ARKADAŞLIK
– DOSTLUK – KARDEŞLİK
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "İnsanların
arasına karışıp, onlarla berâber olmak hususunda ne buyurursunuz?" denilince:
"Eğer akıllı, her yönüyle güvenilebilen, din ve dünya işlerinde sağlam birini
bulabilirsen onunla berâber ol ve arkadaşlık yap. Böyle olmayanlardan, arslandan
kaçar gibi kaç." demiştir.
Velîlerin büyüklerinden ve
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) sık sık talebesine buyururdu ki:
"İstediklerini vermediğiniz zaman kızan, kırılan veya küsen arkadaş, gerçek
arkadaş değildir."
Yine buyururdu ki: "Bir
kimse, sadık bir arkadaşını kaybederse, kendisi için zillettir."
"Ayıplardan uzak arkadaş
arayanlar, arkadaşsız kalır."
Horasan'ın büyük
velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) iyi bir
arkadaşın nasıl olacağını anlatırken buyurdular ki: Tanıştığınız, görüştüğünüz,
berâber olduğunuz kimsenin iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı olduğunu anlamakta
dikkat edilecek husus ve ölçü şöyledir: Gördüğünüz, görüştüğünüz, berâber
olduğunuz, birlikte oturup, kalktığınız kimse, sizin Allahü teâlâyı
hatırlamanızı ve unutmamanızı, O'nu dil ve gönül ile anmanızı sağlıyor, bunu
tâzeliyor ve kalbinizi uyanık tutuyorsa, işte o iyi arkadaştır. Ama berâber
olduğunuz kimse, Allah korusun cenâb-ı Hakkı ve O'nun zikrini size
unutturuyorsa, gerçekten bil ki, o kimse kötü arkadaştır. Ondan sakınmak elbette
çok lâzımdır. (Ondan, yırtıcı arslandan kaçar gibi hattâ daha çok kaçmalıdır.
Çünkü arslanın yapacağı, olsa olsa canını almaktır. Arslan insanın canını
alabilir, onu öldürebilir. Fakat îmânına zarar veremez. Kötü arkadaş ise,
insanın hem îmânının ve hem de canının gitmesine, onun ebedî felaketine sebeb
olur. İyi bir arkadaş, iki cihân için de büyük saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı
sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız olamazlar. Babamız olan Âdem
aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet'te bulunduğu hâlde, kendisine insan
olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga
kemiğinden hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.
İyi arkadaşa sâhip olunca,
çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette
pişmanlık çekilmesin. Kur'ân-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan
her felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın
iyiliği veya kötülüğü, mutlaka asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı
değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın olup, onlardan ayrılmayan Kıtmîr isimli köpek,
Kur'ân-ı kerîmde onlarla berâber zikrolundu.
İyi arkadaş, insanı
derekelerden (aşağılıklardan) derecelere (yüksekliklere) ulaştırır. Kötü arkadaş
ise, bunun tersini yapar.
Herkes ile arkadaş olma!
Konuştuğun kimselerin akıl ve anlayışlarına uygun konuş. Tekebbür etme,
kibirlenme! Sırrını kimseye söyleme! Herkesin sözüne aldanma! İnsanların
sözlerine değil, işlerine bak! Kendi kendisine faydası olmayan kimseden çok
sakınmalıdır. Nerede kaldı ki, onun başkasına faydası olsun. Kötü bir kimse ile
arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu kendisine çevirip iyi yapabilirse ne âlâ,
eğer bunu yapamaz, kendisi de ona benzer ve onun gibi olursa, o zaman çok
fenâdır.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Kötü
insanlarla arkadaşlık yapmak, hayırlı insanlara sû-i zana, kötü düşünmeye sebeb
olur."
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ,
günah işlemekten kurtardığı kulunu malsız olarak zengin yapmış, aşîretsiz olarak
aziz ve şerefli kılmış, kimsesi olmadığı halde onu arkadaş eylemiştir."
Son devir velîlerinden
Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Oturacak, kalkacak arkadaşların en hayırlısı, görüldüğü zaman, Allahü teâlâyı
hatırınıza getirendir, onların sözleri ilminizi arttırır. Onların ameli âhireti
aklınıza getirir."
Velî ve hadîs âlimi
Abdurrahmân bin Mehdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Dînine bağlı
olmayan bir kimse ile arkadaşlık etmek hakkında ne dersin?" diye sorulunca;
"Böyle kişilerle beraber olma, çünkü o, sana pis veya haram bir şey
yedirebilir." buyurdular.
En büyük velîlerden İmâm-ı
Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ar bilmeyen ve
utanması olmayanla arkadaşlık, kıyâmette insanı utandırır."
Irak velîlerinin
büyüklerinden Ebü'l-Hasan Cûsukî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğreterek, seni yanlış yollara düşmekten
sakındıracağını bilmediğin kimselerle arkadaşlık etme!"
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebü'l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, îsârsız sohbeti
ve fedâkarlığa dayanmayan dostluğu haram bilirdi. Arkadaşlıkta arkadaş,
arkadaşın hakkını kendi hakkına tercih etmeli diye emredip; "Dervişlerle sohbet
etmelidir. Uzlet (insanlardan uzak kalmak) iyi değildir." buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kim
cennetliklerden olmayı isterse, sâlih kimselerle berâber olsun."
Meşhur velîlerden
Huzeyfetü'l-Mer'âşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Otururken,
samîmî olmayan, yapmacık hareketler yapacağımdan korktuğum için, bir arkadaşımla
oturmak istemiyorum."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Sözü ve hareketleri ile sana Allahü teâlâyı ve âhireti hatırlatmıyan kimse ile
arkadaş olma."
"Nefsinden râzı olmayan
câhil bir kimse ile arkadaş olmak, nefsinden râzı ve memnun olan bir âlim ile
arkadaşlık etmekten daha hayırlıdır. Çünkü nefs, dâimâ insanın kötülüğünü ister.
Ondan nasıl râzı olunabilir."
Tâbiînden meşhûr fıkıh ve
hadîs âlimi Mesrûk bin el-Ecdâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,
arkadaşlık haklarına son derece riâyet eder ve verdiği sözü yerine getirmeye çok
dikkat ederdi. Arkadaşı Hayseme’nin ağır borcunu ödemek için kendisi borç altına
girmiş ve onun haberi olmadan borcunu ödemiştir. Kendisine; “Bir mü'mini öldüren
için tövbe uygun mudur, kabûl edilir mi?” diye sorulunca; “Allahü teâlânın
açtığı kapıyı ben kapatamam.” diye cevap verdi.
Tâbiînin ve âlimlerin
büyüklerinden velî Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “İki arkadaş birbirlerini sevdikleri zaman, birbirini ziyâret
etmeleri için aralarındaki mesafenin çok fazla olması mühim değildir.”
Meymûn bin Mihrân
hazretleri, arkadaşlarına şöyle derdi: “Bende hoş olmayan, sevimsiz bir hâl
görürseniz, onu yüzüme karşı söyleyiniz. Bir kimse, din kardeşinde uygun olmayan
bir hâl görür de onu kendisine bildirmezse ona faydalı olamaz.”
Kendisine sordular.
“Arkadaşlarınızdan hiç ayrılmıyorsunuz ve hiç de birbirinize küsmüyorsunuz. Bu
nasıl oluyor?” Cevâbında buyurdu ki; Çünkü ben dostlarıma hiç husûmet (hasımlık)
beslemiyorum. Onlarla hiç mücâdele ve münâkaşa etmiyorum.”
En büyük velîlerden ve on
iki İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh) oğlu
Câfer-i Sâdık hazretlerine şöyle nasîhat etti: "Ey evlâdım! Fasıklarla
arkadaşlıktan çok sakın. Böyle insanlar seni bir lokmaya değişebilir. Cimrilerle
dost olmaktan da sakın. Zîrâ çok ihtiyâcın olduğu bir zamanda az bir şey
vermekten çekinirler. Yalancılarla dost olma, sana dost görünüp konuşur,
ayrılınca hâli değişir. Ahmaklarla dostluk arkadaşlık kurma, onlar, sana iyilik
yapıyorum zannederek kötülük yaparlar. Akrabâyı ziyâreti terk edenle de dost
olma. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin üç yerinde böyle kimseyi lânetlenmiş gördüm."
Evliyânın büyüklerinden,
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Kalbinde mârifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, arkadaşlırk yapma.
İlmini: mevkî, makam ve övünmek için vesîle eden âlimlerden, aslandan kaçar gibi
kaçınız."
"Câhil tarîkatçılarla
berâber bulunmaktan sakınınız."
İstanbul'da yetişen âlim ve
velîlerden Muhammed Murâd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "İlim ve mârifet ehli şöyle tenbih etmişlerdir: Üç kimse ile arkadaş olup
sohbet et. Birincisi, ilim ehli ve hüner, sanat sahibi olan kimselerle arkadaş
ol. Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşman kolay olur. İkincisi, güzel ahlak sahibi
kimselerle arkadaş ol. Çünkü böyle kimseler dostun ayıbını görmemezlikten
gelerek örterler ve bu ayıbını nasîhatla, düzeltirler. Bu hususta çok gayret
gösterirler. Üçüncüsü; kötü niyetli olmayan, dünyaya düşkünlük göstermeyen,
sâdık ve ihlâslı olan kimseler.
Şu üç sınıf kimseden de
sakınmak lazımdır: Birincisi, fısk ve fücur ehli olup, günah işleyen,
nefislerine uyup Allahü teâlânın emrinden çıkan kimselerdir. Bunlarla arkadaşlık
ne dünyâ rahatı kazandırır ne de âhirette rahmete kavuşturur! İkinci grup,
yalancı ve hâin olanlardır. Bunlarla dostluk acı azaba ve felâkete sebeb olur.
Senden başkasına, başkasından sana söz taşır... Üçüncü sınıf, ahmak olanlardır.
Bunların sözlerine itimat edilmez. Ne fayda sağlayabilirler ne de bir zarara
mani olabilirler. Hayırlı gördükleri şer, faydalı gördükleri zararlıdır. Zararlı
gördükleri faydalıdır."
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Zuğdân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdu ki: “Kötü
arkadaşları terketmek istersen, ilk önce kendindeki kötü ahlâkı bırak. Nefsin,
sana herkesten daha yakındır. En yakına emri mârûf yapmak daha önce gelir.”
Tâbiîn devrinin yüksek
âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, Resûlullah efendimizin yüksek nesebine sâhib olan Ehl-i
beytin en büyüklerindendir. Nurlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyizlerin
çokluğu, akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce mârifetleri bildiren sözleri, nükte
ve latîfeleri çok meşhûrdur. Hikmetli sözlerinden biri şöyledir. Buyurdular ki:
"Arkadaşlık ettiğin biri, önceleri hâli hâline uyar, sonraları kalbine sıkıntı
verirse, hemen kendine bak! Kendi eğriliğini anlarsan, hemen tövbe et. Doğru
olduğunu anlarsan, bilesin ki, o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu durumda dur,
biraz düşün. Hemen ondan ayrılma! Onu yalnız başına bırakma.Cenâb-ı Hak
tarafından bir düzelme gelinceye kadar bekle."
Konya'ya gelen büyük
velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır:
"Bir zaman Rabbime, beni kendi velîleri arasına koyup onlara arkadaş et diye
yalvarırdım. Bunun üzerine bir gece rüyâmda bana; "Seni bir velîye arkadaş
edeceğiz." dediler. Ben de; "Peki o velî zât nerede bulunur?" dedim. Bana;
"Aradığın velî Rum diyârındadır." dediler. Sonra onu bir zaman aradım. Bana
rüyâmda; "Daha bulacağın zaman gelmedi." dediler. Bir zaman geçtikten sonra
bana; "Ey Şems-i Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî hazretleridir." diye ilhâm edildi. Bundan sonra Rum diyârına
gitmek ve o sevgili zât ile görüşmek ve yolunda başımı fedâ etmek üzere yollara
düştüm."
Şems-i Tebrîzî hazretleri bu
ilhâm üzerine tam bir doğruluk ve büyük bir aşkla Tebriz'den Anadolu'ya hareket
etti. Önce Şam'a oradan Konya'ya geldiği de rivâyet edilmiştir. Bu yolculuğu
esnâsında başından birçok hâdiseler geçti.
Şems-i Tebrîzî hazretleri
uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1244 senesi Ekim ayında Konya'ya geldi.
Büyük kapıdan şehre girerek bir han sordu. Gösterilen Şekerrîzân Hanına
yerleşti.
Şemseddîn-i Tebrîzî önceleri
çok riyâzet eder, nefsini ıslâh ile uğraşırdı. On veya on beş günde bir kerre
iftar ederdi. Gıdâsı yarım bayat çörek parçasıydı. Onu da paça suyuna doğrar,
tirid yapardı. Bir gün çorba pişiren onun bu hâlini öğrenip çorbaya biraz
fazlaca yağ karıştırmıştı. Şemseddîn hazretleri bunu görünce o dükkan sâhibiyle
bir daha alış-veriş yapmadı.
İran'da yetişen büyük
velîlerden Şirvânî es-Sagîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Dîne uymakta gevşek davrananlarla berâber olmaktan, son derece sakınmalıdır.
Onlar, insanın felâketine sebep olurlar."
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) oğlu Muhammed Bâkır’a buyurdular ki: “Ey oğlum! Şu
dört çeşit kimselerle arkadaşlık etme, zîrâ fâsık kimse seni bir lokma ekmek
için terk eder. Cimri ile arkadaşlık etme, cimri senin çok muhtâc olduğun
şeylerini elinden almak ister. Yalancı ile arkadaşlık etme. Yalancı da fâsık bir
kadına benzer; senin yakınlarını senden uzaklaştırmak ve senden uzak kimseleri
sana yaklaştırmak ister. Bir de sıla-i rahmi terk edenlerle arkadaşlık yapma.
Zîrâ onlar Kur’ân-ı kerîmin üç âyeti ile lânetlenmiştir.”
Suriye'de yetişen evliyâdan
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsan
hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın
menfaati ebediyete kadar devâm eder. İşte Eshâb-ı Kehf'in köpeği, köpek olması
münâsebetiyle haram ve necisdir. Islâkken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi
defâ yıkamak gerekir (Şâfiî mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için, Allahü
teâlâ onu berâber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necis
olduğu hâlde cennetlik oldu ve Cennet'te iyilerle berâber bulunacaktır. Halbuki
Nûh aleyhisselâmın oğlu Ülü'l-azm bir peygamberin oğlu olduğu hâlde, kâfirlerle
arkadaşlık yapıp onlarla berâber bulunduğu için îmânını kaybetti. Allahü teâlâ
onu kâfirler topluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu hâlde kâfirlerle
arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine îmânsız gitti. Öte
yandan necis olan bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle berâberdi,
onlardan ayrılmadı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
"İnsan her kimi seviyorsa kıyâmette de onunla berâber haşrolacak, kiminle
arkadaşsa haşirde de onunla arkadaş olacaktır."
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kötü arkadaşlardan
uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu: "Kötü arkadaşları terket. Onlara
sevgi duyma, sâlihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak
bile olsa, iyi arkadaşlarla berâber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir
yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi
bak.
Ey oğul! Kötü kimselerle
düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allahü teâlânın
kitabının ve Resûlünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felâh,
bulur kurtuluşa erersin."
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Arkadaşlık çok ince bir şeydir. Onu korumazsan zarar gelebilir. Dâimâ
kızgınlığın zamânında kendine sâhip olarak onu koru ki, sana haksızlık eden
gelip, senden özür dilesin. Olan ile yetin. Fazlasını arama. Akadaşının kusuruna
bakma."
Yine buyurdular ki: "Şu üç
hususa tahammül etmek, arkadaşlık haklarındandır: Kızıldığında, azarlandığında,
dil sürçmelerinde."
Tâbiînin meşhurlarından olan
Âmir bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatır:
"Bir gün babama gittim. Bana nerede olduğumu sordu. "Ben bir kısım insanlar
buldum onlardan daha hayırlısını görmedim. Onlar hep Allahü teâlâyı
zikrediyorlardı. Hattâ onların her biri titriyor ve Allah korkusundan bayılıp
kendinden geçiyordu. Onlarla berâber oturdum." dedim. Babam Abdullah bin Zübeyr
benim onların içinde oturmamı hoş görmedi ve; "Resûlullah'ı, hazret-i Ebû
Bekir'i, hazret-i Ömer'i Kur'ân-ı kerîm okurlarken gördüm; onlarda böyle bir hal
olmadı. Sen onların, hazret-i Ebû Bekr ve Ömer'den (r.anhümâ) daha mı fazla
Allahü teâlâdan korktuklarını zannediyorsun." buyurdu. Yâni onların Allahü
teâlâdan korkuları, senin gördüğün kimselerden pek fazla olduğu halde onlar,
böyle yapmadılar demek istedi. Âmir bin Abdullah; "Hal böyle olunca (doğruyu
öğrendim ve) onları terkettim." Buyurdu.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Babazâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) kâfirlere yaklaşmanın, müslümanların
nûrunu azaltacağını söylerdi.
Bu hususta talebelerine bir
sohbetinde şöyle buyurmuştur; Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, onların,
kendisine ve sevgili Peygamberine düşman olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın
ve O'nun resûlünün düşmanları ile düşüp kalkmak ve o alçaklarla arkadaşlık
etmekten daha çirkin bir iş olur mu?"
Hüseyin Çelebi anlatır: Bâzı
kimselerle birlikte, o zaman kâfirlerin oturduğu Langa mahallesinden geçerek,
Babazâde'nin huzûr-i şerîflerine geldik. Bir müddet sohbet buyurduktan sonra;
"Değil kâfir mahallesine uğramak, kâfirin mumunun ışığının dokunduğu yerden
geçmek bile îmân nûruna zayıflık verir. Yeniden eski hâlini alması için çok
çalışmak gerektirir." dedi.
Tâbiîn tanınmışlarından
büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
talebesine şöyle nasîhat etti: "Biri ile arkadaş olduğun zaman bâzı hususları
yerine getirmen gerekir. Berâber olduğunuzda, şâyet onun nalınlarının ipi kopar
ve o bunları düzeltip bağlayıncaya kadar sen onu beklemezsen, sen arkadaşlık
hukukuna riâyet etmemiş olursun. Çünkü sen, bu hâlinle dost olamazsın. Yine,
senin arkadaşın bir ihtiyâç için bir yerde oturduğunda, o işini bitirinceye
kadar onu beklemezsen, yine hakîkî dost sayılmazsın.
İskenderiye'de yetişen büyük
velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
şöyle nasîhat ederdi: "Ey Âdemoğlu! Kendi kendine ne kadar insafsız
davranıyorsun. Hayâtın boyunca, her gün dünyâ ile meşgûl olursun, onun geçici ve
aldatıcı güzellikleri ile oyalanırsın. Fakat her gün bâkî olan, hakîkî saâdet ve
sonsuz nîmetler yeri olan Cennet'e dâvet olunursun. Cennet'e hiç îtibâr
etmezsin. Dünyâyı bir tarafa itip, âhirete yönelmedin. Hiç olmazsa ikisini aynı
seviyede tutup ona göre hareket etseydin. Sen ise âhireti sanki unutmuş
gibisin."
"Yaptığın bütün ibâdetlerde
gâyen, sâdece kendisine ibâdet ettiğin Allahü teâlâya yakınlık olsun. Hattâ bu
gâye, ecir ve sevaptan daha önce olmalı. Allahü teâlâya yakın olmak nîmeti ele
geçince, öyle sevaplar, öyle ecirler gelir ki, anlamak, hesâb etmek mümkün
olmaz."
"Amelin ve ilmin hâlis
olanını iste! Hâlis niyetle Allahü teâlâya ibâdet ederken, insanlık hâli bâzı
kusûrların olursa, onlar için de derhâl tövbe et!"
"Sen, şu anda bulunduğun
dünyâda ebedî kalacak değilsin. Bâkî, sonsuz olan âhiret yurduna da henüz
ulaşmış değilsin. Bu hâl karşısında sana düşen, kendisine çok yakın olduğun,
senin her hâlini gören, duyan ve bilen zâta (Allahü teâlâya) yönelmektir."
"Hakîkî irfân sâhibi makbûl
bir zâta tâbi olarak peşinden bir adım gitmen, kendi boş arzunla, nefsine uyarak
ve güyâ hak yol zannederek, kendine göre tuttuğun yolda yüz bin fersah
yürümenden daha faydalı ve daha hayırlıdır."
"Öyle bir kimse ile arkadaş
ol ki, onda maddeye temâyül edecek onu sevecek bir kalb bulunmasın."
"Bir kimse sana, nefsânî
hazînesinden bir şeyler vermek isterse, onu sakın kabûl etme! Bir kimse ki, sana
akıl hazînesinden bir şey vermek isterse, bunu, içindeki hikmet nûru ile
mukâyese et! Arzuna göre ister kabûl et, istersen reddet! Bir kimse de, sana
kalb hazînesinden bir şey vermek dilerse, sakın onu reddetme! Hemen kabûl et!
Hattâ fazla vermesini, arttırmasını iste! Şâyet bir gün gayb âlemi hazînesinden
bir şey dağıtana rastlarsan, sakın onu kaçırma! İyi bil ki, en büyük hazîne
odur."
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Senin ayıplarını
araştıran, kötü insanlarla arkadaş olma."
Basra'da yetişen evliyânın
büyüklerinden Ebû Abdullah el-Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, sevdiklerinden birisine dostluk yapacağı kimselerle ilgili olarak
şöyle nasîhat etti: "Yalancı kerem sâhibi, riyâkâr huylu olan kimselerle dostluk
etmekten kendini uzak tut ve hakîkî dostlar olan Allah adamlarıyla berâber yaşa.
Eğer kerem sâhibi gibi görünen kimselerle berâber bulunursan, hakîkî dostlardan
uzaklaşır, onlarla ülfet, yakınlık ve muhabbeti kesersin. Eğer riyâkâr, kötü
huylu kimselerden usanır, dostluğunu kesersen; helâk olmaktan kurtulur, yüksek
makamlara ulaştırılırsın. Bu hal sende hâsıl olduğu zaman, senin için büyük bir
kıymet de hâsıl olur ve sen kıymetlenirsin (çünkü, Allahü teâlânın velî kulları,
hakîkî dostlarıyla berâber bulunanlar, bir gün onlardan olurlar)."
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Âhiret için sana faydası olmayan kimse ile arkadaş olma."
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ve sevenleri toplanmışlardı. Kendilerine fakirlik ve
açlık erişti. Ebû Türâb; "Bu nedir, toplanmış aç kalıyorsunuz? Araştırın bir şey
çıkar." buyurdu. Araştırdılar, içlerinden birinin yanında yiyecek bir şey
buldular. Ebû Türâb ona; "Onu arkadaşlarına hibe et. Bize acımadıkça kendine
acıyamazsın." dedi. Onun azığını aldı ve sevenlerine infâk etti. Fakat o kimseye
hiçbir şey düşmedi. Bunun üzerine o kimsenin basireti, kalp gözü açıldı.
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebü'l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisine yapılmasını
istemediği bir şeyin başkasına yapılmasını istemezdi. Hatta îsâr sâhibi olup
kendine çok lâzım bir şeyi başkasına lâyık görürdü. Ona göre gerçek îsâr,
arkadaşın rahatı için güçlüğü tercih etmekti. Tasavvufun ince rûh dünyâsını
kavrayamayan devrin vezîri Gulam Halil, zamânın halîfesine gidip, tasavvuf ehli
hakkında çirkin sözler sarfedip, cezâlandırılmaları gerektiğini söylediler. Öyle
ki, tasavvuf ehli olanların hâllerini, halîfeye hâşâ küfür üzere bulunuyorlar
diye anlattılar. Halîfe bunları duyunca, bahsedilen zâtların îdâm edilmesi için
ferman çıkardı. Bunlar; Ebü'l-Hüseyin Nûrî, Cüneyd, Şiblî, Ebû Hamza ve Rakkâm
idi (r. aleyhim). Cellâd, önce Rakkâm'ı îdâm edecek iken hazret-i Nûrî fırlayıp,
îdâm sehbâsına geldi ve; "Önce beni idâm et." dedi. Cellâd; "Kılınç, kendisine
koşulacak bir şey değildir. Niçin acele ediyorsun? Sana henüz sıra gelmedi."
deyince, Ebü'l-Hüseyin Nûrî; "Bizim yolumuz îsâr yâni arkadaşını, kendine tercih
etme, fedâkârlık yoludur. En kıymetli ve tatlı şey candır. Ben kendimi fedâ
edip, bir kaç sâniye de olsa bu kardeşlerimin yaşamasını arzu ediyorum..."
buyurdu. Bunlar halîfeye arzedilince halîfe şaşırıp; "Bunların hâllerini kâdı
(hâkim) incelesin." dedi. Kâdı, Nûrî'nin bu sözlerini duymuştu ve hazret-i
Cüneyd'in ilminin yüksekliğini biliyordu. Kâdı, Şiblî'ye; "Yirmi altının zekâtı
nedir?" dedi. Şiblî; "Yirmi buçuk altın." deyince, kâdı; "Böyle yapan bir kimse
var mı?" diye sordu. Hazret-i Şiblî; "Evet, Ebû Bekr-i Sıddîk, elinde bulunan
kırk bin altının hepsini vermiş idi." buyurdu. Kâdı; "Peki, yirmi buçuk altın
dediniz. Elinde bulunan yirmi altının hepsini verdikten sonra, bu yarım altın ne
demek oluyor?" deyince, hazret-i Şiblî; "O, altınları elinde biriktirmiş olmanın
cezâsıdır." buyurdu. Kâdı, hazret-i Nûrî'ye de bir suâl sorup, hemen cevâbını
aldı. Nûrî rahmetullahi aleyh; "Ey kâdı! Bu suâlleri soruyorsun ama, Allahü
teâlânın öyle kulları vardır ki, onların oturması, kalkması, durması, yürümesi,
uyuması, dinlenmesi, hâsılı bütün hayatları, bir an kesintiye uğramadan hep
Allahü teâlâ iledir. Sen niçin bunları sormuyorsun. Esas ilim bu
âlimlerdedir..." buyurdu. Kâdı bunları dinleyince, derhal halîfeye haber
gönderip; "Eğer bu zâtlar zararlı ve kötü kimseler ise, ben, yeryüzünde iyi bir
kimsenin bulunduğunu kabûl etmem. Bunlar çok yüksek kimselerdir. Kendilerinden
devlete hiçbir zarar gelmez." dedi. Halîfe bu haberi alınca, hepsini çağırarak
bir arzuları olup olmadığını sordu. Onlar; "Bizim arzumuz, bizi unutmandır. Biz,
senin bizi kabûl etmen ile şeref kazanmayız, buradan kovman ile de hakîr
olmayız. Bizi kabûl etmen veya kovman bizim için aynıdır. En iyisi sen bizi unut
ve kendi hâlimize bırak." dediler. Halîfe çok ağlayıp, izzet, ikrâm ve hürmet
ile kendilerini uğurladı.
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh)bir zaman Bağdât'ta Şihâbüddîn Sühreverdî hazretleri ile kalıyordu.
Şihâbüddîn Sühreverdi, çok şiddetli bir diş ağrısına tutuldu. Ferîdüddîn
Şeker'den, bu ağrının geçmesi için duâ etmesini istedi. O da; "Yâ Rabbî!
Şihâbüddîn'in ağrısını tamâmen geçir ve onun ağrısını bana ver!" diye duâ etti.
Duâsı kabûl oldu ve diş ağrısı kendisine geçti. O zaman Şihâbüddîn Sühreverdî;
"Yâ Rabbî! Ferîd benim hakîkî dostum ve arkadaşımdır. Onu diş ağrısından
kurtar!" diye duâ etti. Bu duâ da kabûl edildi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker de
iyileşti.
Evliyânın büyüklerinden ve
Şafiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri hakkında İbrâhim bin Ebû Tâlib Betâihî şöyle anlatır: Bir gün Ebû
Bekr bin Kavvâm'ı ziyâret etmek için yola çıktım. Yolda bir kervana rastladım ve
onlarla arkadaş oldum. Yol boyunca, içkiden ve içki meclislerinden bahsettiler.
Bâlis'e varıp Ebû Bekr bin Kavvâm'ın huzûruna girdim. Beni görünce; "Hayırdır yâ
İbrâhim bu hâlin nedir?" dedi. Ben de; "Benim hâlim nasıldır efendim?" dedim. O
zaman; "Elinde içki ve âletleri var" deyince, ben de; "Yolda gelirken bir
kervandakilerle yol arkadaşlığı yaptım. Onlar devamlı içkiden bahsetmişlerdi.
Demek ki konuşmaları bana da tesir etmiş." dedim. Bunun üzerine Ebû Bekr bin
Kavvâm; "Evlâdım, iyi kimselerle bulun. Kötü kimselerden elinden geldiği kadar
uzak dur. Çünkü onlarla sohbet, dünyâ ve âhirette yüz karasıdır." buyurdu.
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden
ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, İşçi olarak çalışır, o gün kazandığı ile yiyecek şeyler alıp
dostlarına ikrâm ederdi. Bir defâsında eve geç kaldı. Yol da uzundu.
Arkadaşları; "O gecikti. Bâri biz yiyecek ne varsa onları yiyip uyuyalım,
beklemiyelim." dediler. Nitekim yemeklerini yediler, yatsı namazlarını da
kıldıktan sonra yatıp uyudular. İbrâhim bin Edhem gelince onların uyuduğunu
gördü ve bir şey yemeden aç olarak yattıklarını düşünüp çok üzüldü. "Getirdiğim
unu yoğurayım, bir şeyler pişireyim de uyandıkları zaman yesinler ve yarın oruca
niyyet edebilsinler" diye çok uğraşıp, bir şeyler hazırladı. Arkadaşları
uyandıkları vakit, onun kendileri için ne sıkıntılara katlandığını görünce, ne
yaptığını sordular. O olanları anlattı. Bunun üzerine birbirlerine, "Bakın! O
bizim için ne fedâkârlıklara katlanıyor, bizim hakkımızda ne kadar iyi
düşünüyor. Fakat biz onu yemeğe beklemiyoruz." deyip, Onun kıymetini daha iyi
anladılar ve özür dilediler.
İbrâhim bin Edhem hazretleri
birisiyle arkadaş oldu. Bu arkadaşlıkları bir müddet devam edip, zaman gelip
ayrılmaları icâb edince, arkadaşı: "Uzun zaman arkadaşlık ettik bir ayıbımı
gördünse söyle bir daha yapmayayım." dedi. İbrâhim bin Edhem cevâbında:
"Kardeşim sende bir ayıp görmedim. Ben sana dâima sevgi gözü ile baktım. Onun
için seni hep iyi buldum. Senden gördüklerim hep iyi şeylerdi. Ayıp arıyorsan
başkalarına sor." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden,
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından
Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her kim ki
dünyâya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun
nûrlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyâya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu
kadar karışır ve hâlis niyetle ve bâtınî nisbetini muhâfaza ederek aralarında
bulunursa zararı yoktur."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr-i Dükkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine sordular; "Kiminle
dost olalım?" Cevâbında; "Senin her hâlini bilen, kendisinden emîn olduğun,
kendisinden bir şeyi saklamak lüzûmunu duymadığın, aranızda hiçbir şeyin saklı
bulunmadığı kimse ile dost ol." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Din bakımından
faydalanmadığın kimse ile dostluğu terket. Amellerin en güzeli ihlâsla yapılan
ameldir."
Tâbiîn devrinde Medîne'de
yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bildirdi ki: Dindar dost aramağı teşvik etmek üzere hazret-i Ömer
şöyle buyurmuştur: "Sâdık dost bul ve onların arasında yaşa! Dürüst ve samimi
arkadaşlar, genişlikte süs ve ziynet; darlıkta yedek sermayedirler. Dostunun
sana düşen işini güzelce gör ki, lüzumunda sana daha güzeli ile karşılıkta
bulunsun. Düşmanından uzaklaş, her dosta bel bağlama, ancak emin olanları seç.
Emin olanlar, Allahü teâlâdan korkanlardır. Kötü insanlarla düşüp kalkma,
onlardan kötülük öğrenirsin. Onlara sırrını verme, ifşâ ederler. İşlerini,
Allah'tan korkanlara danış ve onlarla istişâre et."
Evliyânın büyüklerinden
Seyyid Emir Hamza (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Hocam Mevlânâ
Ârif bize derdi ki: "Yükünüzü çekecek bir dost isterseniz, bu çok az bulunur.
Eğer yükünü çekeceğiniz birini ararsanız, bütün dünyâ size dosttur."
Ehl-i sünnetin amelde dört
hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı
Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdık dost, arkadaşının
hüzün ve sevinçte ortağı olandır."
Yine buyurdular ki: Dostlar
ile yapılan sohbetten sevimli bir hareket yoktur. Dostların ayrılığı kadar da
gam ve keder veren şey yoktur. İlmi sevmeyende hayır yoktur. Böyle kimselerle
dostluk ve bağlılığını kes. Çünkü, ilim kalblerin hayâtı, gözlerin aydınlığıdır.
Sâdık dost ve hâlis kimyâ
Az bulunur, hiç arama!
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
talebelerine buyururdu ki: "Ey Dostlar! Câhillerle dostluk kurmaktan sakınınız."
Endülüs, Mısır ve Filistin
taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: Dostlarının, arkadaşlarının hukûkunu gözetmeyen,
onlarla sohbetin, berâber olmanın bereketine kavuşamaz.
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinden hadîs-i şerîf rivâyet edilmesini isteyenlere şu hadîs-i şerîfleri
nakletti: "Şâyet Allah'tan başkasını dost edinseydim, Ebû Bekr'i dost
edinirdim."
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Rızâ hâlindeki
kişinin dostluğuna inanmam, kızdırdığım bu kişinin gazab hâlindeki dostluğuna
inanırım."
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerine
"Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde; "Beni ilgilendirmeyen her
şeyi terk ve ebedî olanın dostluğunu istemekle" buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Sadreddîn Hayâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki:
"Yüzü bize karşı dönük olup da bize taş atan yine bizdendir. Eğer bize arkasını
çevirirse o zaman başka."
Büyük velîlerden Yahyâ
bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Senden meydana
gelen bir hatâ sebebiyle seni özür dilemeye mecbur eden, berâber olduğunuzda
kendisine müdârâ etmen icâbeden ve kendisine, (Allahü teâlâya duâ ettiğinde beni
de hatırla) demeye ihtiyaç duyduğun kimse, hakîkî dost olamaz.”
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlânın dostlarına şu üç şey verilmiştir.
Bunlar halâvet (yumuşaklık ve tatlılık), mehâbet (büyüklük, heybet) ve muhabbet
(sevgi, iyilik, güzellik) tir.”
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Öyle
birisiyle dostluk kur ki, senin değişmenle değişmesin.”
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, güzel ahlâklı
kimselerle oturup kalkmanın lüzûmunu ve herkese sır verilemeyeceğini bildirerek
buyurdular ki: "Ahlâkı ve anlayışları birbirine zıt olanlarla oturup görüşmek,
ruhlar için kurtlardır. Bunlar insanın içini kemirirler. Huyları ve anlayışları
iyi olanla oturup kalkmak ise, ruhların gıdâsı, akılların aşısıdır. Aklın
bereketlere kavuşarak artmasına bunlar sebeb olur."
"Berâberce oturup kalkılan
her kimse ile, ülfet ve muhabbet üzere olmak uygun olmaz. Her ülfet ve yakınlık
duyulan kimseye de, sırların kapısı açılıp söylenemez. Yalnız emin olan, sırları
saklayacak kimseye sırlar açılır, vesselâm!"
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse, "Bu
zamanda hakîki kardeşlikler azaldı. Nerede o, Allah için yapılan kardeşlikler?"
deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Eğer senin sıkıntılarına katlanacak, ihtiyaçlarını
giderecek birini arıyorsan, bu zamanda öyle bir kardeşi, arkadaşı bulamazsın.
Ama, kendisine Allah için yardım edeceğin, sıkıntılarına Allah rızâsı için
katlanacağın bir kardeşlik istiyorsan böyleleri çoktur." buyurdu.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Esved bin Sâlim'i, Ma'rûf-i Kerhî'ye
yolladı. Esved bin Sâlim ona; "Bişr-i Hâfî, seninle kardeşlik olmak istiyor.
Bunu açıkça size söylemekten çekindiği için, beni size gönderdi. Kendisini
kardeşliğe kabûl etmenizi diliyor, fakat bâzı şartları da vardır. Onlar da: Bu
kardeşliğin duyulmaması ve karşılıklı ziyâret ve görüşme yapılmamasıdır; zîrâ o,
fazla iltifattan hoşlanmaz." dedi. Bunun üzerine Ma'rûf-i Kerhî; "Fakat ben
kardeş olduğum kimseden gece ve gündüz ayrılmak istemem." dedi ve Allah için
sevginin fazîletini anlatan birçok hadîs-i şerîf okudu. Sonra; "Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ali'yi kendine kardeş yapmakla, onu ilimde
kendisine ortak etti. En sevimli kızını ona verdi. Şimdi sen şâhid ol, mâdem ki
seni gönderdi. Ben de onu Allah için kardeşliğe kabûl ettim. O, beni ziyârete
gelmezse de, ben onu ziyârete giderim. Ona söyle sohbetlerde buluşalım. Hâlinden
hiçbir şeyi benden saklamasın, her hâlini bana bildirsin." dedi. İbn-i Sâlim,
durumu Bişr-i Hâfî'ye anlatınca, râzı oldu ve memnuniyetle kabûl etti.
Tâbiînin büyüklerinden,
velî, hadîs ve fıkıh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Üç gün geçince kardeşlerinizi arayınız. Hasta iseler ziyâret
ediniz. Eğer bir işle meşgûl iseler, yardımda bulununuz. Eğer sizi ziyâreti
unutmuşlarsa kendilerine hatırlatınız."
Tâbiîn devrinin tanınmış
hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meysere el-Horasânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şu üç husus, gerçek kardeşliğin îcâblarındandır:
Birincisi, hasta oldukları zaman, birbirini ziyâret etmek. Sıkışıp, daraldıkları
zaman birbirine yardımcı olmak. Bir şeyi unuttukları zaman birbirlerine
hatırlatmak."
"Bir mil uzakta da olsa,
hasta bir kardeşini ziyâret et. İki mil uzakta da olsa, git, iki kardeşinin
arasını bul, onları barıştır. Üç mil uzakta bile olsa, yürü, Allahü teâlânın
rızâsı için sevdiğin bir kardeşini ziyâret et."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sık sık şöyle
nasîhat ederdi: "Müslüman kardeşinize saygılı olmanızdan daha kolay ne vardır?
Onlara hürmet etmek, haklarını korumak ne güzel haslettir! Müslüman
kardeşlerimize kin beslemek, onlara karşı saygısız olmak ne zararlı şeydir! Bu
yol hiç kimseye fazîlet kapısını açmamış, hiç kimseyi başarıya
ulaştırmamıştır..."
Büyük velîlerden Ebû
Câfer bin Sinan (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisinden
gördüğün bir ayıptan dolayı, müslüman kardeşini kötüleme. Olur ki, aynı hatâya
sen de düşersin ve ondan da kötü olursun. O halde, onda bir kusur bulunduğunu
anladığın zaman, onun için Allahü teâlâya duâ et ve Allahü teâlâdan ona rahmet
etmesini iste. Onda bulunan kusurun sende de bulunmasından kork. Onda olan
musîbetin, sana gelmediğini düşünerek, Allahü teâlâya şükret."
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zaman hastalanmıştı.
Arkadaşları ziyâretine geldiler ve ona; "Bir arzunuz var mı?" diye sordular. O;
"Evet! Çok sevdiğim din kardeşim Yûsuf bin Esbât'ı ölmezden önce bir defâ daha
görmek istiyorum." buyurdu. Din kardeşini unutmamak lâzım geldiğini
yanındakilere göstermek istedi.
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kim mümin kardeşinin bir
aybını örterse, Allahü teâlâ onun bu işinden dolayı bir melek yaratır, onun
elinden tutar ve o melekle berâber Cennet'e girer."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Saîd Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
hakkında Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlattı: "Bir vakit, halvetde iken İmâm-ı
Rabbânî hazretleri bu fakîre; "Çok daha yaşayacağımı zannetmiyorum. Bu dünyâdan
göç yakın görünüyor. Muhammed Saîd'in bu mesnedde yerimde oturmasını istiyorum."
buyurdular. Bu fakîr, onların bu sözlerini oğullarına söyledim. Tam bir tevâzu
ile; "Benim gibi bir kâbiliyetsiz, böyle şeylere kendimi hiçbir zaman lâyık
görmüyorum. Hazret-i İmâm her nereye gitse, kardeşim Muhammed Ma'sûm'u, kendi
yerine oturturlar, bana ise, ona hizmet ve uymayı emir buyururlardı. Eğer bu
ümid, babamın yüksek hatırına gelmeseydi böyle buyurmazlardı. Ben şehrin
dışındaki yüksek dedemin mezârının başında bir hücreye çekilir (yâni vefât
edersem), bu mesnedi, o gözlerimin nûru Muhammed Ma'sûm'a havâle ederim."
buyurdular. Bu sözleri Muhammed Ma'sûm'a arzettim. O da ağladı ve şöyle buyurdu:
"Azîz kardeşim Muhammed Saîd beni kendi hizmetine lâyık görmüyor. Hâllerin
doğruluğuna, ihtiyatlı olmağa, melek ahlâklı olmağa, ilmin kuvvetine ve buna
benzer şeylere bakıyorum. Kendimi onların en aşağı talebesi buluyorum. Kendi
saâdetimi onlara hizmette görüyorum. Bu fakîr bu hâdiseyi, halvette iken
hazret-i İmâm'a arzettim. Çok hoşlarına gitti ve gözleri yaşardı. Bu fakîre;
"Görüyorsun, bu iki kardeş arasında nasıl muhabbet ve bağlılık var?" buyurdular.
Onlara duâlar eylediler. Allah kabûl eylesin."
Peygamber efendimizin
arkadaşlarının yetiştirdiği âlim ve velîlerden Bilâl bin Sa'd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın emirlerini hatırlatan, nasîhat eden
bir kardeşin, sana altın hediyye edenden daha hayırlıdır." Böyle birini bulunca;
"Ey kardeşim! Bende bir kusur var mıdır? Lütfen bildir de düzeltmeye çalışayım."
demelidir. |