AŞK –
MUHABBET - 1
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Sultanahmed
Câmiinde vâz verirken şu şiiri söyledi:
Semâdan sırr-ı tevhîdi
duyan, gelsin bu meydâna.
Derûn içre bugün, Allah
diyen gelsin bu meydâna
Duyanlar sırr-ı Settârı,
görenler nûr-i Gaffârı
Cihânda şîşe-i ârı, kıran
gelsin bu meydâna
Sezâdır ehl-i irfâna
getirsin cânı meydâna
Fedâ kılmaya ol cânı duyan
gelsin bu meydâna
Gönül maksûdunu buldu, cihan
envâr ile doldu.
Bugün iklim-i oldu, duyan
gelsin bu meydâna
Anadolu evliyâsından
Abdürrezzâk Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın aşkı ile
çok güzel şiirler söylemiştir. Bunlardan birisi;
Cemâlullaha olan âşık hevâ
ile sivadan geç
Karışma fi'l-i Hakka ey
gönül çûn-u-çirâdan geç.
Bekâdan neş'edâr ol bâde-i
tevhîd ile ey dil
Gönülden hâzır ol Hakk'a
heman mülk-i fenâdan
Libas-ı fahri neyler câme-i
aşk âşıka kâfî
Abâ-yı aşkı gey İlmî bütün
dârû devâdan geç.
Ey gönül erbâb-ı câha etme
arz-ı ihtiyaç
Bâb-ı Hak meftûh iken gayra
ne lâzım ilticâ.
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ömrünün sonlarında hastalıklardan çok
güçsüz kaldı. İbâdetlerini zevkle, fakat büyük zorluklar içinde yapardı.
Buyururdu ki:
Şu şiiri okuduğum zaman
Allahü teâlâ vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençleşiyorum.
Gerçi ihtiyârım, kalbim
hasta, dermansızım,
Yüzünü andıkça kuvvet gelir,
gençleşirim.
Yâni; her ne kadar ihtiyâr,
hasta ve mecâlsiz olsam da, hakîkî sevgilinin aşkı ve O'na kavuşma isteğinin
cilvelerini gördükçe gençleşirim.
Himmetzâde Abdullah
Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1688'de hacca gitti. İliklerine kadar
Resûlullah aşkı ile yanarak şu kıtayı söyledi:
.
Ravzana yüz süren bulur amân
El amân ey Fahr-i âlem el
amân
Her gelen dilhaste, bulur
tâze can
El amân ey Fahr-i âlem el
amân.
Allahü teâlâyı tam bir
muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk adını alır. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet adını
takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek aşk, Allahü
teâlâyı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur. (E. Ans. c.1, s. 6)
İbrâhim Hakkı Erzurumî de;
"Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın kalbinde bir ateş
olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın sözü,
işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.
(E. Ans. c.1, s. 6)
Anadolu velîlerinin
büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri;
Kuddûsî mahlasını almasını şöyle anlatmaktadır.
Ben, daha doğmadan önce ana
karnında iken, Kuddûs Kuddûs diye Allahü teâlâyı zikr ediyormuşum. Birgün annem
babama bu durumu söyleyince, babam; "Kimseye söyleme bu oğlumuz kemâl sâhibi
olur inşâallah." demiş.
Ahmed Kuddûsî bu durumu şu
şiirinde de anlatır.
Kuddûs'a mensûb olmuşam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Hem O'na meczûb olmuşam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Bil ana rahminde beni,
Ki etmişem takdîs O'nu,
Anam işitmiştir bunu,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
On ikiye erdi yaşım,
Aşk oldu yâr u yoldaşım,
Takdîs-i Hakk idi işim,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Yiğirmide ettim hereb,
Gezdim Hicâz'ı, Şam'ı heb,
Kuddûs'e çektim çün nasab,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
.
Şevkiyle oldum bî karar,
İçimde ışık odu yanar,
Kuddûs'e etmişem firâr,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Çektim sivâsından eli,
Buldum O'na giden yolu,
Varsun desün münkir, deli!
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Yetmiş, dahî üç oldu sin,
Hayran bana hep ins ü cin,
Kuddûs'e kalbim mutma'în,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Tedbîr-i dünyâ bilmezsem,
Arzû-yı Cennet kılmazsam,
Ağyâra mensûb olmazsam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Kuddûsî'yi cezb etti ol,
İster O'na her dem vusûl,
Der bilmeyip iz'an usûl,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
talebelerine buyururdu ki: "Ey dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile
yanıp yakılarak, bu denizde çok usta bir dalgıç olmadıkça, bundan çok daha derin
olan vahdâniyet denizine giremez. Ona girmek için çok usta ve dikkatli bir
dalgıç olmak gerekir."
"Gönlünde Allahü teâlânın
aşkını taşıyanlar, dünyâ ile tamâmen alâkalarını kesmişlerdir. Halk içinde Hak
ile olurlar. Bir an Allahü teâlâyı unutmazlar."
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"İçinde hakîkî aşk acısı bulunmayan kimseye, bu yolda ilerlemek nasîb olmaz."
Suriye'de yaşayan velîlerden
Ali Kazvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâyı
taleb ve O'nun rızâsını isteme husûsunda samîmî ve doğru olan, insanların
kendisini terk etmelerine aldırmaz!"
Osmanlılar zamânında yetişen
İslâm âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden Behiştî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin şiirlerinden bâzı beyitler:
.
Visâlın Kâbe'dir, rûz-ı ecel
azmi zamânıdır
Kefen ihrâmı, tâbût, ol
yolun taht-ı revânıdır.
(Sana kavuşmak Kâbe'ye
kavuşmak demektir. Ecel günü ise dünyâdan gitme zamânıdır. Bu yolda kefen ihram,
tabût da yürüyen bir tahttır.)
Bülbül-i gülşen-i kudsüm bu
cihân dâmımdır
Beni bunda tutan ol serv-i
gül-endâmımdır.
(Ben aslında mukaddes ve
azîz olan gül bahçesinin bülbülüyüm. Fakat vücûd denen dünyâ evinde hapsedildim.
Beni burada eğleyen boyu gül gibi olan ve salınan servi boylu sevgilidir.)
Yâ sabır, yâ sefer derler,
ne Rûm ü ne Acem kaldı
Dolaştım rub'ı meskûnu,
hemen mülk-i adem kaldı.
(Âşık için yâ sabır yahut da
sefer lâzımdır. Ben Anadolu'dan, Acem mülküne kadar dünyânın dört bir tarafını
gezdim, gezip görmediğim sâdece yokluk ülkesi kaldı.)
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâya
âşık olanlar, insanı O'ndan uzaklaştıran her şeyden uzak olup, alâkalarını
keserler."
Büyük velîlerden Ebû Ali
Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse kendini,
hocasının kapısında süpürge yapamazsa, hakîkî âşık değildir."
Osmanlıların kuruluş
devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri için yazılan bir şiir:
Gerçi âşıklara salâ denildi,
Derdi olan gelsin dermânı
buldum.
Âh ile vâh ile cevlân
ederken,
Cânımın içinde cânânı
buldum.
Akar gözlerimden yaş yerine
kan,
Zerrece görünmez gözüme
cihân.
Deryâlar nûş edip, kandırmaz
iken,
Âşıklar kandıran ummânı
buldum.
Âşıklar meydana doğru
varırlar,
Erenler cem olmuş, verir
alırlar.
Cümle velîler, dîvân
dururlar,
Hakk'a mahbûb olan sultânı
buldum.
.
Açılmış dükkânlar kurulmuş
pazar,
Canlar mezâd olmuş dellâl de
gezer.
Oturmuş ümmetin berâtın
yazar,
Cevâhir bahş olan dükkânı
buldum.
Emîr Sultan ne hoş pazar
imiş,
Âşıklar meydan edip gezer
imiş.
Cümlenin maksûdu ol dîdâr
imiş,
Hakk'a karşı duran dîvânı
buldum.
SOFU
BABA'NIN AŞKI
Seyyid
Fehîm
her sene, Van'a gidip bir defâ
Güzel sohbetleriyle, nûr
saçardı etrafa.
Mevsim yaz olduğundan, hava
bir sıcaktı ki,
İnsanlar harâretten,
kavruluyordu sanki.
Gençten bir kimse vardı, hem
de Fehîm isminde,
Yaşardı o zamanlar, günah
işler içinde.
Bu genç, dağdan bir tabak,
kar temin edip bir gün,
Getirip huzûruna, arz etti o
büyüğün.
Seyyid Fehîm o gence,
buyurdu: "İsmin nedir?"
O gâyet sıkılarak, dedi:
"İsmim Fehîm'dir."
Bir makbûl olmuştu ki,
getirdiği soğuk kar,
Şefkatle etti ona, bir
teveccüh ve nazar.
Bu, öyle bir teveccüh, öyle
nazardı ki hem,
Kalbi, Seyyid Fehîm'in,
aşkıyla doldu o dem.
Öyle bir muhabbetle,
bağlandı ki o zâta,
Onun muhabbetiyle yanar oldu
âdetâ.
Sonradan Seyyid Fehîm,
Arvas'a etti avdet,
O sene kış mevsimi, şiddetli
geçti gâyet.
Ve lâkin yanıyordu, o aşkla
onun gönlü,
Onun ayrılığına, yoktu hiç
tahammülü.
.
En son dayanamayıp, dedi ki:
"Anneciğim,
Heybemi hazır et ki, Arvas'a
gideceğim."
Dedi: "Gitme evladım, bir
baksana şu kışa,
Çıkarsan yem olursun,
dağlarda kurda kuşa."
Lâkin o, kararını, vermiş
idi pek kat'i,
Zîrâ onun aşkından,
kalmamıştı tâkati.
Heybesini alarak, düştü
Arvas yoluna,
Ona kavuşmak için, bir mâni
yoktu ona.
Her an ölüm saçarken, aç
kurtlar, soğuk ve kar
O, dağ dere demeyip,
gidiyordu bir karar.
Zîrâ onu götüren, bir
sevgiydi, bir aşktı.
Çünkü Seyyid Fehîm'e, varıp
kavuşacaktı.
Bir dağın tepesinde, tam bu
aşkla giderken,
Baktı ki karşısına, bir adam
çıktı birden.
Ve sordu ki: "Nereye,
gidiyorsun ey Fehîm?
Eğer arzû edersen, sana
yardım edeyim."
Lâkin o, cevap bile,
vermiyerek hiç ona,
Yine aynı aşk ile, devam
etti yoluna.
Çünkü Seyyid Fehîm'le,
berâberdi o zâten,
Ve onun aşkı ile, gidiyordu
esâsen.
Ve bir akşam, Arvas'ta, ezân
okundu, fakat,
Namaz için mihrâba, geçmedi
o büyük zât.
Herkes merak ederken, niçin
beklediğini,
Seyyid Fehîm bildirdi, bu
işin hikmetini.
Buyurdu: "Bir yolcumuz,
geliyor, yolda şu an,
Hem de donmak üzere,
neredeyse soğuktan."
Biraz sonra genç Fehîm, bir
kardan adam gibi,
Kavuştu ma'şûkuna,
dinlemeyip kar tipi.
.
Buyurdu ki: "Ey Fehîm, o
yolda rast geldiğin,
Hızır'dı, niçin ondan, bir
yardım istemedin?"
Dedi ki: "Beraberdim, o anda
sizin ile,
Çok kolay geliyordum, sizin
himmetinizle.
Siz de geliyordunuz, o yolda
yanım sıra,
Sizinle beraberken, bakar
mıyım Hızır'a.
Ben sizin aşkınızla, dağları
aşıyordum.
Her adımda daha çok, size
yaklaşıyordum."
Sofu Baba derler ki, ona Van
civârında,
Ziyâret etmektedir,
sevenler, mezarında.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden İbrâhim Tennûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ilâhiler de söylemiştir.
KAHRIN DA
HOŞ LÜTFUN DA HOŞ
Câna cefâ kıl ya vefâ
Kahrın da hoş lütfun da hoş
Ya derd gönder ya devâ
Kahrın da hoş lütfun da hoş.
Hoşdur bana senden gelen
Ya hil'at ü yahut kefen
Ya tâze gül yahut diken
Kahrın da hoş lütfun da hoş.
Gelse celâlünden cefâ
Yâhut cemâlünden vefâ
İkisi de cânâ safâ
Kahrın da hoş lütfun da hoş.
Ger bâğ u ger bostân da
Ger bend u ger zindân da
Ger vasl u ger hicrân da
Kahrın da hoş lütfun da hoş.
Ey pâdişâh-ı lemyezel
Zât-ı ebed hayy-ı ezel
.
Ey lutfu bol kahrı güzel
Kahrın da hoş lütfun da hoş.
Ağlatırsın zârî zârî
Verirsin cennet ü hûrî
Lâyık görür isen nârı
Kahrın da hoş, lütfun da
hoş.
Gerek ağlat gerek güldür
Gerek dirilt gerek öldür
Bu Âşık hem sana kuldur
Kahrında hoş lütfun da hoş.
Osmanlılar zamânında
yetişmiş âlim ve velî Lâmiî Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin şiirlerinden örnekler.
Çağrışur gökte melekler âh u
zârımdan, meded!
Odlara yandım, bu âh-ı pür
şerârımdan, meded!
Senin gitmez başından bu
havâlar
Dimâğın Cümle toprak
olmayınca
Bu sergerdanlığın pâyânı
yoktur
Vücûdun serteser hâk
olmayınca.
Irak'ta yetişen büyük
velîlerden Mâcid el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâya âşık
olanlar hakkında; "Allahü teâlâya âşık olanların kalpleri, azîz ve celîl olan
Allahü teâlânın nûru ile nûrlanmış, aydınlanmıştır. O kalbde istek, arzu hâli
hareket edince, onun nûru yer ile gök arasını aydınlatır. Allahü teâlâ,
meleklere onları över ve; "Şâhid olunuz ki, ben onlara daha müştâkım." der.
"Şevk, Allahü teâlâya âşık
olanların kalplerinde yanan bir ateştir. O ateşi ancak, Allahü teâlâya kavuşmak
ve O'nun cemâline nazar etmek (bakmak) teskîn eder, dindirir." buyurdular.
SEVDİĞİNE
KAVUŞMAK
Dokuzuncu asırda, yetişen
evliyâdan,
Biri dahi
Muhammed Şüveymî'dir
o zaman.
Bu zât, talebesine, der idi
ki her derste:
“Hâtırlayın Allah'ı, her an
ve her nefeste.
.
Eğer unutmazsanız. Rabbinizi
hiç bir ân,
Kurtarır O da sizi, cümle
sıkıntınızdan.”
Bir gün biri gelerek, bu
velînin yanına,
Dedi “Sıkıntıdayım, yardım
et lütfen bana.”
Bu kimse bir kadınla,
evlenmek istiyordu,
Kadın ise aksine, bunu
istemiyordu.
Şüveymî hazretleri, gösterip
bir odayı,
Buyurdu ki: “Şuraya gir ve
kapat kapıyı.
O kadının ismini, söyle
devâm üzere,
Murâdın tez zamanda, hâsıl
olur bu kere.”
O kimse “Peki” deyip odaya
girdi nâçar,
O kadının ismini söyledi
tekrar tekrar.
Öyle ki, gece gündüz, yemek
de yemiyordu,
O kadının, ismini hep tekrar
ediyordu.
Birkaç gün geçmişti ki,
hadise üzerinden,
O kadın bir gün gelip,
kapıyı çaldı birden.
Açmadan sordu o da; “Siz
kimsiniz?” diyerek,
Kadın, kapı dışında,
seslendi sevinerek.
Dedi ki: “Ben falanca,
kadınım beni dinle,
Bil ki ben, evlenmeye, râzı
oldum seninle.”
O ânda o kimseye, erişti bir
hidâyet,
Kadınla görüşmeyip,
teklifini etti red.
Dedi: “Şâyet bir kişi,
severse birisini,
Madem ki kavuşuyor, çok
söylerse ismini.
Ben niçin insanlarla böyle
meşgûl olurum.
İsmini söyleyerek Rabbime
kavuşurum.”
O günden îtibâren, o kişi
gündüz gece,
Allah’ın zikri ile meşgûl
oldu böylece,
.
Beş gün geçmiş idi ki,
görüldü tesirleri,
Kalp gözü açılarak, oldu
kâmil bir velî.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Mahdûmzâde Ebü'l-Kâsım (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin bir beyti şöyledir:
"Güzelliğini görmeyen gözü
söküp atarım,
Kaş mihrâbının altında nasıl
hissiz yatarım."
Büyük velîlerden Mansûr
el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Ahmed Rıfâî hazretleri şöyle
anlatır: "Dayım Mansûr'dan işittim. Buyurdular ki: "Yeryüzü Allah aşkını
tatsaydı, bu aşk ve muhabbet sebebiyle bir ateş parçası hâline gelen
meyveleriyle, yeryüzündeki ağaçlar alev alev tutuşur, dalları yapraksız kupkuru
bir çubuk hâline gelirdi. Bu aşk ateşine, demir ve sarp kayalar, insandan daha
dayanıklı ve tahammüllü değildir."
Hirat'ta yetişen âlim ve
büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Seven o kimselerdir ki, sevgilisinden ne kadar düşmanlık görse, yine dostluğunu
arttırır. Sevgilisinden başına binlerce sitem taşı gelse, onlar ancak aşk
binâsını sağlamlaştırır."
Molla
Câmî hazretleri dîvânında, Türk hâkânı Fâtih Sultan Mehmed Hâna
hitâben, onu övücü şiirler yazdı. Ayrıca onun oğlu Sultan Bâyezîd'i medheden
kasîdeleri de bulunmaktadır. Fâtih için söylediği kasîdelerden bâzılarının
Türkçeye tercümeleri şöyledir:
Ey kuzeyden esen rüzgâr!
Ne hoş kokular getiriyorsun. Haydi arzuların kıblesi olan semte doğru es!
Ilık nefesine samîmiyet
kokularını karıştır. Ve hep ihlâs yolundan giderek hedefe ulaş.
Ricâ ve duâ denklerini
Horasan'da bağladıktan sonra, Rum diyârına doğru yürü.
Yolda bu yolun usûl ve
erkânını öğren. Büyüklerin yetiştiği dergâhın nerede olduğunu sor.
Oraya varınca yüzünü
hizmetçilerin ayak tozlarına sür. İzin isteyip, yeri öperek huzûra gir.
O cihâd eri, gâzî
pâdişâhın önünde hikmetler saçarak söze gir ve;
"Ey mertebesi yüksek
pâdişâh! Sana dünyâ mülkü, atalarından kalma bir mîrâstır." de.
Dünyâda pek az kimse,
böyle büyüklük ve ihtişam tahtında senin gibi feyz verme olgunluğuna sâhib
olabilmiştir.
Sünnet-i seniyyenin her
tarafa yayılması senin gayretinle oldu.
Küfür yuvaları,
kiliseler, yine senin himmetinle câmiye çevrildi.
Harplerdeki isâbetli
tedbirlerinle, küfür ve sapıklık kal'alarını kökünden yıktın.
Dâimâ şefkat ve merhamet
tarafına yönelmiş, kötü huylardan temizlenmiş bir pâdişâhsın.
Seni kıskananların
aksine, her türlü hikmet, şeref, yiğitlik ve cömertlik sıfatları sende
toplanmış...
Cömertlikte deryâ
gibisin, sanki altın mâdenisin. Hattâ deryâdan da, altın ocağından da cömertsin.
Şu gök kubbenin zirvesi
var oldukça ve dünyâ yerinde durdukça,
Allahü teâlâ, gönlüne
uygun ihsânlarda bulunsun, dünyânın şerefi ayaklarının altına serilsin,
dilerim."
Ey etrâfa amber kokuları
saçan seher rüzgârı! Mâdemki duâ ve senâ demetleri diziyorsun,
Bu garip şiirlerden
birkaçı o selîm akıllı edîb pâdişâha lâyık ola.
Sana emânet ettiğimiz bu
garip armağanları sultânın meclisine götür.
Bu kıymetsiz hediyemi
onun yüce ve şerefli huzuruna sunarken, de ki:
"Karınca, muhabbet ve
sadâkat yönünden, Süleymân aleyhisselâmın katına yarım çekirge ayağı gönderdi.
Nitekim, "Armağanlar,
gönderenin değeriyle ölçülür" diyerek sözü bitirmeye bak.
Fazla ısrâr etme, lütfen
selâm ve hürmetimi söyleyerek kelâma son ver".
Beyt:
Ne taleb dile gelir, ne
matlûb anlatılır,
Ne onun bir benzeri, ne
bunun misli vardır.
Beyt:
Ben tenden kurtulurum, o
hayâlden kurtulur,
Gideyim, kavuşmanın sonu
böyle bulunur.
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin sohbetine bir genç gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın ve
dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma'sûm hazretleri bir gün o gencin hâlini anlayıp
buyurdular ki: "Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden vazgeç! Himmet ve arzu
yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Mârifet bostanından meyveler topla! Elbette bu
diğerinden daha iyi olacaktır." Bu hâl içerisinde ezilen ve sıkıntı içinde olan
genç, Hâfız-ı Şirâzî'nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için duâ ve
himmet etmesini istedi. Muhammed Ma'sûm hazretleri, gencin bu sözü üzerine, o
hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve; "Seni bu hâlden kurtardılar!"
buyurdu. Genç bu sözü duyar duymaz, kendini toplayıp aklı başına geldi. Mecazî
olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka döndü. Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sâdık
talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketlerinden o kadar faydalandı ki,
sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Pârisâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) birgün bir bahçede, havuz
kenarında ayaklarını suya sarkıtmış oturuyordu. O sırada Allahü teâlânın zikrine
dalmış, kendinden geçmiş hâlde iken, hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri oradan
geçti. Onu kendinden geçmiş, âdetâ baygın bir hâlde ve dünyâyı unutmuş derin bir
murâkabeye dalmış olarak gördü. Bu hâlinden son derece duygulanıp, soyundu ve
havuza girdi. Yüzünü, suya sarkmakta olan talebesinin ayaklarına sürerek;
"Allah'ım bunun hürmetine bana rahmet et!" diye duâ etti ve talebesi Muhammed
Pârisâ'ya pek yüksek bir iltifât gösterdi.
İstanbul'da medfûn bulunan
en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin kabrini ziyâret edenler, orada rûhânî bir zevk ve
lezzet duyarlar. Celvetî büyüklerinden İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri,
Ahidnâme'sinde; "İlâhî aşk sâhiplerine, Murâd-ı Münzâvî'nin kabrini ziyâret
etmek lâzımdır. Bereketi görülen makamlardandır." buyurmuştur.
Tokat
velîlerinden Mustafa Hâki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
vefâtı sebebiyle yazılan mersiyeden bir bölüm:
Hicrânda koydun bizleri ey
Mürşîd-i ebcel
Nâkısları kim eyleyecek
kâmil ü ekmel
Destine yapışdık ebedî bir
habl-i metîne
Çekdin elini nâkıs olan
düşdi zemîne
Eyvâh geçirdik dem-i
fırsatları eyvâh
Allaha ulaştırıcı sohbetleri
eyvâh
Feyz-i nazarın mürdeleri
eyledi ihyâ
Bu seng-dil Âdemliğini
bulmadı hâlâ
Sen bizleri cezb eder idin
arş-ı berîne
Biz kendimizi attırırız
zîr-i zemîne
Hayfâ o nezâfet o zerâfet, o
cemâl
Cem' olmış idi sende hemân
cümle kemâlât
Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Mustafa Mânevî Efendi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin şiirlerinden biri:
SELÂM EYLE
Sabâ! Vakt-i seher ol zülf-i
cânâne selâm eyle,
Yolun uğrarsa koş! Arş-ı
Rahmâna selâm eyle,
Seherde bülbül-i şeydâyı
tahrîk eyledim bildim,
İden ol gulgule feryâd u
efgâne selâm eyle.
Medîne şehrine var Ravda-ı
pâke sürüp yüzler,
Varıp, ol hâk-i pây-ı rûh-ı
sultâna selâm eyle.
Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Ali
ile Hasan Hüseyin,
Cenâb-ı Fâtıma ol binti
cânâne selâm eyle.
Süheyb-i Rûm u Ammâr ibni
Yâsir, Hamze vü Abbâs,
Bütün ahbâb ile ervâh-ı
ihvâna selâm eyle.
Azizim Hazret-i pîrim,
efendim hâkine yüz sür,
Derûnî iştiyâk ile o cânâne
selâm eyle,
Varıp ol, Kâbetullah'ı
ziyâret kıl, tavâf eyle,
Safâ vü Merve'de sa'y eyle,
kurbâna selâm eyle.
Erişip, İbn-i Abbâs kabrini
bir hoş ziyâret kıl,
Bütün Eshâba, İbn-i Ammi
sultâna selâm eyle.
Oradan uğra Bağdât'a sürüp
ol hâke hem yüzler,
Dahi ol kutb-ul-aktâba Şeyh
Geylâne selâm eyle.
Eşiğine yüzünü sür fedâ kıl
canla başı,
Ol Abdülkâdirî'nin sen
Âsitânına selâm eyle.
Eriş Mûsâ-ı Kâzım hem eimme
zümresine hep,
Ferîd-üd-dehr olan ol ismi
Nu'mân'a selâm eyle.
Cemî-i müctehidler mâ
takaddem ve mâ teehhar hep,
Kubûrin kıl ziyâret ehl-i
irfâne selâm eyle.
Bilâd-ı ehl-i İslâm'ın
cemîsini ol devvâr,
Ledünnî ehline hep,
pâdişâhâne selâm eyle.
Tarîk-ı Nakşibendî Hâcegân
ser çeşme-i aktâb,
O pîr-i ekreme, o bahr-ı
ummâna selâm eyle.
Dolaşıp Rûm diyârını hep
ziyâret eyle onları,
Gelip Şam-ı şerîfe bahr-ı
Kur'ân'a selâm eyle.
Bilâl ile nice Eshâb u
ehlullah makbûrdur.
Dahî Şeyh Arabî, hem Şeyh
Arslan'a selâm eyle.
Varıp kırklar makâmına
husûsen hazret-i Yahyâ,
Ânın ol ravda-i pâkine
rindâne selâm eyle.
Demişler onda yetmiş bin
kadar var enbiyâ cümle,
Salât eyle selâm et, cümle
yeksâne selâm eyle.
Cemî-i enbiyânın merkad-i
pâkine bir bir vur,
Mübârek rûhlarına pek
garîbâne selâm eyle.
Umûmun merkadi ma'lûm
değildir, şüphesiz hakkâ,
Umûmun rûh-ı pâkine habîbâne
selâm eyle.
Husûsan Şam içinde garka-i
rahmet onlardan,
Ne denlî var ise, hep ehl-i
îmâna selâm eyle.
Erişip Tûr-i Sinâya münevver
kabr-i Mûsâ'ya,
Sürüp akdâmına yüzler,
kelîmâne selâm eyle.
Ne küllü var ise hep enbiyâ
vü evliyâ cümle.
Zebûr, İncil ü Tevrât ve ehl-i
Kur'ân'a selâm eyle.
Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine, "Âşıktan" sorduklarında; "Aşk ateşinin harareti âşıkı
çekip alır, yanıp tutuşan dervişde inlemek, ağlamak, gönlü yaralı olmak gibi
halleri olur. Böyle haller gayri ihtiyâri olup ellerinde değildir. Onların
derdine düşmeyen onları yermesin, ayıplamasın, başa kakmasın ve taşlamasın."
buyurdular.
Büyük ve meşhûr
velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında
sâlihlerden bir zât şöyle anlatıyor: "Bir defa Sırrîyi Sekatî'yi ziyâret etmek
için evine gidip, kapısını çaldım. İçeriden "Kim o?" dedi. "Âşığın birisi"
dedim. "Eğer âşık olsaydın, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olur, bana gelmezdin"
buyurdular ve; "Yâ Rabbî! Bu kimseyi hep kendin ile meşgûl eyle ki, başkaları
ile meşgûl olmasın" diye duâ etti. Bu anda bende çok değişiklikler hâsıl oldu.
Duâsı kabûl olmuştu."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Şerâfeddîn Ebû Ali Kalender (rahmetullahi teâlâ aleyh)
yazdığı kıymetli mektuplarından birinde buyuruyor ki: "Ey kardeşim! Senin
evliyâlık yolunda ilerlemene yardım ettiklerinde ve sana bir cezbe verip, seni,
senin senliğinden çaldıklarında bilirsin ki, aşk sana gelir, güzellik sana
görünür. O güzelliği bilince, mâşûku tanırsın ve mâşûka âşık olursun.
Velîlerin büyüklerinden ve
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı,
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) Abdullah bin Mübârek
hazretlerinin gelmesini ve onunla görüşmeyi çok arzu ediyordu. Nihâyet bir gün
oğlu; "Babacığım! Abdullah bin Mübârek geldi, kapıdadır, sizi görmek istiyor."
dedi. İmâm-ı Ahmed; "İçeri alma!" dedi. Oğlu; "Babacağım, bunda ne hikmet vardır
ki, senelerdir onu görmek arzusu ile yanıyordun, bugün bu saâdet, bu nîmet
kapınıza geldi de içeri almıyorsunuz?" dedi. Ahmed bin Hanbel; "Evet, söylediğin
gibidir. Ama korkarım ki, onu gördükten sonra ayrılığına dayanamam. Onun kokusu
için bir ömür harcadım. Onu ayrılmak olmayan yerde görmek isterim." dedi.
Büyük velîlerinden Ahmed
bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine muhabbetten sordular;
cevaben: "Muhabbet Allahü teâlâya aşırı sevgi duymak ve sevgilinin irâdesine
kusursuz teslim olmak ve emirlerine uymakla ele geçer." buyurdular.
Hindistan evliyâsından
Ahmed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Peygamber efendimize
olan muhabbet ve aşkı pek çokdu. Kendisine bir kimse gelerek; "Rüyâmda
Resûlullah efendimizi gördüm." dese, derhâl kendisini toparlar, o kimsenin
karşısında ayakta durur, elleri bağlı olarak, büyük bir hürmet ve edeb ile
anlatmasını beklerdi. O kimse anlattıkça, ellerine, ayaklarına kapanır, o zâtın
elbisesini yüzüne gözüne sürerdi. O kimse; "Filan yerde gördüm." derse, o yere
gider, orayı öper, yüzünü sürerdi. Orada bir taş varsa, taşı yıkar, suyunu içer,
o suyu gülsuyu ile elbisesine sürerdi.
Amasya'da yetişen velîlerden
Ali Hâfız Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyururdu ki:
"Muhabbet edene muhabbet edilir. Seven sevilir. Unutmayan unutulmaz."
Evliyânın büyüklerinden
Ali İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdu ki: "Allahü teâlâyı
hakkıyla tanıyan O'ndan başkasında sükûn ve râhat bulamaz."
"Allahü teâlâya yaklaşmak,
Allahü teâlânın velî kulları hâriç, bütün mahlûklardan uzaklaşmaktır. Allahü
teâlânın velî kullarına yakınlık, insanı Allahü teâlâya yaklaştırır."
Meşhûr velîlerden ve akâid
imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Muhabbet rızâya, rızâ da muhabbete dâhildir. Rızâsız muhabbet, muhabbetsiz rızâ
olmaz. Çünkü insan ancak sevdiğine râzı olur, râzı olduğunu sever."
Büyük velîlerden ve fıkıh
âlimi Ayn-ül-Kudât Hemedânî (rahmetu-l lahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde
şöyle buyurdular: Bir hadîs-i şerîfte buyrulduki: "Size bir kavim bildiriyorum
ki, onların Allah katında mertebeleri benim gibidir. Ancak onlar, peygamberler,
şehîdler değildir. Enbiyâ ve şühedâ onlara gıbta ederler. Onlar birbirine, Allah
rızâsı için muhabbet ederler." |