|
AMEL –
NİYET
Anadolu'da yaşamış büyük
velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde
Ebülleys-i Semerkandî'den naklen şöyle anlattı: Bir târihte Bağdât'ta, zenginler
hacca gidiyorlardı. Peygamber efendimizin aşkıyla yanan bir fakîr de, o sene
hacca gitmeye niyet etti ve hac kâfilesiyle yola çıktı. Kâfile hareket etmeden
önce, herkes eşi-dostu ile helâllaştı. Şehir dışına çıkıldığında, zenginlerden
biri bir fakîrin de hacca gittiğini görünce; "Bineğin yok, azığın yok. Sen hacca
nasıl gideceksin? Bâri cebinde birkaç bin altının var mıdır?" diye alay etti.
Fakîr, bu zenginin alaylı sorusuna çok üzüldü ve; "Allahü teâlâ ne güzel
vekîldir. Mahlûkâtın rızkını o vermektedir. Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz."
diyerek, zenginin bulunduğu yerden mahzûn bir şekilde ayrıldı. Hac vazîfelerini
yapana kadar da o zengine hiç görünmedi. Herkes Mekke-i mükerremeden, Medîne-i
münevvereye yola çıktıkları zaman, o zengin, fakîri sağ sâlim tekrar karşısında
görünce hayret etti ve; "Komşu, sen de buraya kadar gelip hac vazîfeni
yapabildin mi?" diye sormaktan kendini alamadı. Fakîr de; "Allahü teâlâya sonsuz
hamdü senâlar olsun. Yüzümüzün karasına bakmayıp, bu mübârek makâmı ziyâret
etmeyi nasîb etti. Geldim, Beyt-i şerîfi tavaf ettim. Sağ sâlim dönüyorum."
dedi. Zengin; "Hacı efendi! Acabâ sana da berât verdiler mi?" diye sordu. Fakîr;
"Bu ne berâtıdır ki?" dedi. Zengin; "Beyt-i şerîfi ziyâret edenlere,
Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât kâğıdı verilir." diyerek, koynundan
herhangi bir kağıt çıkarıp fakîri aldattı. Fakîr, berât kâğıdının kendisine
verilmediğine çok üzüldü. Derhal geriye dönüp Harem-i şerîfe geldi. İki gözü iki
çeşme hâlinde, kanlı yaşlar akıtarak çok inledi. Allahü teâlâya kırık bir
gönülle duâlar etmeye, yalvarmaya başladı: "Ey âlemleri yaratan yüce Rabbim! Sen
herşeye kâdirsin, ganî bir pâdişâhsın. İhsânların bütün kullarına her ân
yağmaktadır. Cehennem'den âzâd olup orada incinmemeleri için kullarının bâzısına
berat vermişsin. Bu fakîr kuluna berât verilmedi. Yoksa bu garîb kulun âzâd
olmadı mı?" deyip bayıldı. Baygın hâlde iken, mânâ âleminden yanına bir kimse
gelip; "Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp arkadaşlarına yetiş!"
diyerek elindekini ona verdi. O ânda fakîr kendine gelerek ayıldı. Elinde, dünyâ
kâğıtlarına hiç benzemeyen, yeşil renkli nûrdan yazıları olan ve misk gibi kokan
bir berât kâğıdı vardı. Kâğıdı defâlarca öpüp başına koyan fakîrin sevincinden
neredeyse aklı gidecekti. Şükür secdesine kapandı. Ömründe hiç görmediği o
berâtı, yüzüne ve gözüne sürdü, bağrına bastı ve koynuna sokarak arkadaşlarına
yetişmek için hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Arkadaşları, geriden fakîrin
geldiğini görünce gülüşmeğe başladılar. Yanlarına soluk soluğa gelen fakîre
alayla; "Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin mi?" diye sordular. Fakîr de
koynundan berâtını çıkararak; "İşte! Rabbimizin ihsânı olan berâtım!" diyerek,
misk kokulu berâtını zengine sunuverdi. Herkes yerinde donakalmıştı. Berâtı alan
zengin, nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den âzâd olduğunu okuyunca, aklı
başından gidip, atından düştü. Bir süre yerde baygın yatan zengini zor
ayılttılar. Kendine gelen zengin, kâğıdı öpmeye, misk kokusunu koklamağa
başladı. Kendi kendine de; "Vâh, vâh benim boşa geçen ömrüme! Keşke ben de bu
fakîr gibi sâdık bir fakîr olsa idim. Onun kavuştuğu bu saâdete ben de
kavuşsaydım. Bu fakîr, sadâkati sebebiyle bu mertebelere ulaştı. Ben ise
zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm oldum. Bütün malımı
versem, bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam" diyerek âh eyledi. Gözlerinden
kanlı yaşlar döktü. Fakîr; "Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Sakla. Ben
öldüğüm zaman kefenimin arasına koyun da kabrimde suâl meleklerine onu
göstereyim." dedi. Hacı efendi berâtı büyük bir îtinâ ile koynuna koydu. Uzun
yolculuktan sonra evlerine ulaştılar. Zengin olan hacı, berâtı sandığına koydu.
Aradan günler geçti. Zengin, ticâret için başka memlekete gittiğinde, fakir
vefât etti. Yıkayıp kefenlediler, fakat berâtını bulup kefenin içine
koyamadılar. Fakîrin cenâzesini kabre defnettiler. Ancak birkaç ay geçtikten
sonra, zengin ticâretinden döndü. Fakîri sorduğunda; "Sizlere ömür! Sen
gittikten sonra vefât etti." dediler.
Zenginin sanki dünyâsı
başına yıkıldı. Çok ağladı ve; "O zavallının bende pek kıymetli bir emâneti
vardı. Onu yerine getiremedim. Böylece vasiyetini yapamamış oldum. O âhirete
göçtü, berâtı ise bende kaldı. Berâtını yanına koyamadım." dedi. Hemen sandığın
yanına varıp ağzını açtı. Fakat berâtı koyduğu yerde bulamadı. Tekrar tekrar
aramasına rağmen yine bulamadı. "Kabrine gidip bakayım. Belki, birisi beratı
alıp ona vermiştir." dedi.
Kazma kürek alarak kabre
gitti. Mezarını açmak istedi. O anda; "Kabri açma! Biz ona o berâtı verdik,
dışarıda bırakmadık!" diyen bir ses işitti. Nereden geldiği belli olmayan bu ses
karşısında zengin, düşüp bayıldı. Mânâ âleminde fakîri gördü. Fakîr; "Ey hacı
efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana verildi. Hamdolsun.
Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce sorgu suâl bile etmediler. Bu
berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb olmuştun. Cenâb-ı Hak senden râzı
olsun." deyip kayboldu. Zengin ayıldığında, doğru evine gidip, fakir için
hatimler okuttu. Yemekler pişirtip, yetimleri, fakirleri doyurdu."
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Terzi Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu
Erzincan'a bir gün seyyah fakirlerden birisi geldi. Üzerindeki palto çok eski
olduğu gibi, ele alınmayacak kadar kirli idi. Bu zât paltosunu diktirmek için
şehirdeki terzileri tek tek gezdi. Fakat mürâcaat ettiği bütün terziler onun
elbisesini dikmek değil, el sürmekten bile çekindiler. Terziler o fakir zâta
alay yollu; "Şurada Terzi Baba var. Ona götür, o diker." dediler. Zavallı fakir
zât, Terzi Baba'yı buldu. İstediğini anlattı. Terzi Baba'dan, red yerine hüsn-i
kabûl gördü. Terzi Baba ona; "Paltonu bırak, inşâallah yarına hazırlarım." dedi.
Terzi Baba paltoyu alıp, güzelce yıkadı, kuruttu ve dikti. Ertesi gün o fakire
elbisesini teslim etti. Bütün bu yaptıklarının karşılığında ücret almadı. O
fakir zât paltosunu temizlenmiş, dikilmiş görünce çok memnun oldu. Terzi Baba'ya
nazar edip, Allahü teâlânın sevdiklerinin sohbetine kavuşması için kal ben duâ
etti. Bu günlerde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, halîfelerinden Abdullah
Mekkî Efendiyi Anadolu'ya göndermişti. Abdullah Mekkî Efendi, Erzurum'a uğramış,
sonra Erzincan taraflarına yönelmişti. Erzincan'a yaklaşınca, yanındaki
arkadaşlarına; "Hocamızın bize târif eylediği memleket, Allah bilir ya
burasıdır. Burada bir zâtın bizde emâneti vardır." demişti. Abdullah Mekkî
Efendi, Erzincan'ı şereflendirince, insanlar akın akın ziyâretine geldiler.
Gelenler arasında Terzi Baba da vardı. Abdullah Mekkî Efendi, ilk defâ gördüğü
Terzi Baba girince ayağa kalktı. Dâvet edip yanında yer verdi. Hiç kimseye
yapmadığı iltifâtı Terzi Baba'ya yaptı. "Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden
bizde bir emânet var. O emânete seni müstehak gördüm. Bu emânet sana çok
menfaatler sağlar. Kabûl edersen sana teslim edeyim." dedi. Terzi Baba da; "Siz
bilirsiniz efendim, maddî menfaatse; dünyâ için Allah demem." cevâbını verdi.
Abdullah Mekkî Efendi bu cevâbı alınca; "Oğlum, sen bulacağını buldun. Teslim
edeceğim emânet seni dünyâ sevgisinden kurtarmaktan başka bir şey değildi."
buyurarak, Terzi Baba'ya himmetle nazar edip, emâneti tevdî etti. Şâh-ı
Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda terbiye edip, kemâle ermesine
vesîle oldu. Terzi Baba'ya hilâfet verip, Allahü teâlânın kullarına, Allahü
teâlânın dînini öğretmek ve mârifetullaha kavuşturmak vazifelerini verdi. Bunun
üzerine, Terzi Baba'nın hâli derhal değişti. Mânevî feyzler deryâsına daldı.
Bu hâdiselerden sonra, Terzi
Baba'nın yüksek derecesi halk arasında duyulup, yayıldı. Herkes istifâde etmek
için ona geldi. Zamanla Terzi Baba'ya bağlı talebelerin sayısı günden güne
arttı. Bu hâli çekemeyenler, onun hakkında dedikodu etmeye başladılar. "Ümmî bir
câhilin başına bu kadar insan toplanmış." diyorlardı. Hattâ ilimden biraz nasîbi
olanlar da, bu gibi sözleri söylemeye başlamıştı. Bunun üzerine beldenin müftîsi,
Terzi Baba'yı imtihân için dâvet etti. Maksadı ise, Terzi Baba sorulan suâllere
cevap veremeyince, cehâletini anlayıp, insanları irşâd, yol gösterme dâvâsından
vazgeçmesini temin etmekti. Terzi Baba, müftî efendinin dâvetini kabûl edip
gitti. Orada büyük bir ilim meclisinin toplandığını gördü. Müftî efendiye
kendisini niçin dâvet ettiğini sorduğunda, müftî efendi ona; "Biz seni imtihan
için dâvet ettik. Hakkınızda birçok dedikodu yapılıyor. Buna son vermek lâzım
geldi. Şimdi bâzı suâller soracağız. Siz cevap vereceksiniz." dedi. Sonra
Sıfat-ı sübûtiyyenin kaç tâne olduğunu ve daha başka suâlleri sordu.Terzi Baba
büyük bir hakîkati ortaya çıkarmak için; "Allahü teâlânın, bu şehirde
yaşayanlara göre yedi, diğer beldelere göre sekiz tâne sıfat-ı subûtiyyesi
vardır. Bu beldeye göre Allahü teâlânın Subûtî sıfatları şunlardır: İlim, Semi',
Basar, İrâde, Hayât, Kelâm ve Tekvîn. Bu şehre göre Allahü teâlânın Kudret
sıfatı yoktur. Çünkü bu şehir insanları Allahü teâlânın Kudret sıfatını inkar
etmektedirler. Eğer bu şehrin insanları Allahü teâlânın Kudret sıfatına
inansalardı, Allahü teâlâ bir ümmî kulunda, insanlara doğru yolu gösterme
kâbiliyetini yaratmaya kâdirdir, derlerdi." cevâbını verir vermez, orada
bulunanlar, Terzi Baba'nın ilm-i ledünnîye sâhip, kâmil bir zât olduğuna kanâat
getirip, ellerine kapanarak af dilediler. Ona gereken ikrâm ve hürmet
gösterdiler.
Evliyânın büyüklerinden
Yûsuf bin Abdullah el-Gürânî (rahmetul-lahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
yanına gelip, dergâhta üç seneye yakın kalan biri vardı. Bu kimse devamlı Allahü
teâlâya giden yolu taleb ederdi. Yûsuf el-Gürânî ona hiç iltifât etmezdi. Bir
gün o şahsı yanına çağırarak; “Ey benim evlâdım! Ben bu gece bir cana kıydım,
onun cesedi, bu torbanın içindedir. Benim senden isteğim şudur: Bu torbayı alıp,
bu gece falan yere götür. Orada bir tepe vardır. Oraya göm gel. Bu işi yaparsan
sana birçok altın veririm.” dedi. O şahıs da Yûsuf el-Gürânî’nin dediğini yaptı
ve torbayı gömdü. Bu durumdan kimsenin haberi olmadı. İki gün sonra Yûsuf el-Gürânî
talebelerine, o şahsı dergâhdan çıkarmalarını emretti. Bir süre sonra, o şahıs
durumu vâliye anlattı. Vâlinin adamları Yûsuf el-Gürânî’nin yanına gelerek; “Sen
birisini öldürmüşsün. Biz öldürdüğün kişiyi gömdürdüğün yeri biliyoruz.”
dediler. Bunun üzerine Yûsuf el-Gürânî talebelerinden bir kısmına; “Siz de
onlarla gidin ve o tepedeki yeri açın, bakalım ne çıkacak?” dedi. Talebeleri ve
vâlinin adamları şikâyet edenin gösterdiği yeri kazdılar. Çıkan torbayı
açtıklarında, içinde bir koyun olduğunu gördüler. Sonra o şahsı, Yûsuf el-Gürânî’nin
yanına götürdüler. Yûsuf el-Gürânî ona; “Bir sırrı saklayamayan, Allahü teâlâya
nasıl kavuşur?” dedi.
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisinden nasihat
isteyenlere buyurdular ki: Hak olan iş, insanlara adâletle muâmele, insanın
kendisi için istemediğini başkaları için de istememesi, kendisinden aşağıda
olanın hak olan sözünü kabûl etmesidir.
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) amel, ihlâs ve sıdk
hakkında buyurdular ki: "Amelde ihlâs amelden daha zordur. Kul kendisiyle Allahü
teâlâ arasındaki hususlarda tam olarak sıdk, doğruluk üzere bulununca Allahü
teâlâ onu gayb hazînelerine vâkıf kılar."
"Allahü teâlâ kalbleri,
kendini anmak için yarattığı hâlde, insanlar onları şehvet, istek ve arzû ile
doldurmuştur. Kalplerden şehvetin izini silecek şey yalnız Allahü teâlânın korku
ve sevgisidir."
Abdullah bin Hubeyk
hazretleri işlediği amele güvenenleri; "İşlediğin fazîletli amele güvenerek azâb
olunmaktan korkmazsan helâk olursun." diye îkâz edip uyarırdı.
Abdullah bin Hubeyk
hazretleri şöyle anlatır: Ebû Hüreyre radıyallahü anh rivâyet etti. Birisi
Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelerek: "Yâ Resûlallah!
Dünyâlık elde etmek gâyesi ile gazâya giden kimse için ne buyurursunuz?" diye
sordu. Resûlullah efendimiz; "Onun için ecir (sevap) yoktur." buyurdular. Ebû
Hüreyre bu durumu Eshâb-ı kirâm arasında anlatınca onlar; "Belki sen bunu
Resûlullah efendimizden iyi anlamadın." dediler. Bunun üzerine Ebû Hüreyre
hazretleri tekrar Resûlullah efendimizin yanına döndü ve bu husûsu sordu.
Resûlullah efendimiz üç kerre; "Onun için ecir yoktur." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Amellerin en üstünü; doğru amel işlemek, sünnet üzere hizmete devâm etmektir."
Yine buyurdular ki: "Yaptığı
amellerin, kendisini Cehennem azâbından kurtarıp, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşturacağını zanneden kimse, büyük hatâ etmiştir. Allahü teâlânın fadlı ve
ihsânı ile kurtulabileceğini düşünen kimseyi, Allahü teâlâ rızâ makamlarının en
sonuna ulaştırır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Yûnus sûresi 58. âyet-i
kerîmesinde meâlen buyurdu ki: "De ki: Allahü teâlânın ihsânı ve rahmetiyle,
işte yalnız bunlarla ferahlansınlar. Bu, onların toplamakta olduklarından (dünya
menfaatinden) daha hayırlıdır."
Velî ve hadîs âlimi
Abdurrahmân bin Mehdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gece sabaha kadar ibâdet
etmişti. Bir ara, uykusu çok geldi. Yatağına yattı, uyuyakaldı. Sabah namazına
uyanamadı. Buna çok üzüldü. Bu yüzden iki ay yatağa yatmadı.
Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm
ile Abdülhâdî Bedevânî (rahmetullahi teâlâ aleyhima) İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin hizmetinde iken, bir hücrede riyâzet çekerek nefslerini terbiye
ediyorlardı. Yâr Muhammed, hep sabahlara kadar namaz kılar, duâ ederek Allahü
teâlâya yalvarırdı. Abdülhâdî ise çok hasta idi. İbâdete gücü yetmeyip namaz
kılamamasına üzülür, Mevlânâ'nın hâline gıpta ederdi. Geceyi ihyâ şerefini
kaçırdığından gönlünde büyük bir üzüntü duyardı. Bir gün İmâm-ı Rabbânî
hazretleri onun hakkında; "Şeyh Abdülhâdî'nin hasret ve üzüntüsü, Mevlânâ Yâr
Muhammed Kadîm'in nâfile ibâdetine üstün gelip, onu, ondan daha yüksek makâmlara
çıkardı. Evet çok ihsân sâhibi olan Allahü teâlânın işi böyledir." buyurdu.
Abdülhay Efendi
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hayır yapmanın önemini şöyle bildirdi: Umûma faydası
olacak hayır bırakmak ne hoştur. Hayat defteri kapanır fakat amel defteri, ondan
menfaat göründüğü müddetçe kapanmaz, hayır yazılır. Üç şey vardır ki, sâhibinin
hayırlı amel defterini kapatmaz. Umûma faydası dokunacak ilim, mârifet, sanat
öğretmek. Bunun gibi umûma faydası dokunacak kuyu kazdırmak, su getirtmek,
hastahâne, köprü, yol ve bu gibi şeyleri yapıp bırakmak ve yine kendisine hayır
duâ edecek sâlih evlâd bırakmak. Öğrenenler öğrendikçe ve insanlar
faydalandıkça, ilk sebeb olan zât ve hayırlı evlâdın nefsine ve diğer insanlara
hayrı dokundukça mensûb olduğu anne ve babası bundan dâimâ faydalanır, namları
hayırla anılır. Fakat ne çâre ki herkes buna muvaffak olamıyor. Cenâb-ı Hak
cümlemizi kendi lütfuyla hayra yakın ve muvaffak kılsın...
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: En değerli
amel, yapıldığında zarar getirmeyen ve Allahü teâlânın katında kabûl olandır. En
güzel vekar ve ağırbaşlılık, meseleleri enine, boyuna, son noktasına kadar
düşünüp, üzerinde durmaktır. Bu, yapılan işin ne derecede fayda sağlıyacağını,
herhangi bir zararın doğup doğmayacağını bilmeyi temîn eder. Böyle yapan kimse,
günahlardan kendisini koruduğu gibi, kıyamet gününde kendisine gıpta edilen,
imrenilen kimselerden olur.
Ahmed bin Âsım Antâkî
hazretlerine; "Ey Allahü teâlânın velî kulu en güzel hasletlere nasıl
kavuşabiliriz?" diye sorunca cevâben şöyle buyurdular: Onun için; Allahü teâlâya,
onun ve nefsin şerrinden koruması için devamlı yalvarmalıdır. En tehlikeli
günah, kişinin Allahü teâlâ ve Resûlünün bildirdiği şekilde değil de, kendi
kafasına göre, böyle yaparsam, Allahü teâlâ benden râzı olur deyip, Allah ve
Resûlünün emirlerine muhalif olan bir işi yapmasıdır. Bu bakımdan Resûlullah'ın
bildirdiği şekilde ibâdet ve tâatte bulunmak lâzımdır. Bu da İslâmiyeti
öğrenmekle mümkündür. Dînini lâzım olduğu kadar öğrenmeyen kimse, dînî
vazîfelerini yaparken kendi kafasına göre dînini yaşamaktan kurtulamaz. Bu ise,
insanı, huzûr-ı ilâhide mes'ûl olmaya götürür.
Ahmed bin Âsım Antâkî
hazretlerine; "Allahü teâlânın beğendiği işlerle meşgûl olan kimsenin sakınması
gereken nedir?" dendi: Yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet
yaptığını, ibâdet ve tâat husûsunda durumunun iyi olduğunu düşünerek,
günahlarını unutmaktan sakınması gerekir. Çünkü bunda, amellerinin onu
şımartması ve işlediği günahların azâbından emin olması vardır. Böyle bir durum
ise tehlikelidir." buyurdular.
Kendisine; "İnsanlara
musallat olan kötülükler nelerdir?" dendikte şöyle cevap verdi: "İnsanın,
kendisini alâkadâr etmeyen şeyleri terkedip, kendisini ilgilendiren işlerle
meşgûl olması gerekir."
Buyurdular ki: "Tâat ehli,
üzerlerinden bir gün bir gece geçtiği zaman, tâat üzere geçip geçmediği
husûsunda kendilerini kontrol ederler. Eğer, Allahü teâlânın rızâsına uygun
geçmiş ise, sevinirler. Âzâlarını, sâlih ameller yapmaları için zorlarlar. Dünyâ
düşüncesini kalblerinden boşaltırlar. Uzun emel sâhibi olmazlar. Ecellerini
yakın görürler. Dünyâ hırsını kalplerinden uzaklaştırırlar. Âhiret düşüncesi
onların gönüllerini kaplamıştır. Âhirete, basîretli, gerçekten gören bir gözle
bakarlar. Sanki, âhireti görmüş gibi hazırlanırlar. Temiz, hâlis ve sâlih
amellerle, Allahü teâlâya yaklaşmaya çalışırlar. Yaşayışlarında Allahü teâlâ ve
Resûlünün emrettiği istikâmet (doğruluk) üzere olurlar. Takvâları arttıkça
dünyâda yaptıkları ibâdet ve tâatlerin tadını daha fazla duyarlar. Allah
korkusundan göz yaşları dökerler. İbâdetlerini kırık ve mahzûn bir kalp ile
yaparlar. Onlar, âhiret gamıyla gamlanmışlardır. Fazla ve boş söz konuşmazlar.
Allahü teâlâyı anmaktan lezzet duyarlar. Bedenleri dünyâda fakat, kalbleri
Allahü teâlâ iledir."
"Âfiyet (sıhhat ve iyi
durum) büyük bir nîmettir. Emeli, arzu ve istekleri kısa yapmak lâzımdır. Makam,
mevkı kapmak için yarış etmek gibi hırs yoktur. İnsanın, hevâ ve arzularına
uyması, kendisine büyük bir zulümdür. Farzları yapmak gibi tâat yoktur. Günahı
küçük görmek gibi musîbet yoktur."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) "Amellerin en iyisi
hangisidir?" sorusuna: "Allahü teâlâdan başkasına iltifât etmekten kendini
korumaktır." diye cevap vermişti.
Horasan'da yetişen velîlerin
meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan
Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsan
vücûdunda amellerin tohumu, yenilen lokmadır. Bir kimse lokmayı gaflet içinde
yerse, lokma helâlden de olsa, insanların ondan fayda görmesi mümkün değildir."
Tâbiîn devrinin tanınmış
hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meysere el-Horasânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "En güvendiğim amel olarak ilim öğretmemi, Allahü
teâlânın emirlerini ve yasaklarını in- sanlara anlatmamı görüyorum."
Büyük velîlerden ve tâbiînin
meşhurlarından Avn bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Allahü teâlâ âhiret için çalışanın dünyâ işlerine kâfi gelir, dünyâsı husûsunda
ona yardımcı olur. Kim Allahü teâlâya karşı hâlini düzeltirse, Allahü teâlâ
onunla insanlar arasını düzeltir, güzel yapar. İçini düzeltenin, Allahü teâlâ
dışını düzeltir, güzel yapar.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) amellerin kıymetlisinin üç tâne olduğunu
bildirir: "Birincisi mal az olduğunda da cömert olabilmektir. İkincisi, tenhâda
da verâ sâhibi olabilmek yâni haramlardan kaçınabilmektir. Üçüncüsü, kendisinden
korkulan ve bir şeyler umulan kimsenin huzûrunda da hakkı söyleyebilmektir."
buyururdu.
İstanbul'da yetişen meşhûr
velîlerden Cemâleddîn Mahmûd Hulvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Allahü teâlâ bir kuluna iyilik murâd ederse, ona hayırlı amel kapısı açar,
söz kapısını kapar. Kötülük murâd ettiğinde bunların aksini yapar. Kişinin
yaramaz söz konuşması bedbahtlıktır."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında
buyurdular ki: Amel, ihlâs ile kıymetlenir. İhlâs, bir işi Allahü teâlânın
rızâsı için yapmaktır. Bu, Allahü teâlânın anlayış ihsân etmesine sebeb olur."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: Bir gün hocam Ebü'l-Kâsım Kuşeyrî hamamda gusül
abdesti alıyordu. Sormadan ve istemedikleri halde, kuyudan bir kova su çıkarıp
hamamın havuzuna boşalttım. O anda hakîkaten bu mikdâr suya olan ihtiyaçlarını
bilmiyordum. Sonra öğrendim. Hamamdan çıkınca; "Hamamın havuzuna su boşaltan
kimdi?" diye sordu. Niçin yaptın? diyeceğinden korktum. Şaşırdım. Nihâyet; "Ben
idim." dedim. "Ey Ebû Ali! Ebü'l-Kâsım'ın yetmiş senede elde ettiği dereceleri,
sen bir kova su ile kazandın. Allah senden râzı olsun." buyurdu. Bir müddet daha
hocamın huzûrunda bulunarak, nefsimin terbiyesi ile meşgûl oldum. Birçok
mârifetlere kavuştum.
Büyük velîlerden Ebû Ali
Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) "Allahü teâlâ, amellerden iyi olanını, iyi
olanının da ihlâslı, samîmî olanını, samîmî olanının da, sâdece sünnete uygun
olanını kabûl eder."
"Sağlam bir dal, ancak
sağlam bir kökten çıkar. Şimdi hareketlerin sıhhat ve sünnet üzere olmasını
isteyen kimse, önce kalbindeki ihlâsı sıhhatli hâle getirmelidir. Zîrâ zâhir
amellerdeki sıhhat, bâtın amellerindeki sıhhattan hâsıl olur." buyurdular.
Nişâbur'da yetişen velîlerin
büyüklerinden Ebû Bekr el-Ferrâ (rah-metullahi teâlâ aleyh) bir
sohbetinde, "Kişinin ameli, o işi yapmaya verdiği ehemmiyet mikdârınca, o ameli
işlerken olan kusurlarına üzülmesi mikdârınca ve işlediği amelin sünnet-i
seniyyeye uygun olması için olan gayreti mikdârınca sahîh ve makbul olur."
buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ameller, kulluk
elbisesidir. Allahü teâlâ mahrûm ettiği kimselerden bu elbiseyi çıkarır.
Kendisine yaklaştırmak istediği kimselere şefkat eder, devamlı bu elbise içinde
kalmalarını nasîb eder."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ameline (yaptığı ibâdet ve
iyi işlere) güvenenleri îkâz edip uyarır hattâ onlara; "Kim amelinin kendisini
kurtaracağını zannederse, yolunu şaşırır. Çünkü Peygamber efendimiz; "Sizden hiç
birinizi ameli kurtaramaz." buyurmuştur. İnsanı korktuğundan kurtarmayan şey,
umduğuna nasıl kavuşturur? Kimin Allahü teâlânın ihsânına güveni tamsa, onun
korktuğundan emin, umduğuna nâil olacağı ümid edilir." buyururdu.
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi EbûTürâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâdık kul, daha amel etmeden, hâlis kul, amel
edince, amelin tadını alır."
Tasavvuf büyüklerinden
Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "En fazîletli
ve üstün amel, bilerek yapılan ameldir." (Bilmeden amel yapan kimsenin, harama
düşmesi ihtimâli vardır.)
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebü'l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü
bilen İsfehanlı bir genç, kendisini ziyâret için Bağdât'a gitmek istedi. İsfehan
hükümdârı bu gence, oraya gitmemesini, o zâtla görüşmemesini istedi. Bu
arzusundan vaz geçmesi hâlinde kendisine bir köşk, bin altın kıymetinde eşyâ
ile, bir câriye ve ayrıca bin altın vereceğini bildirdi. Fakat genç,
muhabbetinin çokluğu sebebiyle, yalın ayak yola çıktı. Bağdat'a yaklaştığı
sırada, Ebü'l-Hüseyin Nûrî talebelerine emredip gencin geçeceği yolun bir
kısmının süpürülerek temizlenmesini istedi ve "Bu yolun büyüklerinin muhabbeti
ile yanan bir genç, yalın ayak buraya geliyor." buyurdu. Genç geldiğinde;
"Nereden geliyorsun?" diye sordu. O da; "İsfehan'dan." deyince; "Şâyet İsfehan
hükümdârı; (Eğer oraya gitmekten vaz geçersen sana, içinde bin altın kıymetinde
eşyâ ve bir câriye bulunan çok güzel bir köşkü, içindekilerle birlikte
vereceğim. Ayrıca bin altın da hediye edeceğim) deseydi ne yapardın?" dedi. Bunu
duyan gencin muhabbeti daha da fazlalaştı. Kendini tutamayıp ağladı ve; "Hepsini
terkedip geldim efendim." diyebildi. Hazret-i Nûrî; "On sekiz bin âlemi bir
tepsinin üzerine koyup, bu yolda yürümek arzusunda olan bir talebenin önüne
sunsalar, bu kimse de, o tepsiye göz ucuyla bir baksa, ona, bu yolda ilerlemek
nasîb olmaz." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Amellerin en
iyisi, en gizli yapılanıdır."
Evliyânın büyüklerinden
Habîb-i Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Boş oturmayınız.
Çünkü ölüm peşinizdedir.
Zâhirî ilimler kâlden
(sözden), bâtınî bilgiler ise hâlden başka bir şey değildir.
Evliyânın büyüklerinden
Hayr-ün-Nessâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yapılan amelin
maksada ulaştığının alâmeti, o amelde acz ve kusurdan başka bir şey
görmemektir."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Amellerin en hayırlısı, onunla birlikte Allah korkusu meydana gelendir."
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Sâlih amellerin sevâbını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek
iyi ve makbûldür. Her birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet
edilip okunan ve hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Günümü sefihler gibi, gecemi de câhiller gibi boşa
geçirsem, ondan sonra da ilmî eserler yazsam, bunlardan kimse istifâde edemez.
Evvelâ başkalarının istifâdesi için benim hâlim yazdıklarıma uygun olmalı."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) bizzat sâlih ameller işlediği gibi,
talebelerine ve sevenlerine de sâlih ameller işlemelerini tavsiye ederdi. Hattâ
insanın yaptığı iyi veya kötü işlerin cansızlara bile tesir edeceğini bildirerek
buyurdu ki: "İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de tesir
eder. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu hususta çok keşfi vardır. Bu bakımdan,
kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin işlendiği yerde
yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe'de kılınan
iki rekat, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Nice küçük amel, niyetle büyür, nice büyük amel ise niyetle küçülür."
Evliyânın büyüklerinden
Câfer bin Süleymân Dâbiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin rivâyet
ettiği hadîs-i şerîflerden biri şöyledir: Peygamber efendimiz buyurdular ki:
"Rabbiniz Rahîm'dir. Kim bir iyiliği yapmaya niyet eder, onu yapmazsa onun için
bir sevap yazılır. Eğer niyet ettiği o iyiliği yaparsa, on mislinden yedi yüz
misline kadar çok sevap yazılır. Bir kimse bir kötülük yapmaya niyet eder ve onu
yapmazsa onun için bir sevap yazılır. Eğer niyet ettiği kötülüğü işlerse ona ya
bir günah yazılır veya silinir."
Büyük velîlerden Ebû
Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Mûsâ
aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Ben seni nasıl bulurum?" diye suâl etti. Cevâbında;
"Niyetini düzelttiğin an beni bulursun." buyruldu.
Suriye'de yetişen velîlerden
Ebû İshâk İbrâhim bin Müvelled (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bir kimse Allahü teâlânın emir ve yasaklarından birini nefsi için yaparsa, o
ameli ya kabûl olunur veya kabûl olunmaz. Ama, o ameli yapmaya kalkarken Allah
için niyet ederse, o amelin kabûl olunacağı muhakkaktır."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi
teâlâ aleyh) her yaptığı işte niyetinin düzgün olmasına dikkat eder, Allah
rızâsı için olmayan şeyden sakınırdı. Bu hususta sevgili Peygamberimizin şu
hadîs-i şerîfini rivâyet etti: "Ameller ancak niyetlere göredir. Her kimse için
ancak niyet ettiği şey vardır. Herkimin hicreti, bulacağı bir dünyâya ve
evleneceği bir kadına ise, hicreti Allah ve Resûlü için değil, niyet ettiği şeye
âittir. Yâni her amelin hükmü kıymeti, sâhibinin niyetine göre olur." devâm
ederek buyurdular ki: "İlmi, dünyâ nîmetlerine kavuşmak için vâsıta yapmak
niyeti ile öğrenen kimseye ilim öğretmeyiniz. Çünkü, onun Cehennem'e gitmesine
yardım etmiş olursunuz."
"İlmim nefsimi ıslah eder
deyip de, kurtuluşu elde etmeye gayret göstermeyenler fâsıktırlar."
Süfyân bin Uyeyne
hazretlerine; "Bir insan, bir işi yapmaya niyet eder, sonra yapmazsa, o kimse bu
ameli işlemediği halde, kirâmen kâtibîn melekleri nasıl yazarlar?" diye
sordular. Cevâben; "İnsanın iyiliğini ve kötülüğünü yazan melekler, gâibi
bilemezler. Lâkin, insan güzel ve hayırlı bir amel yapmayı kalbinden geçirince,
ondan misk gibi güzel kokular yayılır. Melekler bu kokuyu aldıkları zaman o
kimsenin iyilik yapmaya niyet ettiğini anlarlar. Kötülük yapmaya niyet ederse o
zaman da rahatsız edici pis bir koku çıkar. Bu kötü kokudan melekler, o kimsenin
kötülük yapmaya niyet ettiğini anlarlar. Güzel amel yapmaya niyet edince, kul
yapamasa da melekler yazarlar. Kötülüğe niyet edince ise, o kötülüğü yap madıkça
yazmazlar. Bu, Allahü teâlânın ihsânlarındandır." Buyurdular. |
|