleyip de, çağırsaydınız eğer,

 

Rabbim affediyordu, bu ümmeti tamâmen,

Çağırdınız, bir kısmı, kaldı affedilmeden.”

 

Bu Üveys-i Karânî’nin, hürmetine İlâhî,

Bu sevgiden bir nebze, ihsân et bize dahî.

 

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlâya olan muhabbetin alâmetleri: Dünyâda huzurlu olduğu halde, âhireti arzu etmek. Sıhhatli olduğu halde ölümü istemek. Allahü teâlâyı çok anmak, bununla rahatlamak ve bundan zevk almak. Cenâb-ı Hak’tan gelen dertleri ve belâları nîmet bilip, bunlara sabretmek, sevinmektir.”